Elimizden tutup, bizi Diyarbakır’ın dar ve gizemli küçelerinde yürüttü. Ve bir taş evin kapısında durduk. Geniş avluya açılan kapıdan içeri girdik. Avludaki havuzun başında kürsüye oturup başladı o büyülü dünyayı anlatmaya:
1950’li yıllardaki Diyarbakır’ın kiliseleri, camileri, hamamları, demircileri, fırıncıları, at arabacıları, taşları, tulumbaları, birbirine karışan dilleri, şehriye kesen kadınları, aşkları, dostlukları, arkadaşlıkları, eğlenceleri, düşmanlıkları, hüzünleri, vahşilikleri.. ve elbette 1915’teki qefle zamanını.
O anlattıkça biz kafamızda canlandırdığımız o hayalin içinde kaybolduk. Sıcak ekmek kokusu yayılan küçeleri dolaştık, demirci seslerinin arasında çarşıları gezdik, ustalara, çıraklara selam verdik, faytonların arkasına tutunduk, paket taşlarda koşturduk, kastallardan su, avlularda şerbet içtik, kahvehanelerde dama oynadık, cümbüş sesiyle kendimizden geçtik, beden diplerinde demlendik.
Kimilerinin gözünde o bir fıllaydı. Fılla yani Kürtçe’de kafir, inançsız, gavur demekti. Yazdığı her satırda, çocukluk yıllarından başlayarak yaşadıklarını, özünde kendisinin ve ailesinin, yakın çevresinin fıllalık deneyimini anlattı. En zorlu olayları anlatırken bile muzip ve bilge bir tebessümü cümlelerinden eksik etmedi. Hüznünü satır aralarına sakladı. Halkları birbirinden uzaklaştırmayı değil, aralarındaki ayrı gayrılıkları ortadan kaldırmayı amaçladı.
Kimden mi söz ediyoruz? Diyarbakırlı Ermeni bir ailenin çocuğu olarak doğduğu Gavur Mahallesi’ndeki yaşamı anlattığı kitaplarıyla okurlara ulaşan yazar Mıgırdiç Magrosyan’dan.
O, bugün salt Gavur Mahallesi değil bir çok yerleşkenin haritadan silindiği Diyarbakır’dan geriye kalan toplumsal belleği yazıyla ölümsüzleştirdi. Elimizde sadece onun yazdıklarında hayal ettiğimiz Diyarbakır kaldı.
Margosyan, Diyarbakır’da açılan 6 TÜYAP Kitap Fuarı’nın onur konuğu. Aras Yayınları 80. yaşını kutlayan Margosyan’ın “Gavur Mahallesi”, “Söyle Margos Nerelisen?”, Biletimiz İstanbul’a Kesildi”, “Tespih Taneleri” ve “Tanrı’nın Seyir Defteri” adlı eserlerini “Fıllaname” adıyla tek bir kitapta toplamış. Ayrıca TÜYAP tarafından Şeyhmus Diken’in hazırladığı Margosyan’ın seçkilerinden oluşan “Gittin ki Tez Gelesen” adlı bir de prestij kitap yayınlanmış. Kitaplar fuara katılan Aras Yayınevi’nin stantının üzerinde okurlara göz kırpıyor. Standın önünde kitap imzalatmak isteyenlerin oluşturduğu uzun bir kuyruk var. Gün boyu her kuşaktan okuru için kitaplarını imzalıyor sabırla Mıgırdıç Margosyan. Üç gündür bu yoğunluk hiç eksilmediğinden zar zor bir fırsatını yakalayıp görüşme yapma şerefine nail oluyoruz. Onur konuğu olmanın nasıl bir duygu olduğunu soruyoruz öncelikle. Ama usta biraz sitemkar.
“Sağolsunlar lütfetmişler beni buraya davet etmişler. Ben bu Diyarbakır’ın sokaklarında dolaşmış burayla özdeşleşmiş biriyim. Keşke ben buraya ‘onur konuğu’ olarak değil de sadece bir yazar olarak gelseydim. Duygularımı düşüncelerimi söylemek, yazdığım kitapları öğrencilerimle, ziyaretçilerimle paylaşmak için. Nitekim paylaşıyorum da. Ben bunu ufak bir sitem olarak söylüyorum. Beni onur konuğu olarak görmek isteyenlerin sırtına bir yük olarak gelmek istemem. Sağolsunlar ama böyle bir duygusal bir durum yaşamadım dersem yalan olur” diyor.
