Ulusal Cephe ve Halk Cephesi
Fransa'da başkanlık seçimlerinin ilk tur sonuçları karşısında tüm sol, kapitalist sınıf politikalarından tamamen bağımsızlaşmak ve bağımsızlaştığı noktada da ne kadar ileriye gidebileceği konusunda yaşamsal kararlar vermek zorundadır. Politik sahnenin en genç oyuncuları olarak küreselleşme karşıtı hareketin bileşenleri de aynı zorunlulukla yüz yüzedir. Karşıtlıkları ifade etmeye dayanan "anti"ci, "hayır"cı bir söylem artık yetmeyecektir. Fransa'da olduğu gibi mücadele, herkesi "evet"lerini tarif etmeye zorlamaktadır. "Evet"ler ise onlara ulaşılacak yolun tanımlanmasını gerektirir. Kapitalizm karşıtı olmak, bir ekonomik politikaya muhalefet anlamına gelmemektedir. Sermaye hareketlerine vergi koymak, dolaşımını kısıtlamak ve denetlemek türünden yaklaşımlar iktisat politikaları alanında kalmaktır.
Kapitalizm devlet, sınıf ve ekonomi ilşikileri bütününde tarif edilebilecek bir üretim biçimidir ve emek ile sermaye arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı ifade etmektedir. Sınıfsal içeriğinden arındırılıp, vurdumduymaz, alçak yatırımcılar ile yoksul ve aç halk, kentlerde yaşamaya mahkum insanlar, çevre kirliliğine maruz kalmış dünya gibi sosyolojik tariflere dayanan ikilemlere indirgenmemelidir. Her zaman böylesi çaba ve arayışlara yönelenler olacaktır. Her zaman yeni sistem analizleri ve yeni özne tarifleri olacaktır. Hepsinin de sahici olup olmadığının anlaşılması için politika alanında test edilmesi gerekir. Fakat en son Fransa örneğinde görüldüğü gibi politikanın sınırları en sonunda gelip sınıfların sınırlarına dayanmaktadır.
En azından bugün için. Fransa'da yaşanan durum seçeneklerin sınırlı olduğunu bir kez daha hatırlatmaktadır; ya bağımsız bir işçi sınıfı politikası benimsenecek ya da cehenneme giden yollardan birinden yürünecektir.
Bir politik mizansen klasiği; Şok
21 Nisan'daki Fransa Başkanlık seçimlerinde faşist seçenek Ulusal Cephe (Front Nationale -FN) lideri Jean-Marie Le Pen'in yüzde 17 oranında oy alması komünistlerden liberallere, küreselleşme karşıtı hareketin bileşenlerinden Yeşillere kadar hemen hemen herkes tarafından 'politik bir deprem' ya da 'şok' olarak nitelendirildi. Sonuçların açıklanmasının ardından Fransa'nın en büyük gazetelerinden Liberation, ilk sayfasını karartarak Le Pen'in fotoğrafının hemen üzerine sekiz sütuna 'Hayır ' manşetiyle çıktı. Komünist günlük gazete Humanite, neredeyse aynı mizanpajı kullanmıştı.
Diğer gazeteler ise tam anlamıyla "Şoke " olmuştu. Gazetelerle beraber pek çok kişinin de dünyası karardı. Ağlayanlar avutulduktan, bayılanlar uyandırıldıktan sonra sokağa koştular; "İtalya 1922; Faşizm, Almanya 1933; Nazizm, Fransa 2002; NON". Pek çok kişi böylesi bir sonuçtan dolayı utandığını ifade ettiğinde, büyük medya bunun üzerine atladı ve ikinci tur için ayıp edilmemesi gereğini sloganlaştırarak unutulmaz kılmaya çalıştı; "Utanıyorum ".
