Geçenlerde internette yayınlanan ses kayıtlarından sonra Fatih Altaylı’nın Cüneyt Özdemir’in 5N1K programına konuk olması ve canlı yayında söyledikleri malumun ilamı olarak görülebilir.
Ancak gazetecilik sosyolojisi açısından Fatih Altaylı gibi tecrübeli bir gazetecinin malumu yayında nasıl ilam ettiği iyi incelenmelidir. Altaylı yayında mesleğindeki simgesel pozisyonunu korumak için malumu çeşitli stratejiler kullanarak ilam etti.
Bu stratejilerin en önemlilerinden biri, haberin üretim sahasının, örneğin bir gazetenin haber merkezinin ailevi bir özel alana benzetilmesidir. Aile metaforu, Türkiye’deki gazeteciler tarafından da benimseniyor.
Haber dairesinin çalışan topluluğu büyük bir aile gibi algılanıyor, ve tam da aynı süreçte haberin üretim alanı, bir türlü mahrem ve aileden olmayan üyelere tabu bir özel alan şeklinde kurgulanıyor.
Teoride, demokratik ve araştırmacı gazeteciliğin yapılabilmesi için haber merkezinin bir takım yıkıcı etkilerden uzak bir özel olan olarak inşa edilmesi gereklidir. Bu etkilerden en önemli ikisi, siyasi erkin müdahalesidir ve neo-liberalizmin beraberinde getirdiği tüketim kültürüdür.
Altaylı birincisini engelleyememekten yakınırken ikincisini etkisini normalleştiriyor[1] Ancak bu iki durumda da, vahim olan, Altaylı’nın kendisini savunmak için, gazeteciliğin özel alanını, siyasi ve iktisadi müdahaleden değil, etik düşünce ve yargılamadan bağımsız bir özel alan olarak kurgulamasıdır.
Altaylı’ya göre bir gazeteci, ancak kamusal alanda dolaşıma girmiş eserleri üzerinden eleştirilebilir, etik bir yargılamaya tabi tutulabilir; ne diğer gazetecilerle ne de siyasetçilerle yaptığı bir anlaşma, pazarlık, görüşme ya da müzakere bu alana dahil değildir.
Kendisi Özdemir’le canlı yayında şunları söyledi: “Telefon konuşmasından yargılamasın benim kimse. Bu gazeteden yargılasınlar. Beni köşe yazılarımdan yargılasınlar.”
Altaylı bu sözleriyle, gazetecilik meslek alanını mahremleştirerek etik yargılamaya kapatıyor. Haberin patlak verdiği andan izleyiciye/okuyucuya sunulduğu ana kadar süren haber üretim aşaması, ortak iyi, toplumsal genel çıkar ya da evrensel değerler gibi ilkelerden bağımsız mahrem bir özel alana kapatılıyor.
Haberin üretim alanının ailevi, mahrem bir özel alan olarak tanımlanması, haber medyasının kurumsallaşması açısından da ciddi sıkıntılar getiriyor. Altaylı, genel yayın yönetmeni olduğu Habertürk gazetesinin özel alanını şu sözlerle tanımlıyor.:
“400 çalışanımı, sekreterini, muhabirini, editörünü teker teker konuşarak bu gazeteye getiren benim. Ben bu çocukların ev kiralarını biliyorum. Bu çocukların okul taksidini biliyorum. Hastalıklarını biliyorum, annelerinin babalarının rahatsızlığını biliyorum. Çektikleri her bir sıkıntının farkındayım.
“Ben bıraktım bugün. Burada benimle kader birliği etmiş 400 arkadaşımın yarın öbür günkü sıkıntılarını nasıl karşılayacağım? Yerime Mehmet geldi diyelim, dedi ki ben bu arkadaşlarla çalışmam. 400 onurlu, şerefli, düzgün gazeteci yarın işsiz kalmayacak mı? Ne yapacak bu çocuklar. Ay başında taksidini nasıl ödeyecek? Okul taksidini nasıl ödeyecek? Bunların sorumluluğu var üstümde.”
Bu söyleminde Altaylı, kendisini baba figürü olarak Habertürk haberci ailesinin tutkalı, ayakta tutucusu ve koruyucusu ilan ediyor. Buradan çıkan ilk sonuç, Habertürk elemanları, bağımsız bireyler olarak resmi bir sözleşme ile bir kuruma bağlı, profesyonel çalışanlar değil, varoluşları koruyucu baba rolünde olan yöneticiyle aile ilişkilerine bağlı üyelerdir.
Böyle bir habercinin, profesyonel hayatında gazetecilik kurumunun genel işleyiş ilkelerini ve bu ilkelerin ilham aldığı etik değerleri gözetmesi düşünülebilir mi?
Sonuçta haberci, meslek alanını mahremleştirerek etik akla ve ortak iyiye yönelik rasyonel-eleştirel tartışmalara kapatırken; siyasetçi de, benzer bir kapanmaya, siyaset alanını kendi mahrem alanına dönüştürerek yol açıyor.
Bunun sonucunda çoğulcu kamusal alanın yerini, total bir ‘bizlik’ ve ‘kendi aramızdalık’ duygusu temelinde aileye özgü bir özel alan alıyor.
