Bağımsız İletişim Ağı geçen hafta ağustos ayının manifestini yayınladı. Bildiri sarı (yeni rengiyle turkuaz) basın kartının devlet tarafından verilmesini tartışmaya açıyordu.
Eski sistemde basın kartlarından bilindiği gibi Başbakanlığa bağlı Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü sorumluydu. 16 Nisan 2017'deki anayasa değişikliğiyle "partili cumhurbaşkanlığı hükûmeti" sistemi yürürlüğe girdikten sonra kurumun yetki ve görevleri 703 numaralı KHK ile Temmuz 2018'de Cumhurbaşkanlığı'na bağlı İletişim Başkanlığına devredildi.
Bir gazetecinin kurumdan basın kartı alabilmesi sistematik zorluklarla sahiden meşakkatli. Bekleme süresi, evrak eksiklikleri, dağıtımdaki sorunlar bunların birkaçı. Başvuruların kabul edilmemesi nedeniyle son üç yılda 22 bin 202 basın kartı başvurusu iptal edilmiş.
Basın kartının önemi ise ulaşım hizmetlerinden ücretsiz faydalanabilme veya kamuya ait müzelere bedelsiz girebilme gibi avantajlardan öte aslında gazetecilerin habere erişiminde kolaylık sağlamasından geliyor. Kartın sahibi gazeteci haber toplamak üzere çıktığı yolda pek çok yerde "kabul görmüş" oluyor.
Yalnız habere ulaşma noktasında değil meslekî statüyü, kıdem durumunu göstermesi bakımından sosyal yaşamda da kişinin "gazeteci" ön sıfatına sahip olmasını sağlıyor. Sarı kimliğe bir nevi "kanıt" özelliği yüklenerek üzerinden böyle bir kültür oluşmuş. Ancak muhabir için kuşkusuz kartın anlamı riskli bölgelerde mesleğini icra ederken kartın koruyucu nitelik taşıması.
Avantajlarının yanı sıra kartı devletin vermesi itibariyle gazeteciliğin özüne yönelik bir tartışma ve beraberinde şu soru gün yüzüne çıkıyor: Gazeteci "resmî gazeteci" hâline gelirse ne olacak? BİA Manifest'te basın kartını "verme hakkı"nı ellerinde bulunduran devletlerin "kartı vermeme hakkı"nı kullanmasından söz ediliyor: "Zaten amaç da bu; kestirmeden araçsallaştırılan basın kartıyla habere müdahale edebilmek, sansür ve oto-sansürü kullanımda tutmak."
Son üç yılda 2 bin 397 gazetecinin sarı basın kartı iptal edilmiş. Haklarında dava açılarak, cezaevine konularak, işsiz bırakılarak göz açtırılmayan gazeteciler binlerce yurttaş gibi hukuki güvenceden yoksun bırakılırken basın kartları da ellerinden alınıyor. Devlet gazeteciyi neye göre tanımlıyor bilmiyoruz ama gazeteciler arasında "212" olarak bilinen 5953 sayılı Kanuna göre "fikir ve sanat işlerinde ücret karşılığı çalışanlara gazeteci" deniyor.
Komisyonun bağımsızlığı tamamen muğlak
İdaresi siyasî bir erkin elinde olan devletin gazeteciyi tanımlamayarak ona kartlar aracılığıyla kimi "haklar verme-vermeme" yetkisinin yanlışlığı üzerinden devam etmek lazım aslında konuya. Çünkü İletişim Başkanlığı'na bağlandıktan sonra Basın Kartı Komisyonu'nun yapısının değiştirilmesiyle gazetecilikte liyakat esası tamamen "başkanlığa" ve "başkanlıkça belirlenecek üyeler"in inisiyatifine bırakıldı. Daha önce gazetecilik meslek kuruluşları temsilcilerinin ağırlıkta olduğu komisyonun bağımsızlığı tamamen muğlâk hâle geldi. (Çağdaş Gazeteciler Derneği, Basın Kartı Yönetmeliği'nde yapılan bu değişikliği basın-ifade özgürlüğüne aykırı olduğu gerekçesiyle Danıştay'a taşıdığını not düşelim.)
Yetkililere şunu hatırlatmalı: Gazeteciliğin mutfağında usta-çırak ilişkisi mesleğin bel kemiği olduğu kadar gazetecilik tıp, hukuk, fen-edebiyat gibi üniversitelerde eğitimi verilen bir uzmanlık alanı. Üniversiteler dört yıllık akademik eğitimi başarıyla tamamlayanlara yayın kuruluşlarında çalışabilmek üzere diploma veriyor. Devlet nasıl ki poliklinikteki, ameliyathanedeki doktorun, mahkemede karar veren hâkimin işine karışamaz ise gazeteciliğin alanına da giremez. Bunun tersi olduğunda o mahkemeden adil kararlar çıkmadığını, o gazetede özgür haber yapılamadığını hepimiz biliyoruz.