Başta Avrupa olmak üzere tüm dünya 'depremi' hissetmiş ve 'şoke' olmuştu. Tabi ki en başta sosyal demokrat ve geleneksel komünist partili politikacılar. Bunlar arasında biri vardı ki sözlerine en çok kulak kabartılan oydu. İngiltere'de İşçi Partisi'nin lideri, başbakan Tony Blair, ne zamandır ilk defa II.Bush'dan önce fikir beyan ediyordu. Fransa'daki Sosyalist Parti lideri, başbakan Lionel Jospin'in suretinde kendi sonunu gören Blair, korkusunu gizlemek için ıslık çalmayı yeğliyordu; "İngiltere Fransa olmaz". Yine de ülkesindeki faşist Ulusalcı Parti (BNP-British National Party) karşısında ihtiyatlı davranarak Le Pen deneyiminin İngiltere ve başka ülkelerde de yaşanmaması için "gerekirse sağ kanattaki liderlerle birlikte çaba göstereceğini" belirtiyordu.
Bush'un aksine Blair, çabuk öğrenen bir lider: Fransa'daki başkanlık seçimlerinin ilk turunun ardından Sosyalist Parti (SP) ve Fransız Komünist Partisi (FKP) İkinci Dünya Savaşında faşizme karşı direniş için oluşturulan Halk Cephesi taktiğini hatırlatarak en azından ikinci tur için Ulusal Cephe'ye karşı Halk Cephesi oluşturularak Chirac'ın desteklenmesi çağrısı yaptılar.
Sosyal güvenlik yerine askeri güvenliğe önem veren, sağ iktidarların cüret edemediği kadar çok özelleştirmeye imza atarak bu konuda şampiyonluğu kimseye kaptırmayan Blair'in, Fransa'nın seçim sonrası politik atmosferinden aldığı ders budur. O da gelecek seçimlerde ağır bir yenilgi alacağını tahmin etmektedir. Bu yüzden Fransa seçimlerini değerlendirirken bir yandan İngilizlerin gözünü Le Pen ile korkutmakta diğer yandan merkez sağ Torylere, en kötüsü koalisyon ortaklığına fit olacağının işaretini vermektedir. Blair'in, Le Pen hakkında kullandığı, "itici, ırkçı ve dar kafalı bir milliyetçi" tanımlamasına ise en çok incinen, kuşkusuz muhattabı ihtiyar Fransız olmuştur.
Le Pen'in seçim kampanyası sırasında en çok üzerinde durduğu konu, tüm Avrupa ve Fransa'da giderek yaygınlaşan hırsızlık, kap kaç, gasp, saldırı, haraç türünden adli suç ve şiddet olaylarıydı. Hükümete bu noktadan yüklenerek asayişi sağlayacak tek adresin kendisi olduğunu ilan ediyordu. Rakibi Chirac da en çok bu konu üzerinde durmuş ve başbakan Jospin'e yüklenmişti.
Jospin ise sanki Fransa'yı değil de başka bir gezegende bir adayı yönetiyormuşçasına kendi kampanyasında asayiş sorununu gündeme getirdi. 11 Eylül'den sonra tüm dünyada yaratılan 'güvenlik teröründen Fransızlar da etkilenmiş ve Le Pen bu fırsatı iyi değerlendirmişti. Fakat bu konuda Blair'in tırnağı olamayacağını bilmekte ve ona karşı ilan edilmemiş derin bir hayranlık beslemekte olduğuna şüphe yok: Yıkılan İkiz Kulelerin enkazının tebeşir tozu olarak postalandığı günlerde Blair, artan şiddet olaylarını önlemek için okul öncesi çağdaki çocukların psikolojik testlerden geçirilerek, şiddete eğilim gösterenlerin gözetim altına alınıp ıslah edileceği bir programı başlattığını duyuruyordu. Bütün ülkelerin faşistlerine parmak ısıttıran bu uygulamanın mimarı Blair'in, kendisi için kullandığı ifadelerden dolayı Le Pen'in incinmemesi mümkün mü?
