Fotoğraf: AA
Nedir? Nedir? Nedir? Olan ne? Niçin oldu? diye soruyorduk ilk günlerde, birçoğumuz uzakta olduğumuzdan ekran başına kilitlenmiştik, bu soruları sormaya ve olanı anlamaya ihtiyacımız vardı. Şok içinde “Ne yapmalı?” diye soran milyonlar olarak gezindiğimiz ilk üç günün ardından, bu soruları aştık. Artık soru biçimini almayan, söze dönüşemeyen kelimeler yan yana gelip dökülüyor dilimizden. Ne söyleyenin ne de dünyanın bilincinde yer ediniyor ağzımızdan çıkan sözler. Kulaklarımız açık olsa da bilincimiz kapalı; sözler ortalığa saçılıp kırılıyor. Kırılmadan bir araya gelenler de bir başka enkaz oluşturuyor. Peki, nedir bu an be an işittiğimiz, gördüğümüz, hissettiğimiz, jelin içine batmışçasına bizi yutan enkaz?
Enkaz kelimesi bizzat insanın dilinde ve bilincinde bir yıkım yaratacak kadar ağır, anlamı gibi: Arapçadan, önce Eski Türkçeye (Osmanlıcaya) oradan da Türkçeye yıkıntı, döküntü, çöküntü anlamlarını kazanarak geçmiş. Arapça nḳḍ kökünden gelen anḳāḍ أنقاض “yıkıntılar, harabat” sözcüğünden alıntıdır. Kelimenin kök anlamları, ahvalimizi anlatması bakımından manidardır: Yıkım, tahrip etme, geçersiz kılma, çelme.
AKP'nin ya da aşiretimsi ucube parti-devletinin uzun zamandır “Yeni Türkiye” diyerek kendi rejimini pasif devrim ile konsolide etmesine tanık oluyoruz. Eskisini yıkarken kendini de geçersiz kılıyor. Enkaz, yıkan ile yıkılanı özdeşleştirmekte. AKP hem yıkan hem de yıkılan konumundadır; hem geçersiz kılan hem de yıkıntı, harap. Yıkan ile yıkılanlar, hepimiz enkazda kaldık. Enkazın bu hali bir soruyu üzerimize yıkıyor: Şimdi bu hal de nedir? Hani “Koyun can derdinde kasap et/yağ derdinde” sözünü gerçeklercesine AKP’nin ya da Erdoğan’ın “mayın eşeği” diye de anılan TBMM eski başkanlarından Bülent Arınç, 22. Dönem TBMM Başkanı imzasıyla 13 Şubat akşamı yaptığı açıklamasında seçimlerin ertelenmesini önererek gaspçıların koltuklarında oturmalarına kılıf aramaktadır.
En-kaz-da-yız. Nefessiz kaldık. Ama anlamak da bir nefes. Anlayamadığımız için başımıza gelenle donakaldık. Donma hali, şokun sonsuz biçimlerinden yalnızca biri. Anlam ararız. Anlamlandırabildiğimiz ölçüde ferahlarız. Olan ne? Tanık olduğumuz bu olayın anlamı nedir? Bu halimiz de nedir? Nasıl yorumlayabiliriz? Anlamak, rahatlatır. O nedenle anlamak eyleminin ürünü olan anlam ilaçtır. Ruhun oksijenidir bir bakıma. Peki oksijenimiz var mı? Burası neresi? Bu yaşadığımız da neyin nesi? Neye dönüşüyoruz? Daha pek çok soru kemirip duruyor artık çürümeye yüz tutan ruhlarımızı.
