“Bizde böyledir; ilk maçına babanla gidersin”. Babamla ilk kez maça gittiğimde sanırım beş ya da altı yaşındaydım. Annem ve ablam da vardı. Ankara’da yaşadığımız yıllardı ve Gençlerbirliği – Galatasaray maçına gitmiştik.
1990 yılı civarı olduğunu düşünürsek, muhtemelen babamın omuzlarında uzunca bir süre kuyrukta bekleyip, nihayetinde tribüne ulaşmışımdır. Hafızamda net olmasa da, ilk gittiğim maçı ve duyduğum heyecanı unutmuyorum. Ondan sonra babam maçlara pek gitmez oldu. Yaşını bahane etti; o kadar eziyet çekemem artık dedi (o stadyum şartlarında haksız da değildi). Neticede futbol aşığı bir anne-babadan (evet annem de!) iki tane futbol delisi kız çocuk çıktı.
Bugünlerde televizyonda sıkça dönen bir içecek reklamıdır bunları yazmama vesile olan. Bir erkek çocuk, babasıyla birlikte maça gidiyor. Önce tüm futbolseverlerin bildiği gibi stat önü köfte ekmek ritüeli uygulanıyor, sonra çocuk –sanıyorum ofsaytı- babasına soruyor, Meksika dalgası yapıyorlar, gol sevincinde kucaklaşıyorlar filan. Evet, taraftarlar olarak hepimizin paylaştığı yaşanmışlıklar.
Bu kısa reklam, çocukluğumdan beri futbol taraftarlığıyla ilgili yaşadıklarımın zihnimden hızla geçmesine sebep oldu. Ortaokul yıllarında beraber maç yapmak isteğimde erkekler tarafından uzaylı muamelesi görmem, bir röveşata golünün konuşulduğu sohbete karıştığımda benimle dalga geçen erkek arkadaşlarım (“oha kız röveşatayı biliyor”), sürekli olarak futbol bilgimi sınayan sorular (takım kadrosu saydırmaktan ofsaytı anlattırmaya kadar), “aa Bundesliga başlamış” dediğimde şoka giren bir erkek arkadaşım ve kocama beni işaret ederek “oğlum ofsaytı bilen kadından korkacaksın” diyen bir başka erkek…
Maçlara annemle gittiğimi söyleyince yüzüme hayretler içinde bakan insanlar; özellikle de kadınlar... Öyle ya, reklam ya da dizilerde de sıkça karşılaştığımız gibi, bir kadın olarak futboldan nefret etmem, “ay ne anlıyor bu kadar adam bir tane topun peşinde koşmaktan” diye söylenmem ve eve ikinci bir televizyon alıp yan odada dizi izlemem gerekirdi. Her normal (!) genç kız gibi, platonik aşklarım pop yıldızlarından biri olmalıydı; futbolculardan biri değil.
Cinsiyetin toplumsallaşması sürecinde bizler kadınlık rollerimizi öğrenirken pasif ve duygusal olmayı, elimizin hamuruyla erkek işine bulaşmamayı öğrenmiştik. Erkekler güç gösterisi ve saldırganlık içeren oyunlar, kızlarsa hayat boyu vazifelerinin bir simülasyonu olan evcilik oyununu oynamalıydı.
Bizim ülkemizde (ve sanıyorum pek çok başka coğrafyada da) erkek çocuğun sosyalleşmesinde bence kilit bir yer tutan futbol, erkek oyunuydu ve kadınlara bu erkek oyununa anlam verememek ya da en fazla seyirci olmak kalıyordu (1). Futbol ile ilgilenmek, hele hele yorum yapmak ne haddimizeydi.
