Hemen ilk satırda anımsatmak durumundayım, zira isimleri hani neredeyse unutuldu.
Van’da Servet Turgut ve Osman Şiban’ın kolluk güçleri tarafından helikopterden atıldığı iddiasını haberleştiren gazeteci Nazan Sala, Jinnews muhabiri Şehriban Abi, Mezopotamya Ajansı muhabirleri Adnan Bilen ve Cemil Uğur 9 Ekim’de tutuklandı.
Van 3. Sulh Ceza Hâkimliği kararında gazetecilerin toplumsal olayları devlet aleyhine haber yaptığı belirtildi, ayrıca gazeteciler için “şüphelilerin süreklilik, çeşitlilik ve yoğunluk gösterir şekilde haberler yaptığı” aktarıldı.
Hukuk garabeti
Şu notu da düşmek gerekir: Bu soruşturmayı yürüten savcı, aynı zamanda gözaltında bindirildikleri helikopterden atılmaları üzerine Turgut’un yaşamını yitirdiği, Şiban’ın ise ağır yaralandığı olayla ilgili kolluk görevlileri hakkında açılan soruşturmayı yürüten kişi.
Dört gazeteci tutuklanınca, soruşturmalık olan kolluk personeli ihya oldu herhalde. Matematiksel bir kesinlikle söylüyorum: Bu bir hukuk garabetidir.
Gazetecilik üzerine kalem oynatmadan önce, bir parantez açma gereksinimi var. Kolluk güçleri ne zaman -yaşam hakkı dâhil- insan haklarını ihlal etse, bir cezasızlık zırhıyla koruma ve kollama şemsiyesinin altına alınıyor.
Nitekim otoriterleşmede pik üstüne pik yapan rejimlerin kendisini beslediği sürece, besleyen cezai bir sorumsuzluk, dokunulmazlık tanındığı hepimizin malumu. Burada da rejim “iyi çocuklara” göz kırptı. Zamana ve zemine uygun! Dönemin ruhu ve devlet aklı bunu gerektiriyor.
Türkiye’de cezasızlık bir hilkat garibesi. Mevzu bahis devlet/rejimin “bekası ve güvenliği” olunca kolluğun olası suçları, demir bir perdenin ardında bırakılır. Ola ki kamuoyuna mal olursa da ya “münferit” addedilip ödül gibi bir ceza verilir ya da göstermelik bir soruşturma açılır.
Münferit diye diye münferit denilen vakaların peyderpey mantar gibi türediğine ve tedricen sistematik bir vaziyet aldığına tarihle birlikte tanıklık ediyoruz. Bu kollayıcı yaklaşım, sözüm ona münferit vakaları istisna değil, bilakis kriter haline getirir.
Gelgelelim göstermelik soruşturmalara… Amiyane tabirle "halkın gazını almak" adına soruşturma açılır. Sait Faik’ten esinle, ifade ediyorum: Hatırlatmazsam çıldıracağım. “Türk’ün gücünü göreceksiniz!” mevzusu. Haberimizin hemen akabinde hem valilik hem de bakanlık, söz konusu polisler hakkında jet hızıyla soruşturma başlattı.
Neticede, bu haberi yapan gazeteciye “rahatsız edici haberler yaptığı” gerekçesiyle 8 yıl 9 ay hapis cezası verildi. Polisler ise kuvvetle muhtemel terfi ettirildi.
Bu nedenle gazeteci arkadaşların tutuklandığını öğrenince dejavu dedim. Bu soruşturma için intihal bir senaryo demekte haksız mıyız, takdir kamuoyunun.
Peki, ülkede gazeteciliğin geleceği sizi kaygılandırmıyor mu? Onca tutuklu gazeteci bir yana, hâkim ve savcılar gazeteciliğe nasıl bu denli müdahale ediyor, niye nasıl yazması gerektiğine dair ne hakla ve ne hadle hüküm verebiliyor?
