İstanbul Devlet Opera ve Balesi, 2012 yılının Ocak ayı itibari ile bünyesinde iki adet sahne bulunuyor.
Bu iki sahnenin birisi şehrin Anadolu yakasında, diğeri ise Avrupa yakasında. Anadolu yakasındaki Süreyya Operası binası, köklü bir geçmişi ve kendine has, ayakta duran mimarisi ile varlığını uzun zamandır sürdürmekte.
Fulya Sahnesi
Kadıköy Belediyesi bünyesinde hayatını sürdüren Süreyya Sineması binası içinde olan sahnenin dengi olarak görülebilecek Fulya Sanat Merkezi, 24 Kasım 2010 tarihinde kapılarını açtı.
Teknik detaylara bakıldığı zaman, sahnenin yapabilecekleri dudak uçuklatmakta. 630 kişilik kapasitesi, 100 kişilik bir orkestrayı sahnede ve kuliste barındırabilecek bir yapısı var.
Yapısı ferah, geniş koridorlara sahip, boğucu olmaktan uzak ve yapay ışıklandırma ile en ufak bir gölgeyi bile yercesine aydınlık. Ama bütün bu pozitif özelliklerin yanında Fulya Sanat Merkezi'nin önemli bir özelliği var; Aşçıoğlu İnşaat tarafından inşa edilmiş Selenium Plaza binasının içine sıkıştırılmış durumda.
Bir şehrin kültür ve sanat binalarının, içlerindeki etkinliklerle yarışır seviyede mimarilere sahip olması, aslında kötü ya da istenmeyen bir özellik değildir.
Fransa, Büyük Mimari Projeler çalışması ile (Major Construction Projects) Louvre piramidinde ya da Pompidou Kültür Merkezi'nde bunu uygulamış ve şehirdeki sanatsal ve kültürel etkinlikleri sadece tek bir çatı altında toplamamış, aynı zamanda şehirlere simge olacak ikonik mimariler oluşturmayı başarmıştı.*
Ama Beşiktaş Belediyesi'nin beşinci kültür ve sanat merkezi olan Fulya Sanat Merkezi, ki Atatürk Külltür Merkezi (AKM) sonrasında İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nin kullanabileceği nadir yerlerden birisi olduğunu belirtmek gerekir, bir alışveriş merkezinin içine, ölgün, basık, yönlendirme bilgileri bulunmayan bir alanı geçerek ulaşılan bir konuma yerleştirilmiş durumda.
Yokluk ya da sıkıntılı durumların varlığı altında belki böyle bir hamleye bahane bulunabilir, ama zaten böyle bir inşanın varlığı ile "sıkıntı" kavramının yan yana olması paradoks gibi birşeydir.
Bugün, bir kişiye İstanbul içinde sergilenen eserlerin yerini göstermek istediğinizde, Avrupa yakasında ne yazık ki parmaklar Selenium Plaza'yı, kültür ve sanat camiası için hiçbir niteliği olmayan görevine uygun bir iş merkezi , gösteriyorlar.
İstanbul Modern Dans gösterilerini orada sergiliyor, İstanbul Senfoni Orkestrası konserlerini orada veriyor.
Ama o sahne, o binanın içinde atıl, yalnız, sahipsiz ve en kötüsü de gözlerden uzakta kalıyor.
Sahnenin konumlandırması sebebiyle sahip olunan rahatsızlıklar, ne yazık ki sahnenin teknik yeterlilikleri altında ezilmekte. Ayrıca böyle bir sahne, taşınabilir bir mal olmadığı için transferi de mümkün değil.
Bütün bu durumlar göz önüne alındığında, bu yanlış karar sadece tek bir sahnenin kaderini değil, aynı zamandan bundan sonra yapılması muhtemel sahnelerin kararlarını da etkilemekte rol oynamış durumda.
Yani verilen zarar sadece Fulya Sanat Merkezi ile sınırlı kalmayabilir, bundan sonra yapılacak herhangi bir sahne, kendi binası olmaksızın bir alışveriş merkezinin karaktersiz bir katına tıkılabilir, başka bir binanın içinde sindirilerek oturtulabilir.
Çünkü bunun yanlışlığı teknik detaylar ile kapatılmaya çalışılmaktadır ki, Fulya Sanat Merkezi sürekli belirtilen özellikleri ile bunun acı bir örneği.
SALT Beyoğlu
Yaşam alanlarını birbirinden ayıran çizgilerin belirginliği 1960'lardan beri daha da fazla artmakta.
