Modern Orta Doğu tarihçisi ve Oslo Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Toufoul Abou-Hodeib tarafından The Polis Project için kaleme alınan bu makale, Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi ve Eylül 2024 bianet stajyeri Ege Tonga tarafından Türkçeye çevrildi.
İsrail, odağını Lübnan’a kaydırdığından beri haberler de itaatkâr şekilde aynısını yaptı. Birdenbire, insan hayatlarının bedeline fazla dikkat edilmeyen jeopolitik, bölgesel gerginlikler ve “görkemli” İsrail saldırılarıyla dolu bir ortamda bulduk kendimizi. İsrail ve İran arasındaki gerilim, kolektif bakışımızı hem Lübnan hem de Gazze’den kaydırma tehlikesi taşıyor. Aynı zamanda, Gazze’deki soykırım devam ederken, orada uygulanan bazı yöntemler İsrail’in Lübnan savaşının köşe taşları oldu.
Gazze’deki savaşın başlangıcında, İsrail’in 2006 yılında Lübnan’da sivil hedeflere yaptığı Dahiye Doktrini olarak adlandırılan büyük çaplı bombalamalar akıllara geldi. İsrail Savunma Kuvvetleri’nin Kuzey Komutanlığı’nın başındaki Gadi Eisenkot, doktrini şu şekilde tanımlıyor: “Her bir köye orantısız güç uygulayarak oralarda büyük bir zarar ve yıkım yaratacağız. Bizim bakış açımıza göre, bu hedefler sivillerin yaşadığı köyler değil, birer askeri üs.”
Gazze’deki soykırım, yeni bir vahşet düzeyi oluşturdu. “Gazze Doktrini” olarak adlandırabileceğimiz bu doktrinle birlikte, sebep olabilecekleri kayıplardan bağımsız olarak, siviller her an patlayabilecek birer saatli bomba haline geldiler. Bu durum, “Baba nerede?” (Where's Daddy?) gibi insanları takip eden ve onları kasten gece evlerinde aileleriyle beraberken vuran veri tabanları, karmaşık istihbarat ve veri sistemlerinin kullanımıyla mümkün olmaktadır.
Gazze Doktrini, toplumun geniş kesimlerinde yaşamı sürdürülemez hale getirerek, Batı ve İsrail’in “terörist” olarak tanımladığı siyasi yapılara ve taban örgütlerine yönelik desteği baskı altına almayı amaçlıyor. Bu amaçla yapılan yoğun bombalamalar ve sağlık servislerine yapılan sistematik saldırılar, kolektif bir cezalandırmanın ve insanları kitlesel olarak yerinden etmenin bir yöntemi haline geldi. Sözde sivillere yönelik uyarı amacı taşıyan tahliye çağrıları, genellikle kısa süre içinde yapılıyor. Belirtilen “güvenli bölgeler”in aslında hiç de öyle olmadığı, İsrail’in sentetik mülteci çadırlarına yönelik saldırılarının çoğu zaman hasarın kapsamını genişleten yangınlara yol açmasıyla sürekli olarak kanıtlandı.
Ancak, bu tahliye uyarılarının tahmin edilemez ve karmaşık oluşunun bir sonucu var: Panik yaratmak ve toplu kaçışı hızlandırmak. Gazze Doktrini’nin bu farklı yönleri, Filistinlilerin vazgeçilebilir olduklarının altını çizerek Gazze’deki Filistinlilerin akıllarına tek bir gerçeği kazımıştır: Hiçbir yer güvenli değil.
İsrail’in Lübnan’la yaşanan son gerilimde gerçekleştirdiği ilk saldırı, Gazze Doktrini’nin açık bir örneğiydi. Hizbullah’ın ithal ettiği binlerce çağrı cihazı, cihazları taşıyan insanların nerede olduklarına bakılmaksızın 17 Eylül’de eşzamanlı olarak patlatıldı. Patlamalar; market, fırın, iş yeri veya evler gibi pek çok yerde yaşandı. Lübnan'da geniş çapta ayrım gözetmeyen bir terör saldırısı olarak görülen bu olay, önde gelen haber kaynakları tarafından sürekli “muhteşem” olarak nitelendirildi.
Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’a düzenlenen suikast da aynı yöntemin daha yıkıcı bir ölçekte uygulanmış versiyonuydu. İsrail, çoğunun ağırlığı bir tona yakın 80 bombayı genellikle yerleşim bölgelerinin bulunduğu bir alana atarak, çevredeki tüm insanları meşru birer hedef haline getirdi. Bu durum, Orta Doğu’nun dışında neredeyse hiç tepki çekmedi. ABD Başkanı Joe Biden, suikasta dair “Nasrallah’ın pek çok kurbanı için adaletin bir ölçüsü” dedi. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller ise suikasttan “katıksız bir iyilik” olarak tanımladı.
