Sevgili Gaye,
Mektubuma başlamadan önce iyi olmanı canı gönülden diler, yanaklarından öperim. Beni soracak olursan 'iyiyim' deyip yalan söyleyebilirim. Uzun süredir herkeste olduğu gibi devam eden huzursuz, uykusuz ve sıkıntı halleri... Belki "Bu modern dünyamızda mektup yazmak da nereden çıktı?" diyebilirsin. Cezaevleri dışında kimse birbiriyle mektuplaşmıyordur muhtemelen. En azından görülmemiş bir mektup olacak benimkisi. Gerçi mazisine bakarsak hiç de iç açıcı bir deneyimim de yok. Fehime için yazdığım mektupları hatırlatır bana.
İlkokula yeni başlamıştım. Diyarbakır'dan aile dostlarımız olan Fehime ve eşi Cuma büyük umutlarla İstanbul'a göçtüklerinde bizimkiler malum, koca şehir onları yutmasın diye kol kanat gererek, bulunduğumuz sokaktaki bodrum katında, iki göz odalı rutubetli bir ev kiralamaları için yardımcı olmuşlardı. Henüz otuzunda bile olmayan Fehime üst üste 4 çocuk doğurmuştu. Fehime, okuma yazmayı söktüğümü duyduğunda, Diyarbakır'daki annesine mektup yazmam için yakama yapıştı ve bir daha bırakmadı. Okul çıkışı yolumu gözler, ben gelmeden mektup zarflarını ve kâğıtlarını hazır ederdi. Üzerimde okul önlüğüyle evde masa olmadığı için alışkın olduğumdan yerdeki halının üzerine yüzüstü uzanıp, kâğıdın altına da okul defterimi koyar, Fehime söyler, ben yazardım.
Ne bir serzeniş ne bir dedikodu
Şöyle başlardı: "Çok kıymetli anacığım, (...cığımı ben eklerdim) nasılsın, iyi misin, iyi olmanı Cenab'ı Allahtan diler, selam eder ellerinden öperim. Bizleri soracak olursanız hamdolsun iyiyiz." Ardından tek tek kardeşlerinin isimlerini sayar, selam eder, gözlerinden öperdi. Sonra birinci derece, ardından ikinci derece akrabalar, komşular, kendi sokağındaki komşular bitince arka mahalledekilerin isimlerini tek tek sayar selam eder, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperdi.
İsim benzerliği olanları ayırt etmek için bulundukları konuma göre selam gönderirdi. Mesela; Hançer-i Güzel Camii'nin yanında oturan Cemile Bibiye selam eder ellerinden... Meryemana Kilisesi karşısındaki Süphan Ablaya selam eder..." diye devam eden selam-kelamdan ibaret ve önceleri keyif aldığım ama giderek işkenceye dönüşen mektuplardı. İçerisinde ne bir olay, ne bir haber, ne serzeniş, ne mutluluk, ne de dedikodu barındırıyordu. Oysa Fehime, ağır yoksulluk yaşamasına ve memleket hasreti çekmesine rağmen bundan tek söz bile etmezdi. Mektubu bitirirken Fehime arka sayfaya elini koyar, ne kadar özensem de her seferinde titrek bir çizimle elinin kalıbını çıkartırdım kâğıda. O el deseninin içine de mutlaka bir mani yazdırırdı.
Portakal kanat kanat
Ben yazayım, sen anlat
Diyarbakır milleti, anam size emanet
Kafiye uyumu için "emanat" dememiz gerekiyordu ama böyle de idare ederdi. Ve mektup, içerisinde hiçbir soru olmasa da "kestane kebap, acele cevap" diye biterdi.
Velhasıl her hafta bu Fehime'nin mektupları kâbusum olmuştu. Neyse işte mektup deyince aklıma geliverdi. Oysaki kitabından söz etmek için yazmak istedim bu mektubu.
"Alametler Kitabı"nı okuduktan sonra huzursuzluğum biraz daha artsa da kitabı kapatıp sana sarılmak istedim. Aklıma COVID-19 illeti gelince bunun iyi bir fikir olmadığını düşünüp vazgeçtim. Birkaç saniye sonra 'Amann atın ölümü arpadan olsun' diyerek tekrar kucakladım seni. İki dakika istikrarlı olamadım gitti zaten bu hayatta.