Kamusalı işgal edip gazetecinin özel alanına müdahale ederek totaliter bir eğilim kazanan siyasi mekanizmanın karşısında, gazeteci de, kendi alanını mahremleştirerek, ortak iyi üzerinden yürüyen rasyonel-eleştirel tartışmalara, kamusal mutabakat ve müzakereye kapatıyor.
Bu şekilde kendisini profesyonel meslek etiğinin uygulayıcı öznesi olmaktan muaf tutuyor, bunun neticesinde mesleki icraatının meşruiyetinin kaynağını başka yerde arıyor.
Bu dışsallaştırma, psikolojide okuduğumuz savunma mekanizması biçiminde, Altaylı’nın çeşitli sözlerinde görülebilir: “Herkes yapıyor, niye benim kaydım yayınlandı? Buna da bakmak lazım”; “O gün Fatih Saraç’la yaptığım üç ayrı konuşma montajlanarak manipülasyon yapılmış.”
Bütün bu ifadelerde ima edilen şudur: gazeteci kendi mesleki faaliyetini değil, başka aktörlerin meşruiyetini sorgulamaktadır.
Bunun temel nedenlerinden biri, gazetecinin çoğulcu bir kamusal alanda rasyonel-eleştirel tartışmaya katılma imkanının ortadan kaldırılması ve bunun yarattığı eylemsizlik hali sonucunda kendisini bir toplumsal aktör olarak görmemesidir.
Ama bu durum, gazetecinin kendisini, demokratik toplum idealine dönük çalışmak için elinde hiçbir zaman, imkan ve alan olmayan bir kişi olarak algıladığı anlamına gelmez.
Peki, o zaman gazeteci, bütün bu siyasi baskı ve sansür tartışmaları içinde kendisini eyleyici bir özne olarak nerede konumlandırıyor?
“Elinden geleni yapmaya çalışan” bir teknik eleman olarak konumlandırıyor.
Bu bağlamda ideal gazetecilik ve basın özgürlüğü, “ya var ya yok” şeklinde bir ikili karşıtlık içinde değerlendirilemez. Burada esas olan süreçsel, akışkan bir spektrumdur ve bu spektrumun mümkün olduğunca pozitif tarafına doğru ilerlemek esas hedeftir.
Ve önemli olan bu spektrumda gazetecinin pozisyonunun ideale ne kadar yakın olduğu değil; asla olmaması gereken en olumsuz referans noktasına ne kadar uzak olduğudur. Dolayısıyla ideal diyebileceğimiz bir gazetecilik sosyal gerçeklikte var olmadığı gibi, gazetecilik mesleğinin olmazsa olmaz ilkeleri de kalmamıştır.
Ancak biz elinden geleni yapanlar, sosyal dinamikler ve ilişkiler üzerine yazıp çizerken etik kaygılar gütmeye başladığımızda referansımız “doğru gazetecilik” değil, içinde bulunduğumuz şartlar altında şekillenen “iyi gazetecilik”tir.
Peki, bu kavramın içini kim ve ne dolduruyor? Bu sorunun cevabı gazetecinin kendi mesleki eylemini nasıl tanımladığına bakılarak verilebilir.
Altaylı örneğinde gazeteci, kendisini ideolojik ve kültürel bir kutuplaşmanın ortasında, “var olma mücadelesi veren”, “hayatta kalmaya çalışan” bir eyleyici olarak tanımlıyor. Yıllardır alttan alta ilerleyen laik-dindar gerilimi, günümüzde tek parti iktidarının politikaları nedeniyle derin bir toplumsal kutuplaşmaya dönüştü, dönüşüyor.
Bu kutuplaşma ortak iyi, ortak akıl (İlginçtir ki, AKP’nin ilk iktidar olduğu zamanlardaki dikkat çekici söylemlerinden biri bu terimdi) ve kamusal çıkar ilkelerine dayanan kamusal alanında çöküşünü hazırlıyor.
Bu durum, ister İslami ister seküler ana akım medyada olsun, gazetecinin siyasi deneyimi, ideolojisi, yaşam tarzı ve hatta kutsallık tercihine göre iki gruptan birine kanalize olmasını dayatır.[2]
Bu süreçte gazetecilik pratiği, tehdit olarak algılanan siyasal egemenin -bu tehdit bir grup gazeteci için Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) rejimidir; diğer bir grup içinse Kemalist elitler ve ordudur- temsil ettiği toplumsal kutba karşı verilen bir var olma mücadelesine dönüşüyor.
Altaylı’nın şu sözleri bunun bir göstergesidir: “Ben ne cemaatçi ne de hükümetçiyim. Ne de yaşam tarzımın bunlarla alakası var, ne inancımın bunlarla alakası var. Bir tarafta sen, ben varız diğer tarafta Takvim vs. gibi Havuzcu medya var… Ben istifa edeyim, sen istifa et, o istifa etsin meydan bu havuzcu medyaya mı kalsın?”