Lisedeyken GS’ın şampiyonlar liginden elendiğinin ertesi günü okulda hüngür hüngür ağladığımı ve benim gibi futbolu çok seven bir kız arkadaşım dışında kimseyi bunun için ağlıyor olduğuma inandıramadığımı hatırlıyorum. Ancak aynı yıllarda futbolu sevmeyen ya da futbolla ilgilenmeyen erkeklerin tamamlanmamış erkekler olduğunu düşünen de bendim. Connell ‘hegemonik erkeklik’ kavramsallaştırmasında bir erkeklik biçiminin diğerlerine baskın geldiğinden ve idealize edildiğinden söz eder. (2) Bizim ülkemizdeki egemen erkeklik tanımının içinde futbol sevdalısı (hatta mümkünse şiddet eğilimli ve küfür edeninden) olmak vardır. Sanırım bu nedenle ben de futbol ile alakadar olmayan erkeklere burun kıvırıyordum.
Diğer yandan hiçbir zaman küfürden hoşlanmadım. Özellikle kadın bedeni üzerinden giden küfürler her zaman canımı acıttı. En son geçen yıl yine annemle gittiğimiz bir derbi maçı öncesinde yolda duyduğumuz küfürler özellikle annemi çok rahatsız etti. Belki de bu yazıyı okuyan bir taraftar ‘racon bu, siz evde izleyin o zaman’ diye geçirebilir içinden. Açıkçası annem için asıl üzücü olan, bu racona kadın taraftarların da uyması ve kadın cinsel organı içerikli küfürleri bağıra çağıra haykırmalarıydı. Oysa Birkalan Gedik’in de belirttiği gibi, futbol izleyicisi erkekler küfür eden kadına saygı bile duyuyordu (3). Küfür, kadınları ‘erkek gibi’ yapıyordu ki bu da büyük bir onurdu. (!) Anneme tüm bunları, kadınların da bu vesileyle futbolun eril dünyasına girmeye çalıştıklarını, hatta belki de bu vesileyle erkek iktidarından pay almaya çalıştıklarını düşündüğümü söyledim. Anlamlı geldi mi bilmiyorum ama gözlerindeki şaşkınlık ve hayalkırıklığını hatırlıyorum.
Bunları yazmama neden olan reklama ise ekranlarda dün rastladım. Maça giden bir baba – oğul var; anne zaten tamamen kayıplara karışmış durumda (ya evde ütü yapıyordur ya da bol ağlamalı bir dizi izliyordur herhalde). Öte yandan reklam metninde ‘çocuklar’ lafı geçiyor ama o çocuğun oğlan çocuk olduğunu hepimiz biliyoruz. Zaten seyircisiz oynama cezasının stadyuma yalnızca kadın ve çocukların alınarak uygulandığı bir düzende, daha fazlasını beklemek de hayalperestlik olurdu sanırım!
Son dönemde spor ile toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkiyi araştıran çok sayıda çalışma yapılıyor. (4) Sporun ve özellikle futbolun erkeklik inşası ile ilişkisini kuran yayınlara da rastlamak mümkün. Benim amacımsa futbolun eril dünyasında, futbolu çok seven bir kadın olarak yaşadıklarımı paylaşmaktı. Sıkı bir Arsenal taraftarı olan Nick Hornby, futbolseverlerin çok iyi bildiği “Futbol Ateşi” kitabında futbola olan aşkını şöyle anlatır:
“Ansızın, açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan, getireceği acı ve kafa karışıklığını bir nebze bile düşünmeden.” (5)
Katılmamak ne mümkün!
* Ece Erbuğ Şanlı, Hacettepe Sosyoloji doktora öğrencisi
Dipnotlar:
(1) Candansayar. S. (2010, Yaz). Futbol, Delinin Aşkı. Cogito, 63, 74-85
(2) Aktaran Haywood C. Ve Mac an Ghaill M. (2003), 21
(3) Birkalan – Gedik H. (2010, Yaz). Futbol, Delinin Aşkı. Cogito, 63, 137-148
(4) Türkiye özelinde konu ile ilgili olarak; Prof. Dr. Nefise Bulgu ve Doç. Dr. Canan Koca Arıtan’ın çalışmalarına bakılabilir.
(5) Hornby. N. (2006). Futbol Ateşi (Bağış Erten. Çev.) İstanbul: Sel Yayıncılık