Ya sepya modunda ya da bulanık rüyalar
Pandemi hayatımıza henüz girmişken telefonla konuştuğumuzda epey zamandır üzerinde çalıştığın kitaptan bahsetmiştin. Birkaç kez rüyanda kimsenin sana dokunamadığını gördüğünü ve işin ilginç yanı bu rüyaların pandemi öncesine denk geldiğini, bunun üzerine bir öykü yazdığından söz etmiştin. Anlaşılan yazarların hayal dünyasının zenginliği rüyalarına da yansıyor diye hayıflanıp imrenmiştim. Kendi kendime, "Ulan biz sıradan fanilerin rüyası de bizim gibi basit ve sıradan. Yaratıcı kadının gördüğü rüyanın inceliğine bak, bildiğin öngörülü ve yazmak için ilham veren türden. Bizimki öyle mi? Rüyamızda gördüğümüz şeyler ya sepya modunda ya da bulanıktır, çoğunu hatırlamayız bile."
En fazla rüyamızda rahmetli anamızı gördüğümüzü anlatırız kardeşlerimle birbirimize. "Gördüm annem eve gelmişti ama benimle konuşmuyordu, konuşmadığına göre kesin kendisiydi, çünkü ruhlar konuşmazdı." En bariz hatırladığım ve çoğunlukla gördüğüm rüyalardan biri de ayakkabımın tekini kaybettiğim ve bilmediğim karanlık sokaklarda ayağımda tek ayakkabıyla yalpalayarak, korkuyla evin yolunu bulmaya çalışmamdır. Sabah uyanır uyanmaz aradaki detayları unuttuğum bu vizyondan yoksun rüyanın aklımda kalan tek şeyi olan "rüyada ayakkabının tekini kaybetmek" diye yazarak, çokbilmiş Google'dan rüya tabirlerine bakmak olur. Kimi âlime göre; rüyanın yaşanan sıkıntılardan sonra feraha erişeceği ve hayırlı olduğu söylenirken, cümlenin hemen ardından başka bir İbn'i bilmem kime göre ise uğursuzluk, sıkıntılı, kederli günlerin beni beklediği, diğer âlimin bahşettiği boş vaatlere kapılmamam salık verilir, ben de hangisine inanacağını şaşırarak iyi olana inanmayı tercih edip ya da rüyayı unutmaya çalışıp hayatıma devam ederim.
Yaptığımız konuşma üzerine kitabının çıkmasını sabırsızlıkla bekledim. İkili okumaları sevdiğim için Orhan Pamuk'un "Veba Geceleri" ile birlikte aldım "Alametler Kitabı"nı. Önce, Pamuk'la başladım. İlk on beşinci sayfaya geldiğimde, 'hangi ara geldim buraya, neredeyim, ne anlatmıştı, kimim ben' diye sordum kendime. Muhtemelen o sıra bir hayale dalmış, boş boş okumuşum, başa dönmek zul geldi, çünkü aklım masada duran senin kitabında kalmıştı. Nobel ödüllü yazarımız az biraz bekleyebilirdi.