Bin Laden'in Tora Bora'daki dehlizlerde izini kaybettirip ortalıktan çekilmesinden sonra tüm dünyanın korku "star"ı bir anda Le Pen oluvermişti. Gerçi İsrail hükümeti, daha önce star olarak Arafat'ı ilan etmişti ve yeni bir oyuncuya gereksinim duymuyordu. Fakat, yine de Fransa'daki seçim sonuçlarıyla beraber tüm dünyanın ilgisinin, Batı Şeria operasyonlarından bir miktar uzaklaşmış olmasından memnun kalan Siyonistler, yürürlükteki korku senaryosundan faydalanma fırsatını tepemezlerdi. İsrail İçişleri Bakanı Eli Yişay, Le Pen'in başarısı üzerine, Fransa'daki Yahudilere, 'eşyalarını toplayıp İsrail'e göç etmeleri' çağrısında bulundu. Ne de olsa Cenin'in yerle bir edilip, bine yakın Filistinlinin öldürülmesiyle sonuçlanan son askeri operasyonların ardından, Filistinlilere ait topraklarda yeni Yahudi yerleşim birimlerinin kurulabilmesi için biraz daha arazi gasp edilmişti.
İddia edilenin aksine olup bitenler, bir korku filmini değil bir komediyi andırıyordu. Sanki, bütün politikacılar ve liderler "itici, ırkçı ve dar kafalı bir milliyetçi" olmak konusunda bizim bilmediğimiz bir yarış içindeydi ve her biri kazanmak için durmadan beyanat veriyordu.
Böyle bir dünya da insanların korkması için, Le Pen'e seçim başarısına ihtiyaç olabilir miydi?
Le Pen hep bunu yapıyor
Le Pen'in son seçimlerdeki performansının hafıza sorunu yaşayan ve politik olarak dünyaya gözlerini yeni açanları "şoke" ettiğine kuşku yok. Diğerleri için ise yedi yılda bir tekrarlandığından ve artık müzminleşmiş olduğundan dolayı "şok" etkisini kaybetmiştir. Le Pen, Fransa Başkanlık seçimlerinde 1988'de yüzde 14.6 ve 1995'te yüzde 15.3 oranında oy almıştı. Son üç seçimin yaşandığı 14 yıl boyunca oy oranını azar azar fakat istikrarlı bir şekilde arttırmaktadır. Bu durumda 2002 seçimlerinin ilk turunda aldığı yüzde 16.86 oy oranı şaşırtıcı olabilir mi? Üstelik oy sayısına bakıldığında, Le Pen oylarını sadece 150 bin kadar arttırmıştır. Bu seçimlere katılım, öncekilere göre düşük olduğundan, oransal ifadeler gerçek değişimleri tam anlamıyla yansıtmamaktadır.
1999 yılında Ulusal Cephe (FN) içinde bir bölünme yaşanmış, Le Pen'in en önemli yardımcısı partinin ikinci adamı Bruno Merget, Ulusal Cephe'den ayrılarak kendi partisini kurmuş ve 21 Nisan seçimlerinde yüzde 2.34'lük oy oranına ulaşmıştır. "Şok"un kaynağının faşistlerin oylarını toplamda 900 bin kadar arttırmış olmaları mıdır? Aslında beş yıllık sosyalist, komünist ve yeşiller koalisyon hükümetinin sermaye yanlısı icraatlarına, her gün bir yenisi ortaya çıkan yolsuzluklara, artan yoksulluk ve işsizlik tehdidine bakarsak, faşistlerin bu kadar uygun bir ortamdan yeteri kadar faydalanamayacak kadar "faşist" olduklarını söyleyebiliriz.
Deprem ve şok iddialarında bulunanlar Le Pen'in aldığı oyların yanında ayrıca ikinci tura kalmış olmasına da dikkat çekmektedirler. Fransa'daki başkanlık seçimleri, alışılmış olduğu üzere merkez sağ ve merkez sol adaylar arasında bir çekişmeye sahne olurdu. Bu defa da beklentiler, finale Jospin ve Chirac'ın kalacağı yönündeydi.
