Doksanlı yılların sonları mıydı, tam anımsamıyorum, İstanbul’da düzenlenen bir miting sonrası polisin tavrına öfkelenen bazı gruplar başta banka şubeleri ve ATM’ler olmak üzere birçok yeri taşlamış, bazı lüks mağazaların da camlarını kırmıştı. Gençlik yıllarımızda lüks arabaları çizen veya lastiklerini patlatan gençlere alışkındı toplum.
Bunlar vaka-i adiyeden sayılan bireysel eylemlerdi ve bazen sempati ile karşılayanlara bile rastlanırdı. Hatta filmlerde senaryoya dahil olur, hafifletici soslarla sunulunca sevimli hale bile getirildiği olurdu.
Bu eylemler bir anlamda, o yıllarda toplum katmanları arasında gelir dağılımı farkının yoksullar aleyhine gitgide açılmaya başlaması ve görece daha lüks yaşamların iyice gözle görülür hale gelmesiyle ilişkilendirilir, bu bireysel eylemler de fazla abartılmazdı.
Sonraki yıllarda eskiyen modellerin daha alt sınıflara doğru el değiştirmesiyle bu olaylar da zamanla azalmaya başlamış, 12 Eylül sonrasında ise artık pek görülmez olmuştu.
Sayenizde artık arabalarımız çizilmiyor paşam, diyenler olmuş mudur bilmiyorum ama büyük kızım Ekin bizim külüstürü kullanmaya başladığından beri, yapıştırdığı ODTÜ çıkartmasından mıdır nedir, bizim onbeş yıllık külüstür de birkaç çizik yedi.
İyi de şimdi yıllar sonra tekrar nereden çıkmıştı bu haddini hukukunu bilmez güruh! Üstelik kalabalık gruplar halinde ve daha organize olmuş bir biçimde.
Ayrıca bu kez pazardaki ürünlere değil pazarlayanlara saldırıyorlardı. Öfkeleri artmış bir biçimde, ara sokaklarda gizlice otomobil çizer gibi de değil, saklanmaya ihtiyaç duymadan herkesin gözü önünde ve meydanlarda.
Bak işte bu affedilir gibi değildi. Sürmene’de onaltı yaşımda mahallede bir yazılama sonrası karakola düştüğümde yaldızlı çerçeveli bir yazı vardı duvarda. Sanırım o yıllarda birçok karakolda aynısı vardı.
Hiç unutmadım orada okuduğumdan beri. Şöyle yazıyordu: “Katili affederim, hırsızı affederim, zina yapanı affederim, ama polise silah çekeni affetmem. Çünkü polise çevrilen namlunun ucundan çıkan kurşun hedefini bulduğu an devlet yıkılmaya başlamış demektir, işte bunu affetmem. Napolyon Polis Nazırı…..”
Belli ki ezberlememiz için tam karşımıza koymuşlardı.
Sanırım bu eylemler de böyle bir algıya yol açmış, sermayenin kalbine yapılan bu saldırılar asla kabul edilemez bulunmuştu.
Neyse ki televizyonlarda yorumcular anında olayın adını ‘vandalizm’ olarak koymuş, büyük gazeteler de ertesi gün boy boy fotoğraflarla ‘vandalları’ teşhir etmeyi başarmıştı!
Yok öyle yağma! Bu iş araba lastiği patlatmaya benzemez! Varoşlardan gelip buraların huzurunu bozarsanız bedelini de ödesiniz. Artık öyle sempati falan duyan da olmaz; kırdığınız bankamatikten emekli maaşını çekemeyen Hüsamettin Amca’dan da bastonu yersiniz!.. Paranız yok nasıl olsa bankamatikte, elbette kırarsınız.
Çocukluğumda veznedarı olduğu banka şubesinin önünde çıkan bir kavga esnasında, bankanın camlarına kendini siper ederken kafası yarılan rahmetli dayımı anımsadım.
Bırak kırılsın sana ne dediğimde çok kızmıştı bana. Hepimiz bankanın ortağıyız, her yıl hisse senedi verir banka bize demişti.
Neyse ki günlerce süren ve insanı olaylardan daha fazla geren sosyolojik ve psikolojik tahlillere sonunda Murat Belge de dayanamamış olmalıydı ki “Frustration hali” diyerek hepimizi kurtarmıştı.
Murat Belge frustration deyiverince herkes gibi ben de İngilizce-Türkçe sözlüğü açıp bakmıştım. Bakmaz olaydım keşke. Sayfalarca karşılığı olan ve tamamı da bizi tarifleyen bir sözcük.
1 Kasım Seçimi sonrası toplumun en az yarısının içinde bulunduğu durum bana bir kez daha “frustrationu” anımsattı. Fakat bu kez sözlüğe bakmaya cesaret edemedim.
En az bir gecemi alacaktı okumak. Amerikalı briç partnerime sorayım dedim onlar için anlamı nedir. “Sounds sad” dedi. Google sözlüğü “hüzünlü sesler” diye çevirdi.
Küçük kızım İlke itiraz etti. Baba Google yanlış çeviriyor demiştim sana! “Kulağa üzücü geliyor” anlamında dedi. Oysa benim yıllar önce sözlüğe baktığımda aklımda kalanlar; “umutsuzluk”, “çıkışsızlık”, “çaresizlik”, “sıkışmışlık”, “hüsran”dı…
Bu duygu toplumun bir kesimini sarıp sarmalamışken nasıl yaşanacak peki bu hayat. Her gün çevremizdeki insanlara saatlerce umutsuzluğa kapılmaya gerek yok, enseyi karartmayın demeye devam mı edeceğiz Çetin Altan ustanın dediği gibi. Bir cevabı vardır elbet bunun dedim. Bir kez daha Nazım Usta’ya sordum…
O çok umutluydu:
…
İnsanlar sizi çağırıyorum:
kitaplar, ağaçlar ve balıklar için,
buğday tanesi, pirinç tanesi ve güneşli sokaklar için,
üzüm karası saçlar, saman sarısı saçlar ve çocuklar için.
Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler,
günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların,
çocukların avuçlarında yeşerecekler... (Şİ/HK)