Maurice Blanchot “Ölüm Anım” isimli o kısa “öznel” metninde kendisinden “genç adam” olarak bahseder. Metin, Nazilerce baskına uğrayan bir sahneyle açılır ve metnin sonunda “genç adam” ölür. Daha doğrusu “ölü-ölümsüz” olur.
O baskından kaçar ve kurtulur Blanchot. Ancak “genç adam”, ölümünün eşdeğerlisi sayılabilecek bir elyazmasını bu kaçış sırasında kaybetmiştir. O defterde ne yazdığının bir önemi yoktur; önemli olan el yazmasını kaybetmemesi gerektiği bilgisi; hatta bu bilgiyi bilmesidir.
“Ölüm Anım” dediği anın “yaşamdan arınma mı, sonsuzun açılması mı?” olduğunu kestirememektedir Blanchot. Ancak “adaletsizliğin ıstırabı” olduğu kesindir. Ve sonunda şunu der: “Sanki dışarıdaki ölüm bundan böyle yalnızca ondaki ölüme gelip toslayabilecekti.”[i]
***
En hafifinden bir çılgınlık şeklinde demokratikleşen bir toplum düşünelim; artık organ’ların beden’i doldurması gerektiği düşüncesinde.
***
Ben, ne Ankara Garı önünde ölenlerin gazetelerde manşetlendiği gibi “asla unutulmayacak”ı üzerinde durmak niyetindeyim, ne de “acaba kim patlattı” ile “adalet yerini bulacak mı” budalalığı arasındaki sade’lik üzerinde.
Büyük bir ‘ölümsüzlük’ün ortasındayız. Sanılanın aksine, kendini tıka basa doldurduğu için değil; kendinde kalan son kırıntıları da, kendini patlatarak tamamen boşaltabileceği düşüncesiyle hareket eden ve ‘ölümlü’leri ölümlü olduklarını söyledikleri için öldürmeye girişen bir ölümsüz öznesizlik girişiminden dolayı. Kanamayan bir insan tipi bu. Kanatabilen ama kanamayan bir beden. Girişimin kendisiyle hem kendini ‘başka’ları için patlatan hem de ‘özne’liğini yok oluşunda gören bir ruh. Makine-beden de değil; ve tam da makine-beden olamadığı için kendini patlatan bir “şey”. Yeryüzünde, ne bir süjeyle ne de bir objeyle özdeşlik kuramamış, kuramadığı içinde o verili ‘ahlaksız-ahlak’ın etrafında turlar atıp, kendi kendini iç’ten iç’e “yiyemeyen”, inanmaya meyilli ama aslında bir türlü inanamayan bir tip.
Boşuna sorumlularını aramayın, boşuna adaletin yerini bulmasını beklemeyin derim tüm bu gerekçelerle. Çünkü yoklar! Tek başlarına makine-beden olamayan ancak bir araya gelince makine olabilerek kendi yokluklarını hikâyeleştirebilen, bir beden sahibi olan, buna dahi dayanamayan, paylaşılan bir şizofreni vasıtasıyla (ancak) kendisizliklerinden kurtulabilen bu tipler, tabii ki bu ‘makine’nin eşdeğerlisi olan ve bu nedenle onun için bir tehlike arz eden, tek başlarına tüm dünyanın karşısına, kimselerden olmayarak dikilebilen ya da en hafifinden bu arzuda olan ‘makine-beden’leri organlarına ayırmak isteyecektir.
Bu nedenle, “ölü-ölümsüz”lerin “ölümsüz-ölü”lerce öldürüldüğü bir yer Ankara Garı benim için. Öldürenin başka bir uzama gittiği, ancak ölenlerin biz hatırladığımız sürece hatırlanacağı bir “acınmasız” gerçeklik. Sosyal medyada hiçbir şey olmamış gibi paylaşımlar yapanlara kızmalarda bu yüzden: Neden delirilmediğine dair bir isyan, ağıt. Delirme isteği uyandıran ama deliremeyecek kadar aklı başında olanların akla isyanı.
Boş vermek istiyorum utanmazca adaletin yerini bulmasını ve buna davet ediyorum herkesi. Şu soru hayati: “Ne yargılayabilir bu olanları?” Kim değil! Basındaki “insanlık dramı” vurgularının önüne geçip, tüm “kansızlığıyla” bu kanın hakkını hangi kansız, kanatılamayacak, insan varolduğu sürece patlatılamayacak yasa sağlayabilir. Demek istediğim, yargılanmamaları değil; kastım, “gerçekten” bu yargılanma olsa ve adalet olması gerektiği gibi işlese dahi, bir muhabirin cezaevi kapısı önünden, tüm o gereğinden fazla vurgu dolu ses tonuyla “…işte o saldırının zanlıları ardından bu cezaevine getirildi…” sunumuyla rahatlamayacağım düşüncesi. Daha kötüsü, tüm bunlar olmadan, gerçekleşecek olsalar dahi, geleceğe yönelik kendimdeki bu geri dönüşsüz hissiyatsızlık.
Midemiz bulanmıyor tüm o organlara baktığımızda. Çünkü biz Roland Barthes’ın baktığı gibi bakıyoruz o organlara: Bakışımızla tamamlıyoruz organları ve bir beden’e kavuşturuyoruz yeni evli çifti, öğrencileri, çocuğu, anneyi, babayı…
Sonsuz bir devinimsizlik düşüncesiyle, kendimizi belli bir akla imlemek için hemen profil resimlerimizi değiştiriyoruz. Çünkü Ankara Garı karşısında acıyamıyoruz; acımamız için acımamızın karşılayabildiği bir olay değil. Acımızı dışsallaştırabildiğimiz bir gerçeklik ya da dışsallaştırdığımız kadarının başkaları tarafından inanılırlığı yok. Bundandır, o profil resimlerinin değişmesi de, profil resimlerini değiştirenlere tiksintimizde.
En büyük çılgınlık da, dilsizlik de buluşamayışımız. Ortada, en çirkininizin deyimiyle bile “cesetler” var hanımlar, beyler. Adaletin yerini bulmayacağı düşüncesinde birleşiyoruz aslında. Çünkü, en azından dilsizlik bekliyoruz ama bu bile yok. Ortada herkesin bal gibi bildiği bir hiçlik var ve içini dille doldurabileceklerini zannediyorlar o full hd ekranlarımızda, iyi giyinmiş hanımlar ve beyler.
***
Son söz; seçim var ve söylenen şu: “Bu acı olayı siyasi ranta çevirmeyin!”
“Elyazması defterimizi kaybettik biz majesteleri.” (ST/HK)
[i] Maurice Blanchot, Ölüm Anım, çev: Bahadır Turan, İstanbul: Encore, 2012.
* Fotoğraf: Murat Babacan - İstanbul/AA