2002 başkanlık seçimlerinde ise 1969'dan bu yana ilk kez sağ kanattan iki aday, ikinci tur seçimlerine kalıyor ve 44 yıl aradan sonra ilk kez, ikinci tura kalan adaylardan biri aşırı sağın temsilcisi oluyordu. Seçim öncesi anketlerde Le Pen'in alacağı oy yüzde 15'in altında görünmüyordu ve Jospin ile arasındaki fark sadece yüzde 2-3 kadardı. Bu durumda Jospin'in aldığı oylara şaşırmak gerekir, Le Pen'in başarısına değil. Oysa Jospin'in geçen seçimlere göre 2 milyon 500 bin oy kaybetmiş olmasına kimse şaşırmış görünmüyor. Doğrusu, hükümet dahil herkes böylesi bir sonucu bekliyordu. Jospin liderliğindeki sol koalisyon hükümetini oluşturan sosyalistler, komünistler ve yeşiller beş yıl boyunca rüzgar ekmişlerdi ve fırtına biçeceklerdi.
Le Pen, 2002'de bir çıkış falan yapmış değildir, bir çıkıştan söz edilecekse bunun on dört yıl önce olduğu hatırlanmalıdır. Ortalıkta hayret edilecek, sarsılacak, "Şoke" olunacak bir durum varsa, bu, Fransa'da faşistlerin neredeyse her beş seçmenden birinin oyunu alması değildir, asıl şaşırtıcı olan faşizmin on dört yıldır süren yükselişinin bugüne kadar dikkate alınmamasıdır. Bugün de üzerinde durulması gereken esas nokta bu ihmalin nedenleridir.
Merkez sol ne bekliyordu ki?
21 Nisan seçim sonuçları, Komünist Parti'nin merkez solun en güçlü temsilcisi olduğu 1969 seçimlerinden bu yana, Sosyalist Parti'nin aldığı en büyük yenilgi olmuştur. Bu başarısızlık karşısında hiç kimse beş yıllık sol koalisyon hükümetinin başbakanı, 'sosyalist' Jospin'in payını yadsıyamaz. Jospin de bunun farkında olarak ikinci tur seçimlerden sonra siyaseti bırakacağını açıkladı. Ne de olsa sorumluluk sahibi bir siyasetçiydi ve kendisinden beklenileceği gibi partisini biraz olsun eleştirilerden uzak tutabilmek amacıyla kendini feda etti.
Fakat, işçi sınıfının özellikle emek sürecinde ve sosyal güvenlik alanındaki kazanımlarına saldırı niteliği taşıyan, buna karşılık sermayenin dolaşımına kolaylıklar tanıyan, vergi yükümlülüklerini azaltan, işverenin emek sürecindeki tahakkümüne göz yuman beş yıllık sol hükümet icraatlarından sadece Jospin değil tüm koalisyon ortaklarını sorumlu tutulmaktaydı. 21 Nisan seçimlerinde koalisyon hükümetini oluşturan tüm partiler, işçi sınıfı tarafından cezalandırılmıştır ve en kötü sonuç da Sosyalist Parti'ye ait olan değildir.
Fransız Komünist Partisi 'nin seçim sonuçları karşısındaki durumu ise ancak 11 Eylül sonrası New York manzarasıyla kıyaslanabilir. FKP adayı eski rock şarkıcısı Robert Hue 'nun 1995 başkanlık seçimlerinde yüzde 8.7'lik oy oranı bugün yüzde 3.4'e düşmüştür. Görünen odur ki 1997 parlamento seçimlerinde FKP'nin oy oranını yüzde 20'lere taşıyan işçi sınıfı, beş yıllık koalisyon hükümeti politikalarından en çok komünistleri sorumlu tutmaktadır . Hue'nun kişiliğinde temsil edilenFKP, tarihindeki en düşük oyu alırken, ilk defa Uluslararası Sol Muhalefet geleneğinden Troçkist akımlar olan Emekçi Mücadelesi (LO-Lutte Ouvriere) ile Devrimci Komünist Lig'in (LCR-Ligue Communiste Revolutionnaire) -herbirinin- gerisinde kalmıştır.