Yaşayanlar mezarlığına dönmüş, ölümün bile lükse dönüştüğü, ölmenin bile elimizden alındığı dağlarıyla, dereleriyle, köyleriyle, kentleriyle, kurumlarıyla, hukukuyla ve daha pek çok şeyiyle kemirilip çürütülen bir ülkede, sokak çetesi bile denemeyecek amorf kliğin amorf “rejim”i tarafından gasp edilmiş durumdayız. Bu öyle bir klik ki kötü bir şaka ya da her şey dahil otellerde beşinci sınıf büfe tipi tatsız tuzsuz yemeklere eşlik eden üçüncü sınıf içkiler yanında meze bile olamayacak bir animatörün gaza niyetine oklu gösteriyi marifet sanıp sunan AFAD başkanına 90 milyonluk bir ülkenin canının emanet edilmesi distopik bile değil.
Bugün, ‘Batı’ dışında Kapitalizm ya da günümüzdeki biçimiyle Neoliberalizm, “ölümlerden ölüm beğenmek”tir bir bakıma. Ürün çeşitliliğini aynı ürün içinde de çoğaltan bu ekonomi-politik, ölümü de seçenekli hale getirip servis etmekte. Ama her şey gibi bu da “bedava” değil. Bunun için, yani ölümü almak, yani ölmek için geçerli tek currency (para birimi) ile ödeme yapmanız beklenmekte. Değilse ölümü bile seçemiyorsunuz; belki seçiyorsunuz ama kesenize uygun olanı.
İçinde nefessiz kalıp birbirimizi nefesimizle boğduğumuz, deyim yerindeyse zehirlen/y/erek öldü(rdü)ğümüz bu iklimde “iti ite kırdırmak” yöntemiyle katil de biziz maktul de. Böylece ortada ne hesap soracak ne de sorulacak özne kalıyor. Yöneleceği bir nesne olmayan öfke, kaynağına dönüp kaynağı yakıp kavuruyor.
Ölümlerden ölüm beğeniyoruz hem de bedel ödeyerek. Durumuz bir başka deyimde şu şekilde karşılık buluyor: Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek. Senelerdir sıtmaya razı idik. Sıtma, sürekli hırsızlığa maruz kalarak varımızı yoğumuzu çalmaları idi. Buna alıştık aslında. Tavadaki kurbağa misali kısık ateşte kaynayan tava içindeki suyun zamanla bizi öldüreceğini fark etmeden geldik bugüne. Arada içinde tutulduğumuz tezgahı fark edip canının yandığını beş duyuyu da aşacak şekilde gösterenler olsa da tavanın dışında olduğunu, bizzat tavayı ısıtanların kendileri olduğu yanılsamayla o çığlıkları boğdular. Oysa hayat için sirenler idi onlar. O tavanın içinde senelerdir her şeyi göze alarak sesini çıkarmaya çalışan şimdilerde çoğu ya öldürülmüş ya esir alınarak hapsedilmiş ya da sürgüne gönderilmiş durumdalar. İşte bu cesareti göze alarak Hakikati söyleyen sirenler, dışarıda kalanları -yarı açık hapishaneye dönüştürdükleri bu ülkede-, hizaya sokmak için içeride esir tutuluyorlar.
Ne sıtma ne de ölüm var kaldı raflarda. Depremle birlikte raflarda kalan diri diri gömülmek oldu. Kimi dışında kimi içinde 15 milyon, ekranların başında da 70 milyon insan diri diri gömmek eylemine tanık oldu.
Diri diri gömmek, ölmeden sela okumak ne anlama gelir?
Umut yaşatır. Enkaz altında da üstünde de (hatta ekranda da) olsa birbirini boğup kakafoniye dönen artık bir tür işkencehanenin bozuk hoparlörü işlevi de gören seslerin birbirine karışıp kulaklara sirayeti, muktedirlerin işkencede sınır gözetmezliğini göstermekte. Ölmek istersin ama işkencenin dozunu artırarak “Sana ölmek bile haram.” derler. Artık meşruluğunu içte ve dışta çoktan kaybetmiş aşiretimsi amorf ‘rejimsilik’, diri diri gömmek deyimini, animasyonla şova dönüştürerek gerçekleştirmekte. İşte bu tam da bu nedenle, canlı yayında sadaka töreni düzenleyerek kendi cenazesini bile ortalık yerde teşhir etmekte beis görmüyor.