Verili gidişat sürerse, yarın öbür gün en cılız eleştirel haber bile suç sayılmaz mı? Bu çıkarsamayı yapmak için kâhin olmaya gerek yok! “Makul haberler” ve “makbul gazetecilik” dayatmasına etkili bir karşı koyma ve itiraz gösterilmezse, elimizde avucumuzda sadece “maktul gazetecilik” kalacak.
Sözün özü, Türkiye’de gazetecilik bana giderek Gabriel Garcia Marguez'in "Kırmızı Pazartesi" romanını andırıyor. Temenni edelim ki encamı da benzemesin ancak çoğunluğumuz göz göre göre gelen bir cinayeti tribünde oturup seyrediyoruz. Belki de sıramızın geldiğini yadsıyarak.
Ne var ki seyirci kaldıkça, erkin kötülük ve karanlığı, pervasızca devam ediyor. En olmaz denilen bir haber, tutuklamaya gerekçe yapılabiliyor.
Üç maymunu oynamadık
En olmaz denilen şey, olağanüstü olan, istisna olan sıradanlaştırılıyor. Şaşkınlık eğrimiz yokuş aşağı, soğuk suya konulup yavaş yavaş ısıtılan sudaki kurbağanın sendromunu yaşıyoruz.
Her bir ibretlik skandalla binlerce insana dehşet ve korku salınıyor, bile isteye. İktidar bilediği dişlerini özelde gazetecilere, genelde tüm topluma gösteriyor. Böylelikle kitleleri kafileler halinde suskunluk sarmalına, yankı odalarına hapsediyor.
Bakanlığında, tutuklu gazeteci sayısı arttıkça, daha çok gazeteci sözlerini kuyumcu kantarında tartmak, elekten geçirmek ve ikinci kere düşünme ihtiyacı duyarak yazmak zorunda bırakılıyor. Sansür ve otosansürün ise bini bir paraya.
Elbette baskının dozajı ne olursa olsun, ufuktaki olası eza ve cefayı göze alarak hakikatlere ışık tutan, on paraya on takla atmayan, iktidarın huyuna suyuna gitmeyi aklının ucundan bile geçirmeyen, biat sopasının karşısında eyvallah etmeyen, diz çökmeyip dizelerini döken, üç maymunu oynamayı reddeden ve bunları yaparak gazeteciliğin onuruna sahip çıkan gazeteciler de var.
İşte zülfü yâre dokunduklarından dolayı tepeden inme ve keyfe keder bir kararla tutuklanan bu dört gazeteci onlardan. Bu gazeteciler bostan korkuluğu olmadığına göre, tanık ifadelerini ve hastane raporlarını bittabi haberleştirdiler. Baş eğmeyince başlarına çorap örmüş olabilirler velakin gerçekte ısrar, günün sonunda işin ucunu çorap söküğü gibi getirecektir.
Kürt gazeteciler zindanın kapısını aşındıradursun, tutuklu gazetecilerle dayanışma kampanyaları metropollerde çalışan gazetecilerle sınırlı tutuluyor.
Peki, külahını önüne koyup düşünme yahut istifini bozma vakti gelmedi mi? Gazeteciliğin üzerine serpilen ölü toprağı, hiç değilse bu kez Van’da silkelenmez mi? Naciz fikrimce, Stentor’ın kulak tırmalayıcı sesiyle bu zulme "dur" demek, bu gazetecilerle dayanışmak mesleğin geleceğin açısından hayati olduğu kadar, vicdani bir borç ve ahlaki bir mesuliyettir.
Çünkü bu gazeteciler kamuoyunun bilgi edinme hakkına sahip çıktıkları için tutuklandı. O dem kamuoyu da görevini ifa etmelidir. Başka söze ne hacet.
Yazılış:29 Ekim 2020
Yeri: Yüksek Güvenlik Kapalı Cezaevi A-44 Van
(Lİ/NT/EMK)