Ne gavuru kaldı ne de mahallesi
İsminin verildiği sokağın artık yok olduğunu hatırlattığımızda ise şunları anlatıyor:
“Sur Belediyesi’nden arkadaşlar yaşadığım sokağa benim adımı vermek istemişlerdi. Bu durumdan haberdar olduğumda ‘abdala malum olur’ misali, ‘Arkadaşlar, yapmayın etmeyin, bugün buradayız, yarın olmayabiliriz. Siz buradasınız, yarın burayı terk edebilirsiniz. Yarın şu veya bu nedenlerle eğer benim ismim buradan tabela olarak indirilirse buna çok üzülürüm. Elimizde olmayan bir şeyle karşılaşırsanız benim kadar siz de üzülürsünüz’ dedim. Ama onlar beni dinlememişler, bana sürpriz yaptılar.
“Bir gün baktık ismimizi yazmışlar. Ama şu anda önemli olan şu. Benim şu anda ismim yok. İsmimin olmaması beni o kadar da ilgilendirmiyor ama ismimin olduğu sokak ve çevresindeki Xançepek ve Gavur Mahallesi denen yer de yok artık. Dolayısıyla bugün artık o mahalle sadece isimdi, şimdi artık ismi kaldı diyeceğim. Şartlar müsait olmadığı için tam olarak göremedim ama yerle yeksan edildi. O eski Diyarbakır o eski yerleşik kültür, o mahalledeki kültür yok olmuş. Bir vesileyle yine söylemiştim, ‘söz uçar yazı kalır’ diye. Evet hiç olmazsa iyi ki bunları yazmışım.”
“Gavur Mahallesi” belgeseli
Margosyan, 4 yıl önce Yusuf Kenan Beysülen tarafından hazırlanan “Gavur Mahallesi” belgesini hatırlatarak, belgeselin hikayesini de şöyle anlatıyor.
“Yaklaşık bir buçuk saat süren bir belgesel yaptık. Ben Diyarbakır’ın sokaklarında gezdim. Küçeleri dolaştım. Babamların 1915 olaylarında terk ettiği topraklar olan Heredan’a gittik. O belgesel çok güzel bir belgeydi. İyi ki yaptık dedik. Fakat dört yıl sonra o sokaklarda her şey bitince anladık ki bizim belgeselimiz hakiki bir belgesel oldu. Artık biz yeni baştan böyle bir belgesel yapmaya kalksak mümkün değil. Böyle bir de şanssızlık mı, şans mı, kader, kısmet mi dersiniz hepsini tırnak içinde söylüyorum tabi. Hiç olmazsa benim kitaplarımın dışında ayrıca bir de elimizde canlı canlı Diyarbakır sokaklarını gezerek anlattığım bir belgeselimiz var. Aras Yayıncılık’tan tüm kitaplarımı içeren bir antoloji çıktı. Şimdi onun bir de belgeselini hazırladı arkadaşlar onu isteyenler edinebilirler.”
Nerede o Diyarbakır?
Diyarbakır’a ve geçmişe dair en çok özlediği şeyi ise şu sözlerle dile getiriyor:
“Bir kere hani genelde nostaljik olarak nerede o eski bayramlar, nerede kaldı o eski komşuluklar, falan diye klasik bir şey vardır. Bunu yaşayınca insan galiba farkında olmadan hissediyor. Mesela ben ‘Ahh nerede o eski Diyarbakır’ gibi değil de ‘Nerede o Diyarbakır?’ diyebiliyorum. Çünkü o benim 50’li yıllarda anlattığım Diyarbakır artık bu Diyarbakır değil. Çünkü o zamanki Diyarbakır muhtemelen 40-50 bin kişinin yaşadığı bir kentti. O kent popülasyonu da az olduğu için insanların çoğu birbirini tanıyordu. Bir selamları, merhabaları vardı. Hiç olmazsa herkes evinden işine yolunda giderken üç kişiye beş kişiye bir merhaba diyordu. Bir tanıdıklık, bir yakınlık vardı. Bugün öyle bir şey yok.