Gazeteciliği kesinkes devletten bağımsız bir yere konumlandırıyor ve gazeteciliği siyasî iktidar, parti, sermaye vb. her türlü güç odağına mesafeli durarak (ve iktidar merkezleriyle mücadele ederek) kamuoyunu gerçeklerden haberdar etmek olarak tanımlıyorsanız; işin doğası gereği zaten devleti karşınıza almış oluyorsunuz.
Ömer Özer, Liberal Basın [1] kitabında 19. yüzyılın ilk yarısına kadar basının durumunun yandaş (Partisan Press) pozisyonda olduğunu yazıyor. O dönem basının daha çok politik partilerin, ticarî kesimlerin çıkarlarını temsil ettiğinden söz ediyor. Basının bu durumu güçlü bir hükûmet isteyen aristokratlar ile yerel hükûmetleri destekleyen çiftçi ve ücretlilerin anıldığı cumhuriyetçiler arasındaki sınıfsal keskinleşmenin -Amerika'da devrimle birlikte- artmasıyla değişecektir ancak. Federalistler basını hakimiyet altına almaya çalışırken, cumhuriyetçiler için basın özgürlüğü hep bir yaşamsal önem taşımıştır. Özer'e göre gazeteler 20. yüzyılın başlarında politik partilerle bağını koparmış, bu dönemde kamuya yönelik habercilik öne çıkmaya, tarafsızlık ilkesi dikkate alınmaya, etik kaygı gözetilmeye başlanmış.
Basın kartını devlet değil, gazetecilik örgütleri vermeli
Dünya basın tarihinden bu bellek tazeleme bize en azından günümüzde medyanın nerede durması gerektiğini gösteriyor. Kaldı ki bugün artık medya profesyonelliğinin temelini oluşturduğu varsayılan tarafsızlık ilkesi bile habercilikte, bir etik kuralı olarak uyulmamasıyla değil, yapısal yanlılığın üstünü örtmesiyle eleştiriliyor.
Atölye BİA'nın katılmaktan büyük keyif aldığım oturumlarından birinde Prof. Dr. Sevda Alankuş, söz tarafsızlık konusuna geldiğinde katılımcılarla birlikte "faklı iktidar merkezlerinin çıkarlarını yeniden üreten bir metin olan" haberi yapı-sökümüne uğratmayı deneyimlemiştik. Alankuş, genel geçer habercilik tanımının sorunlu yanına dikkat çekmişti. Bu değerlendirmeye göre tarafsızlık olsa olsa "yapısal yanlılığın üstünü örten bir mit" olabilirdi.
Yapısal yanlılık eleştirisinde haberde nötr bir dil kullanılsa, haber yazma tekniklerine uyulsa dahi farklı yayın politikalarına sahip yayın kuruluşlarının farklılıktan çok "ortak bir paydada birleşmelerinin" zaten bir "taraflılığı" açığa çıkardığına vurgu yapılıyor. Prof. Dr. İncilay Cangöz ise yapısal yanlılığı onu kaçınılmaz eden unsurlara bağlıyor: "Haberin kullanıldığı dilin nötr ve cam gibi şeffaf bir araç ol(a)maması, haber üretiminin ekonomi-politik süreçlerin dışında kalmaması ve üretim pratiğinin yaslandığı gazetecilik normlarının gerçekte ideolojik bir nitelik taşımasıyla ilgilidir." [2]
Taraf-tarafsızlık tartışmasında Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'nin evrensel gazeteci tanımı yeterince açık: "Gazeteci başta barış, demokrasi, hukukun üstünlüğü laiklik ve insan hakları olmak üzere; insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur." Bu minval üzere değerlendirdiğimizde gazeteci en yalın ifadesiyle insanlığın evrensel değerlerinden yanadır zaten.
Ezcümle gazeteciliğin hem yapısal yanlılık hem de devlet, siyaset ve sermaye ilişkilerine yönelik eleştirisinden hareketle de basın kartını devlet değil gazeteci örgütleri vermelidir.
[1] Ömer Özer. Liberal Basın, Literatürk Academia: 2010
[2] Sevda Alankuş. Gazeteciliğe Başlarken, IPS İletişim Vakfı Yayınları: 2013