Esintilerini Amerika Birleşik Devletleri'nde gördüğümüz CID kavramı, (Common Interest Developments) yaşam alanlarını paylaşan insanların, bu alanların hatlarını çok katı bir şekilde çizip dışarı ve içeri kavramlarını tanımlamayı esas almaktaydı.**
Bugün, Türkiye içinde gördüğümüz toplu konut ve yaşam alanı mimarisi çalışmaları zaten bu proje düsturunun bir ürünü.
Hatların keskinliği bu kadar artmış, insanların aidiyetleri bu kadar keskin olarak ayrılmış, bir yerin içinde ya da dışında olmak böylesine önemli hale getirilmişken, İstanbul'da bir kültür kurumu buna daha farklı bir bakış açısı getiriyor.
9 Nisan 2011 tarihinde ilk binasının hizmete girişi ile SALT, bu aradaki çizginin geçerliliğini ön kapısında bile sorgulatan bir yapıya sahip. 19. Yüzyıla ait bir binanın restorasyonu sonucunda ortaya çıkan SALT Beyoğlu, katlanabilir paneller sayesinde binaya giren insanın geçmesi gereken büyük sınırların olmamasını sağlıyor.
Bütün bu kavramsallığının yanında, aslında dikkat edilmesi gereken bazı detaylar var. Bu detaylar, gerçekte bilinçli olan bu hareketi gözler önüne seriyor.
SALT Beyoğlu'nun giriş katında bilgi için kullanılan bir banko ve burada duran bir kişi var. Ama bu kişiyi kalın kıyafetler ile görmüyorsunuz, kışın soğuğunda bile.
Halbuki binanın ön cephesinde açılmış olan paneller sebebiyle binanın ısınması için harcanan enerji, sürekli dışarıya çıkmakta.
Bakıldığında, bunun ısınma giderleri konusunda büyük bir etkisi var. Ki "Kâr amacı gütmeyen" damgasına sahip bir kurum için giderler de önemli bir nokta.
Bunu göze alarak, bunun farkında olarak böyle bir cephe oluşturmak, "iç" ve "dış" kavramlarını yıkıp bir "alan" yaratmak zaten kurumun görüşünü büyük ölçüde gösteriyor.
Aynı şekilde, SALT Beyoğlu bünyesinde bulunan Açık Sineması, adından da anlaşılacağı üzere, gelip de bir parçası olmak isteyen herkesin paylaşabileceği bir alan.
Bir kapısı, o kapıda bekleyen bir görevlisi, görevlinin talep ettiği bir bileti olmayan, girişi ve çıkışı serbest bir sinema alanı.
Sinemanın arkasındaki asansöre binerek bir (veya iki) kat çıkarak başka sergilere bakabilme şansının olduğu, bütünü ile ziyaretçiyi kucaklayan bir kurum politikası var ortada.
Bu noktaların bu kadar canlı anlatılma sebebini de belirtmek lazım: Dışarıda bırakma ve dahil etme kavramları ile insanların aidiyetinin sorgulandığı bir zamanda "isteyen" ya da "merak eden" her kişinin faydalanmasını esas edinen bir kurumun değeri, hele ki bir şehrin çehresine etkisi bakımından inanılmazdır.
Çünkü sanat ve kültürün toplumda birleştirme özelliğinden çok sınıflandırma ve ayırma özelliğinden de bahsedilebilir.
Bu özelliği kaldırmasa bile, ortak noktada görüşebilmek için ziyaretçiyi, eğer isterse, bu dünyaya dahil eden bir kurum oluşturmak da aynı çehreye olumlu bir kimlik aşılayacaktır.
Bu demek değildir ki SALT bünyesinde her istediğiniz yere girebiliyor, her istediğiniz alana bakabiliyorsunuz.
Her kurumda olduğu gibi toplantı alanları, ofisler, bilgi-işlem odaları gibi yerler SALT bünyesinde de mevcut ki, bunların olmaması zaten düşünülemez.
Ama sadece kapısından girilen, gerekli eserlere bakılan sonra da acele ile çıkılan bir kültür kurumu değil, bunun yerine insanın içinde özgürce, baskı hissetmeden ve kendisini bulunduğu alana yabancı hissetmeden gerekirse aylak bir şekilde dolanabildiği bir kurumun yapılması gerçekten başarılı bir hamledir.
Üstelik bu kurumun öncülük edebileceği, "olmaz" denilen şeylere "oluyormuş" diye örnek gösterilebileceği de bir gerçek. (SK/BA)
Not: Mekanlar 11.01.2011 tarihinde ziyaret edildi.
* Council of Europe. (1991) Cultural Policy in France. Strasbourg: Council of Europe, Publishing and Documentation Service.
** Tarche, J.P. (2000). The Age of Access. New York: Putnam.