Latin Amerika’nın dünya edebiyatına kazandırdığı, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Kolombiyalı romancı Gabriel Garcia Marquez ilk defa yaklaşık 3 yıl önce “2005 yılından itibaren tek satır kaleme alamadığını” açıklamıştı. Bugünlerde ise, yine tüm dünyada Marquez’in yazıyı gerçekten bırakıp bırakmadığı tartışılıyor.
Romancının tüm açıklamalarına rağmen eleştirmenler, usta yazarın aslında 2004 yılında yayımlanan son romanı Benim Hüzünlü Orospularım’ın ana karakteri olan yaşlı bir gazeteci aracılığıyla okurlarına ölümsüzlük arayışını sonlandırdığı mesajını verdiğini belirtiyor.
Marquez, Benim Hüzünlü Orospularım’da, genelevde çalışan genç bir kızın masumiyeti sayesinde yaşlı bir adamın ölüm ve hüzün arasında gelip giden yaşam sorgulamasını tamamladığını anlatıyordu. Yazarın kendi yaşamından da izler taşıyan roman, sıradan bireyleri yazar olmaya iten ve insanoğlunun temel çelişkilerinden biri olan ölüm-ölümsüzlük ikilemini edebiyat aracılığıyla sorgulayarak bir anlamda edebiyatın kendisi için işlevini tamamladığını da ifşa ediyordu bir.
Belki de bu bağlamda, iç çelişkisini 80 yaşına doğru son romanı aracılığıyla bir noktaya bağlayan Marquez için gerçekten yazı olarak yaşam, kendi döngüselliği içinde ölüm ve yaşam çemberini tamamladı ve artık kelimeler sadece hüzün olarak onda saklı kalacak.
Benim Hüzünlü Orospularım
Benim Hüzünlü Orospularım’da, yaşamı; gençliği ve güzelliği ile simgeleyen uyuyan güzel Delgadina aracılığıyla artık yaşamın kendisi için canlanmayacağını kabullenen yazar için aşkla kutsanan ölümün hüznü, yaşamsal bir gerçeği devam ettirecek gençliğin, genç bir kızın saflığı kadar sonsuz olduğunu da kabullenişidir aslında.
Eski bir İspanyol romanından esinlenerek adını koyduğu Delgadino’nun onu her reddedişinde kendini “aşağılanmış ve hüzünlü, bir kefal gibi soğuk hisseden” yazar, adeta şair John Keats’in ‘Eski bir Yunan vazosuna ağıt’ adlı ünlü şiirine de atıfta bulunur.
Sanatın zamanı donduran ölümsüzlüğü ile insanın ölümlülüğüne karşı bulduğu bir ölümsüzlük manifestosu olarak sanatçının eserinin kalıcılığı çelişkisinde olduğu gibi Marquez’de, aşkla kabullendiği ölümün soğukluğu karşısında sadece eserlerinin kalıcı olacağını bir defa daha sessizce idrak eder ve bu romandan sonra yazamadığını tüm dünyaya açıklayarak, kendi ölümlü bedenini aşan hüzün duygusunu da tüm insanlıkla paylaşır.
Yaşamı boyunca aşkı ve kadınları genelevlerde parasını ödeyerek birlikte olduğu kadınlar aracılığıyla tanıyan romanın yaşlı gazetecisi için, bir gecikmişliğin ifadesi olarak, ahir ömründe kendi kendine aşkı ve cinselliği yeniden keşfettirecek yaşlılık hediyesi olan saf bir genç kız ile birlikte olma isteğinin sonunda bulduğu hüznün aracı olan genelev patroniçesi ise, evrensel anneliği simgeleyen bir biçimde Marquez’in -romanda yaşlı gazetecinin- ölümden sonra doğaya döneceğinin bir simgesidir.
Aşk, Ölüm ve Yazı
Yaşamını, edebiyatı aracılığıyla gerçekleştirdiği politik muhalefete de ayıran Marquez için kalıcılığın sembolü olan sanat eserinin değerinin bir defa daha kutsanması anlamına gelen son romanı; ölümle gelen hüznün, bir daha asla yakalanamayacak olan ‘kayıp/ gecikmiş’ zamanın izindeki yaşlı gazetecinin genç Delgadina’da bulduğu aşkın da yazıya ve ölümsüzlüğe bir hediye edilmesi anlamına gelir.
Bu bağlamda, bugün 82 yaşında olan ve artık roman yazamadığını (eğer bir sürpriz yapmazsa) açıklayan ve hâlâ yazıp yazmayacağı tartışma konusu olan G. G. Marquez’in neden yazmadığı sorusu da ölü- ölümsüzlük çelişkisinin kendisinde saklı yaşamsal bir muammadır.
Muhtemelen yazar, yazarlığın evrensel çelişkisi içinde ve tüm dünya edebiyatına armağana olan ‘büyülü gerçekçilik’ akımının kendi büyüsünde olduğu gibi, yaşamın ona bağışlayacağı anların geldiği kadar yazacaktır. Kim bilir belki de yazar, 90 yaşında bir ustalık romanıyla daha okurlarını yazmanın ve yaşamın büyüsüyle şaşırtabilir. (YK/EÜ)