“Erkekler, ailede ya da yatakta egemenliklerinisergileyerek özsaygısına kavuşmayı sürdürürken,çalışmayaşamındaki demokrasiye ilişkin anlayışları da
sürekli olarak yozlaşır.”
Sheila Rowbotham, Kadın Bilinci Erkek Dünyası
Hürriyet’ten Ayşe Karasu, ne güzel söyledi: “Gazeteyi yapmak üzere odaya kapanan erkekler…”
Onlar o odalarda yalnız kaldıkça biz kadınlar da manşetlerde o büyük yalnızlıkla baş başa kalacağız, hak edilmemiş mağduriyetlerin yaralı imgeleri olarak.
Medyanın aklını başına devşireceği günü ince bir sabırla beklemeyi değil, bu dönüşümde medyaya yoldaşlık yapabilecek kadar iyi bir niyet ve tonlarca söz taşıyarak isyanla karışık bir ısrarla sesini yükseltmeyi seçen biz kadınlar, bunca zaman bunca çabaya rağmen ardımızda bir arpa boy yol görünce haliyle sinirleniyoruz!
Geçen yaz cinsel saldırıya uğrayan oyuncu kadının, aylar sonra bu “haberi” ortaya çıkaran gazeteci kadını aradığında duydukları, sinir katsayısını artırmakla kalmıyor, sektörün “erkek” kadınlarının istediklerinde ne kadar acımasız olabildiğini de gösteriyor.
“İşte bakın, tecavüze uğrayan kadın bu!”
Gazeteci kadın, bu olayın ortaya çıkmasını istemeyen oyuncu kadına “Ama haber değeri var bunun, yapabileceğim bir şey yok” diyor…
Tabii yok!
O gazetecinin gazetesi dahil diğer pek çok gazeteyi de çıkarmak için “odaya kapanan erkekler”, kadın bedenini bir avcı marifetiyle parçalayıp dağıtmakta bir beis görmeyip, bu eylemlerini kusursuz işleyen bir “arz-talep” savunmasıyla meşrulaştırdıklarında elbette ki pazardaki meta değerimiz katlanarak artıyor. Sonra işte kendimizi manşetlerde buluyoruz: “İşte bakın, tecavüze uğrayan kadın bu!”
Medya bir büyük anlatıdır. Ve bence, özündeki demokrasiyi yitirirse boş bir çuval gibi yığılıp kalacağına inanmak zorundadır.
Sansasyon yaratacak içeriklerden umulan medet, ki bu çoğu kez ve ne yazık ki kadınlarla ilgilidir, medyanın izlenirlik ve ekonomik sürdürülebilirlik anlamında biricik dayanağı ise, biri bile kadın olmayan genel yayın yönetmenlerinin şapkalarını önlerine koyup düşünmesi gerekir.
Biz kadınlar kadar erkeklerin de “durun, yapmayın!” demesi gerekir: Nüfusun yarısını diğer yarısının beğenisine sunmak, nüfusun yarısını diğer yarısına kırdırmak, bir cinsi nesneleştirip değersizleştirirken diğerine dokunmamak… Yapmayın!
Bugün çok sayıda kadının çalıştığı medya kuruluşlarında, erkekler fikirleri üretip, yazılıp söylenmesi gerekenlere karar verirken, kadınları bu sözün aracısı kılmak da belki bir tür şiddet. Değilse ne?
Cinsel saldırı, namus bahanesiyle işlenmiş bir cinayet ya da herhangi bir şiddet olayını, mağdur kadını daha da mağdur ederek yayınlamakta ısrar eden o erkekler, o medya kuruluşunda haberin mutfağında cinsiyetçilikle mücadele eden kadınları da zan altında bırakmaz mı?
Gazeteci kadınlar, içeriğe karar veren erkeklerin sözü gazete sayfalarına veya televizyon ekranlarına yansıdığında bunun arkasında nasıl ve ne kadar durabilirler? Ya da durmak isterler?
Medyanın çeşitli etik sorgulamalardan azade ve özeleştiri refleksi zayıf işleyişi içinde, her gün bir yenisine tanık olduğumuz örnekler, bir dağarcık oluşturuyor.
Sonra biz bu örneklerle her defasında yepyeni bir karşı-dil kuruyoruz. Eşitsizliğe karşı eşitliği, şiddete karşı şiddetsizliği öneren bu dili yaygınlaştırmaya çalışıyoruz. İtirazlarımız, kızgınlıklarımız, eleştirilerimiz o erkek dilin içine sızsın ve onu dönüştürsün istiyoruz.
Ve galiba hep şu soruyu soruyoruz: Kadınları simgesel olarak yok eden, yok etmiyorsa da cinsiyetçi temsiller içinde süründüren, ikincilleştiren, yağmalayan bir medya, hangi demokrasiye hizmet ediyor sizce? (SD/EZÖ)
* Selen Doğan, Uçan Süpürge