Uykusuzluğum anlam kazanmıştı
Hemen girdim bir alamete ve kıyamete doğru yol almaya başladım. İlk cümleden itibaren içine aldı beni, uzun zamandır çektiğim uykusuzluk anlam kazanmıştı. Her biri diğerinden güzel hikâyelerde, akıcı ve yalın anlatımına yerleştirdiğin metaforlar, zekice yaptığın kurgular, absürtlükler okuyucuyu zorla zeki olmaya teşvik eden cinstendi. Özellikle içinde bulunduğumuz duruma gönderme yapan, dokunabilmek uğruna kıyameti göze alan "Alınyazısı"na bayıldım. Ötekileştirmeyi ve linç kültürünü şahane anlatan "Baal Zebub"u okurken cüceyle birlikte yerde debelendim. Tasarruflu ampulün yandığı koridorda yürürken tutuklanan kişinin kim olduğunu tahmin edip -ya da öyle olmasını umut edip- gülümsedim. Rüyalarımızı hatırlasak da tüm detaylarıyla anlatmanın kimi zaman başımıza olmadık işler açacağına "Derin Soruşturma"yı okurken vakıf oldum. "Zoltan"ın finalinde 'isabet olmuştu' dediğin cümleyi okurken, gayrı ihtiyarı 'oh olmuş' diye çıkardığım sese sesli güldüm, Kanuni Orospu'nun masallarını dinlerken esnemeye başlayınca kahvemi tazeledim. "Denizkızı"ndaki çürük domatesin kesif kokusunun burnumdan çıkması için, kitaba ara verip camdan dışarı bakarak nefes aldım bir süre.
Tarihler, kanıtlar, tanıklar ortada
Ve tabi ki "Haram." Bunun üzerinde ayrıca durmak istiyorum çünkü içinde geçen, "Her ne kadar insan hafızasının üç yaşından sonra oluşmaya başladığı söyleniyorsa da, bu yalan" diye başlayan cümle alıp ömrümün başlangıcına götürdü beni. Yıllardır bunun yalan olduğuna kimseyi inandıramıyorum, çünkü zamanla silikleşse de ben de hatırlıyordum. Annem beni emzirirken, aylarca adet görmeyişini 'sütüm koruyor' diyerek geçiştirmiş, hamile olduğunu fark ettiğinde ise hamile kadının emzirmesinin hayra alamet olmadığı bilindiğinden, emilen sütün de haram olduğuna kanaat getirip beni sütten kesmişler. Ben tabi feryat figan ağlıyorum, doğru dürüst hazır mama da yok. Üstelik büyüdüğümde 'Yaw sen de bebekken çok ağlıyordun' diye utanmadan beni suçlamışlardı. Oysaki ben ekmeğimin kavgasını veriyordum. Annemin beni uzaklaştırmak için memesine biber salçası sürdüğünü ve benim memeyi elimle temizleyip yeniden emmeye devam ettiğimi hayal meyal de olsa hatırlıyordum. Böylece 'helal süt emmiş' tanımı benim için geçerli değildi artık. Daha 9 aylıkken konuşmaya başlamış, hatta aramızda sadece 11 ay olan kardeşimin adını da ben koymuşum. Sanırım ismime uyum sağlasın diye 'Cucan' olsun demişim, bizimkiler de, 'Nurcan demek istiyor herhalde' deyip kardeşime Nurcan ismini koymuşlar. Belki inanmazsın diye tedirgin anlatıyorum ama gerçekten hatırlıyorum. Tarihler, kanıtlar, tanıklar ortada, elimde belgeler var hocam!
Dilimin erken çözülmesi muhtemelen konuşmaktan erken sıkılmama sebep olduğu için 5 yaşından itibaren sustum ya da susturuldum, bilemiyorum. O zamandan itibaren gerekmedikçe konuşmadım, hep gözlemledim, hiç çocuk gibi davranmadım. Akranlarımın yaptığı şımarıklıklar ve yaramazlıkları küçümseyerek, şaşkınlıkla karşıladım. Ne halt yemeye erken büyüdüysem artık. Velhasıl bana bunları hatırlattı "Haram."
Kafam karışık olduğu için mektup da Fehime'ninki gibi uzadı ve bunu sabahın 4'ünde yazıyorum sana. Seni bu saatte rahatsız etmemek ve güzelce uyuyup, bizimle paylaşacağın o nice eşsiz hikâyeleri rüyanda görmeye devam etmen için günün aymasını bekleyeceğim. Hoş uyusam ne olacak ki, en fazla rüyamda bu kez ayakkabımın diğer tekini kaybettiğimi göreceğim.
Mektubuma son verirken yanında, yörende her kim varsa cümleten selam eder, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim...
Kestane kebap acele cevap...
Sepet sepet yumurta
Sakın beni unutma
Unutursan küserim
Mektubumu keserim...
Bircan
(BD/AÖ)