Sonuçta şunu söyleyebiliriz; kamusal-özel alan ayrımının silikleştiği, toplumsal kutuplaşma ve siyasi iktidarın bu kutuplaşma üzerinden hegemonya kurmaya çalıştığı bir ortamda muhalif kutupta yer alarak mevkisini koruma ve buradan simgesel bir güç elde etme çabası içinde olan gazeteci bir normatif sistem kuruyor.
Ancak bu sistemin merkezini evrensel meslek etiğinden alıp kutuplaşma ortamında, siyasi ve iktisadi şartlara göre kendi koşullarını dayatan bir özel alana yerleştiriyor.
Dolayısıyla bu normatif sistem, Türkiye’de iki kutbun mücadelesinde, her bir haber dairesi topluluğunun kendi arasındaki dayanışmadan türeyen ya da yöneticiler eliyle türetilmeye çalışılan bir ahlak ideolojisine dönüşüyor.
Burada İonna Kuçuradi’nin etik ve ahlak arasında yaptığı ayrıma bakmak faydalı olacaktır.
Kuçuradi’nin aktardığına göre, etik, insanı, “doğru eylem nedir?” sorusuna yöneltirken ahlak “benim bu durumda ne yapmam doğru olur?” sorusuna yöneltiyor.[3]
Bu farklılığı göz önüne aldığımızda, birinci soruda gazeteci, genel-geçer doğru gazetecilik eylemini kavramsallaştırmaya çalışırken, ikinci soruda kişi, Türkiye’deki gazeteciliğin şu anki, belirli, somut ve tekil durumunda ne yapması gerektiğini bulmaya çalışıyor.
Altaylı gibi birçok gazeteci kendisine işte bu ikinci soruyu sormaktadır. “Doğru eylem” kavramına atıfta bulunsalar da, kendi özel alanlarında, karşı kutbun iktidar aygıtları karşısında yaşadıkları ortak siyasi ve psişik deneyimlerine, ideolojik yeniden yapılanmalarına ve kültürel yaşam tarzlarına göre bir ahlaki (etik değil) duruş geliştiriyorlar. Yani kendileri için geçerli bir norm üretiyorlar.
Bu durum, sadece amacına nasıl ulaşacağını hesap ederek eylemde bulunmaya kadar da gidebilir. Ancak Kuçuradi’nin de ifade ettiği gibi meslek etiği normları, “kişilerin, sahip oldukları dünya görüşlerinden, kültürlerinden, ideolojilerinden, dinlerinden bağımsız olarak uygulanmaları beklenen normlardır.”[4]
Etik ve ahlak tartışması, yukarıda değindiğim “iyi” gazetecilik tartışmasında ideal olan ile elinden gelen arasındaki gerilimi yansıtıyor.
Son olarak, çözüm nedir sorusuna, bu gerilimin kamusal görünürlülük kazanmasıyla başlayabiliriz yanıtı verilebilir. “5Ne1Kim” isimli yeni kitabında bu soruya değinen gazeteci Mustafa Dağıstanlı’nın da önerdiği gibi gazeteciler bu ve benzeri sorunları toplumun önünde, yani kendilerini kapattıkları özel mahrem alanda değil, kamusal alanda tartışmalıdır.
Fatih Altaylı ile Cüneyt Özdemir’in canlı yayını, her şeye rağmen bu anlamda belki bir başlangıç olabilir. (OA/HK)
* Ozan Aşık, Cambridge Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü doktora öğrencisi
** Bu yazıyı kaleme almamda beni teşvik eden ve yazının ilk nüshasına yaptıkları yorum ve eleştirilerle katkıda bulunan Gülay Türkmen, Sertaç Şehlikoğlu ve Feyza Akınerdem'e çok teşekkür ederim.
[1] Habertürk gazetesinin ses kayıtlarında geçen ilgili sayısının 24. sayfasında yayınlanan sağlık haberindeki "çarpıcı" başlığı ("Bu mu sağlıkta çağ atladığı iddiasında olan Türkiye."), çalışanlarının AKP'ye karşı kurduğu siyasi bir komplo olarak değil, haberin okuyucu sayısını arttırmak için yapılan bir nevi taktik, ya da gazetecilik hilesi şeklinde tanımlıyor. Altaylı'nın bu yorumu, gazetecilikte tirajı arttırmak için abartmayı, haberin içeriğini çarpıtmayı ve yanlış yönlendirmeyi profesyonellik sınırları içerisinde normalleştiriyor. Profesyonel anlamda gayrimeşru ya da gayriahlaki olan, Habertürk çalışanlarının gazetecilik pratiği değil, siyasal erkin sürekli bir tehdit altında olma ve komploya maruz kalma algısıyla harekete geçen baskıcı müdahaleleridir.
[2]Aslında bu kutuplaşmanın mimarlarından biri, 28 Şubat sürecidir, ancak o dönemde İslami medya ne ekonomik ve profesyonel sermaye birikimine, ne simgesel güç kurma araçlarına ve teknolojisine, ne de sosyal medyanın sunduğu imkanlara sahip olmadığı için kutuplaşma bu boyutta bir kamusal görünürlülük kazanamadı.
[3]http://felsefegazetesi.com/347/
[4]http://felsefegazetesi.com/347/