Dahiye Doktrini ile Gazze Doktrini arasında niteliksel bir fark var. İlki fiziksel altyapıyı hedef alırken, Gazze Doktrini insan altyapısını hedef alıyor. Hizbullah, tıpkı Hamas gibi, militan bir gruptan çok daha fazlası. İsrail’in 1982’deki Lübnan işgaline doğrudan bir tepki olarak doğan ve büyüyen bir taban hareketidir. On yıllar içinde bir bölgesel aktör haline gelmiş, parlamento temsilcileri bulunan, okul, hastane ve sosyal yardım ağları kurmuş bir siyasi partiye dönüşmüştür. Hizbullah tamamen yok edilemese de zayıflatılabilir; ancak bu, partiyi destekleyen ve geliştiren sosyal temeller zayıflatılmasını gerektirir.
Bu nedenle, İsrail’in Lübnan’daki saldırılarının hedefleri sadece Hizbullah militanları değil, aynı zamanda partinin siyasi, sosyal ve dini mensuplarıdır. Lübnan medyası sürekli olarak, sadece evlerin değil aynı zamanda partiyle bağlantılı büro ve sağlık merkezlerinin de saldırıların hedefi olduğunu bildiriyor. 29 Eylül’de, Sayda kenti yakınlarında bulunan ve ülke içerisinde yerinden edilmiş ailelerin sığındığı Ayn ed-Dilb’e düzenlenen saldırıda 70’in üzerinde insan hayatını kaybetti.
Tıpkı Gazze’de olduğu gibi, Lübnan’daki saldırılar da belirli hedeflerin yanı sıra ailelerin, arkadaşların ve komşuların hayatlarına mâl oldu. 26 Eylül’de, Bekaa Vadisi’ndeki Karak’ta üç kardeşin anneleri ve aileleriyle birlikte yaşadığı yere düzenlenen İsrail saldırısından sağ kurtulan az sayıdaki kişiden biri, küçük bir kız çocuğuydu. Benzer bir saldırı, yine Bekaa Vadisi'ndeki Nebi Ayla’da gerçekleşti ve hayatını kaybeden altı kişi arasında Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNRWA) çalışanı Dina Derviş ve küçük oğlu da bulunuyordu.
Bu tür birçok örnek var ve uluslararası kamuoyu, İsrail’in Lübnan’da kasıtlı olarak tırmandırdığı gerilimde neyin meşru hedef sayıldığına dair sessiz bir kabullenme içerisinde. 2006 savaşında, insanlar “Hizbullah’ın kaleleri” olarak adlandırılan bölgelerden uzak durdukları sürece kendilerini nispeten güvende hissedebiliyorlardı. Ancak Gazze Doktrini altında potansiyel hedefler artık coğrafi alanlarla sınırlı değil. İsrail, Lübnan’daki son saldırılarında hedef aralığını hem Sünni Müslümanların hem de Hristiyanların yaşadığı bölgelere doğru genişletti.
Sağlık ve arama-kurtarma servislerinin sistematik olarak hedef alınması, çevrelerindeki toplumsal dokuyu bozmuş ve bombardıman baskısı altında yaşamı imkânsız hale getirmiştir. Lübnan gibi bir ülkede bu psikolojik savaş, Şii Müslümanlar ile diğer topluluklar arasında gerilim yaratıyor. Ayrıca, “yanlış” siyasi tercihler yaptıkları gerekçesiyle kolektif bir cezaya maruz bırakılan Şiiler için ülkede yaşamayı bugün daha zor hale getiriyor.
Gazze’de yaşananları, İsrail’in Lübnan’daki savaşından ayrı tutmak, İsrail’in anlatısını sorgusuz sualsiz takip etmek demektir. Vietnam Savaşı üzerine Howard Zinn’in yorumlarından hareketle, her iki taraf da sivil kayıplarını savaşın talihsiz bir sonucu olarak görmek yerine, bunun bizzat savaşın kendisi olduğunu ifade ediyor. Lübnan’daki çağrı cihazı saldırısından bu yana sadece ilk iki hafta içinde, İsrail saldırıları 104’ü çocuk ve 194’ü kadın olmak üzere binden fazla insanın hayatına mal oldu.
Gazze Doktrini, Lübnan’da nüfusun beşte biri olan en az bir milyon kişinin evlerini terk etmesine neden oldu. BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’ne göre, Lübnan topraklarının dörtte biri İsrail ordusunun tahliye emirleri altında Batılı politikacılar, bunun Lübnanlıların yaşamları ve geçim kaynakları üzerindeki etkisini düşünmeden, yalnızca “tehlikeli bir tırmanış” olarak nitelendiriyor. İsrail, Filistin’deki insan hakları ihlallerini de hiçbir yaptırımla karşılaşmadan sürdürüyor.
Aynı zamanda, yeni bir Arap nesline tekrardan şu mesaj veriliyor: Hayatlarınız diğerlerinden daha değersiz. Filistinliler için adalet sağlanmadığı takdirde, Orta Doğu’da asla barış olmayacak; sadece öfke ve hayal kırıklığı var olacak. Tarih, bu öfke ve hayal kırıklığını yakalayan bir siyasi hareketi bastırmaya yönelik her girişimin yalnızca daha fazla ve daha kötü bir şiddete yol açtığını göstermiştir.
(ET/VC)