Cebimizi, özgürlüklerimizi, doğamızı gasp ettikleri yetmedi şimdi de kentlerimizle birlikte hayatımızı da gasp ediyorlar. Olumlu rapor verdikleri binalar göçük altında. Dışarı çıkıp yemek yiyeceğimiz, konaklayacağımız, çocuklarımızı eğitim alması için gönderdiğimiz okulun depremle ilgili belgelerini mi talep edeceğiz? Belgeler, şüphesiz, tamdır. Ama işe yarar mı? Güvenimizi kaybettik. Nereye gideceğiz? Burada nasıl yaşayacağız? Hem duygu hem de değer olan güveni nasıl tesis edeceğiz? Güvenin kaybı, zeminimizin yitip gitmesi… Bu güvensizlikle nasıl başa çıkacağız? Hakikati söyleme cesareti göstererek, bu cendereden çıkabiliriz.
Parrhesia, Yunanca hakikati söylemek; bu sözcükte türetilen parrhesiastes, hakikati söyleyen kişi anlamına gelir. Bu kişi, iktidar ya da güç odaklarıyla asimetrik bir denklemde risk alarak kamu yararına olanı yani hakikati söylemek cesaretini gösteren kişidir. Hakikati bilmek, onu paylaşmak sorumluluğunu yükler. Bilmek, o nedenle, sorumluluktur.
Burada ısrarla sorulması gereken daha pek çok soru var. Soruları sormakla kalmayıp yanıtlar vermek de yapılması gerekenler arasında. Yerinde sorulara verilecek doğru yanıtlarla örülür Hakikat. Parrhesiastes, işte bu hakikatleri kamusallaştıran kişidir.
İmdi, enkazın hem nedeni hem de sonucu olan AKP ve amorf kliği Rubicon’u geçti. Artık koltukta oturmaları meşru değildir. Bunun ilk işareti, uluslararası kurumlardan, Dünya Bankası’ndan geldi. Depremin açtığı yaraların sarılması için merkezi hükümete değil yerel yönetimlere kaynak aktaracaklarını yani kibarca AKP kliğinin gasp ettiği T.C. Devleti’nin ‘yasal’ ama meşru olmayan hükümetini tanımadığını ilan etti.
Rejim, gücünü ancak bu kadar radikal biçimde gösterebilirdi. Bu, bir güç gösterisinden ziyade kudret pornografisidir. Gücün tasarrufunda hiçbir ilkenin gözetilmediğinin de işaretidir.
Baştan başlayalım, yeniden başa döndük çünkü: Peki, şimdi ne yapacağız? Suçlulardan hesap soracağız. Kendimize, yaşama, yaşamı gasp edilenlere, diri diri gömülenlere borcumuz var. Borcumuz yaşama borcu, sorumluluğumuz ise hesap sormak. Şimdi hesap sormak zamanı. Siyaseti yapmak zamanı, tam da şimdi. Siyaset yapmak, hem de şimdi siyaset yapmak, borcumuz ve sorumluluğumuzdur. Meşru olmayan, enkazın hem nedeni hem de sonucu olan gülünesi, soytarı bile olamayan bu amorf rejimi, bu diri gömücü gaspçıları nasıl göndereceğimiz üzerine düşünmek zamanı. Sorumuz, o nedenle “Ne yapmalı?” değil; ne yapılacağı açık ve seçik biçimde önümüzde çünkü. O nedenle soru ve sorun: “Nasıl yapmalı?” Devlete rağmen dayanışmayı ören sivil toplum, bu sorunun yanıtını üretmeye mahirdir. Siyaset kurumunu politize edecek olan da sahada dayanışmayı ören işte bu öznelerdir. İşin “nasıl”ına işte bu öznelerin bir araya gelmesiyle ulaşabileceğiz.
Yaşamı gasp edilenlerin anıları ve bu gasplara tanık olanların acıları önünde saygıyla… (MVB/AS)