“Sadece Diyarbakır için demiyorum. Bu genelde böyle. Şehirleşme var. Diyarbakır bu anlamda çok da kötü bir şehirleşme geçirdi. Diyarbakır’ın o kadim kültürünün bugün sadece Sur’un dört duvarı arasında bir bölümü kaldı diyelim. Gerisi yerle yeksan olmuş durumda. Dolayısıyla ben artık şu veya bu vesileyle Diyarbakır’a geldiğimde ilk işim Gavur Mahallesi’ne veya Xançepek’e gidiyorum. Suriçi bana bir şey ifade ediyor. Surun dışında yapılan bir sürü yeni binalar var, hiçbiri bana bir şey ifade etmiyor. Dolayısıyla ben onu arıyorum. Onu ararken de sadece mekan olarak aramıyorum, oradaki Kürdüyle, Türküyle, Yahudisiyle o insanların iç içe, zaman zaman ufak tefek sürtüşmelerine rağmen içiçe olan yaşamı arıyorum. Ama maalesef onu bulamayınca da üzülüyorum neticede. Şu an üzülmenin dışında elimden gelen bir şey yok. Bir tek beni teselli eden şey varsa hasbelkader izleyebildiğim kadar, aklımda kaldığı kadar anılarımı döktüm kitaba, yazdım. Benden sonraki nesil bunları okuyunca Diyarbakır’la ilgili bir bilgileri olacak. “
Suriçi yamalı bohçaya dönmüş
“Bahsettiğimiz o Gavur Mahallesi ve çevresi yok olmuş durumda. Bir iki han ve kilise var. Onun dışında bir şey göremedim. Şimdi yeni yeni hesapta Diyarbakır’ın kültürünü yansıtan taş evler yapılıyor güya ama dışarıdan geçerken izleyebildiğim kadarıyla -çünkü aynısını Urfakapı’da da yapmaya başladılar- asla Diyarbakır’ın kültürünü yansıtan evler değil.
“Dam üstünde saksağan vur beline kazmayı’ türünde bir şey oluyor. Bir yamalı bohçaya dönmüş ve yapılacak bir şey yok, olan olmuş. Bizden sonraki nesiller eğer merak ederse araştırırlar. Bakın basit bir şey söyleyeyim. Oradaki halk zengin değildi. Büyük çoğunluğu esnaftı, marangozdu, demirciydi, şöyle veya böyle geçinen insanlardı. Tüm bunlara rağmen o zamanlar Diyarbakır’da, sokakta, ‘moor menevşe mor’ diye menekşe satılırdı. İnsanlar üç kuruş, beş kuruş karşılığında o menekşeyi satın alıp evinde ki büyük çoğunluğun da vazosu yoktur. Uyduruk bir bakracın içerisine koyar ve onu paylaşırdı. Bakın 50’li yıllarda ‘moor menevşe mor’ diye menekşe satılan bir şehirden bahsediyorum. Bugün böyle bir kültürden bahsettiğim zaman herhalde insanlara hayal kuruyormuşuz gibi bir şey gelir. “
Kirvem sen qeflede nerede kayboldun?
Kitap imzalatırken okurlardan birinin yanına gelip “Soyağacımızı araştırdım. Büyük dedemin adı Artin’miş. Bizim soyumuz da Ermeniymiş” dediğini hatırlattığımızda ise Margosyan şunu anlatıyor:
“Artık o kadar duya duya ezberledim ki. 1915’te kimileri ‘tehcir’, kimileri ‘soykırım’ diyor mesela ben onlardan ziyade ‘qefle’ sözcüğünü kullanıyorum. Çünkü babamlar da ‘qefle’ sözcüğünü kullanıyorlardı. Kafile halinde yürümekten bahsediyorlardı. O bir deyimdir. Onun için kendi aralarında konuşurken şöyle sorarlar: ‘Kirwem sen qeflede nerede kayboydun, kaç yaşındaydın, annen neredeydi?’ filan gibi.
“Birtakım insanlara bakıyorum şimdi geliyorlar, ‘Hocam biliyor musunuz bizim de kökenimiz Ermeni’ymiş’ diye dertleşiyorlar. Ben de onlara takılarak, ‘Eh Allah başka keder vermesin’ diyorum. Bir nevi teselli etmeye çalışıyorum. Haliyle o zincirin halkası kopmuş diye üzülüyorlar.”
Fuardan duyduğu memnuniyetin belirten Margosyan, 7’den 70’e okurlarıyla buluşmaktan mutlu olduğunu söyledi.
“Henüz doğmamış çocuklara kitap imzalattıran hamile kadınlar olmuştur bana. Dün bir sürprizle karşılaştım. Puset içinde bir bebek getirdiler. Kız çocuğuymuş, on günlükmüş. O bebek adına imzalattılar. ‘Bu gürültüde, patırtıda toz içine neden çıkarttınız?’ dedim. ‘Olsun hocam biraz kitap tozu yutsun’ diye yanıtladılar. Basit gibi görünen bir şey ama o bebek için büyük risk. Duygulanıyorsunuz, bir şeyler paylaşıyorsunuz. Paylaştığınızda insanlar mutlu olabiliyor, hüzünleniyorlar.” (BD/BK)