SP ve FKP'nin 21 Nisan seçimlerinde aldığı sonuçlar, kendileri dahil kimse için sürpriz değildir. Beş yıldır uyguladıkları politikaların bir bedelinin olacağını biliyorlardı fakat işçi sınıfı tarafından hangi oranda cezalandırılacaklarını kestiremiyorlardı. Oysa 1995 genel grevinin ardından canlılığını ve kararlılığını sürdürebilmiş bir kitle eylemliliği ve işçi sınıfının desteğiyle 1997'de oy patlaması yaşayarak iktidara gelmişlerdi.
Seçimden sonra tufan
1997 parlamento seçimleri SP ve FKP için tam bir zaferle sonuçlandı ve Yeşillerin katılımıyla SP'den Lionel Jospin başkanlığında koalisyon hükümeti oluşturuldu. 2002 başkanlık seçimlerine kadar koalisyon kesin bir "başarı" elde etti; Fransa tarihinin en büyük özelleştirilmeleri gerçekleştirildi, esnek üretim sisteminin gereği düzenlemelerin önündeki son engeller de işçi sınıfı ve sendikaların muhalefetine rağmen ortadan kaldırıldı.
Jospin hükümeti dış politikada kendisinden önceki sağ kanat hükümetlerden farklı bir politika izlemedi. Fransa'da yaşayan Arap-Müslüman topluluk, hükümetin İsrail yanlısı tavrından dolayı her fırsatta hoşnutsuzluğunu dışa vurdu. Mülteci ve göçmenlere yönelik olarak sağ kanat hükümetlerce çıkarılmış olan ırkçı yasaların değiştirileceği üzerine mağdurlarına ve topluma karşı, sol tarafından, 1970'lerden beridir verilen sözler bu kez de Jospin hükümeti tarafından unutuldu.
İşsizlik ve yoksullaşma , Le Pen ve Chirac'ın seçim kampanyaları sırasında ana söylem haline getirecekleri suç oranlarındaki artışa neden oldu. Bütün bunların dışında, merkez sol hükümetin en büyük icraatları, politik skandallar ve yolsuzluklar konusunda olmuştur. Her gün bir yenisi ortaya çıkan yolsuzluklar ve politik skandallar, işçi sınıfı ve toplumun diğer tabakaları arasında kemer sıkma politikalarının sorgulamasına neden oldu. Hükümet, sosyal güvenlik harcamalarında kısıntıya gitti. Sosyal hizmetler, ihtiyacı olanlar tarafından ancak 'satın alınabildiğinde' ulaşılır hale getirildi. Bu arada devletin elinde toplanan toplumsal fonlar ise kapitalistlere kredi ve teşvik olarak dağıtılıyordu.
Jospin'in iş saatlerini düşürerek, 35 saatlik çalışma haftası uygulamasını yasallaştırması, kuşkusuz en başarılı icraatıydı. Fakat yine de küçük bir aksaklığı içeriyordu; iş saatlerinin düşürülmesi, esnek üretim uygulamaları, özelleştirmeler ve gerek işyerlerinin kapatılması gerekse işten atılmalarla her gün sayıları daha da artan işsizler ordusu için hiç bir şey ifade etmiyordu. İşi olanlar ise işten atılma ile tehdit edildiler ve yarı zamanlı çalışmaya ya da geçici işlere zorlandılar.
İşçi sınıfının her türlü kazanımıyla beraber özellikle iş güvencesi tehdit altındaydı ve bütün bunlar kendi seçtikleri bir sol hükümetin yönetimi altında gerçekleşiyordu. Danone, Bata, Péchiney, Moulinex, Air France, AOM-Air Liberté ve diğer pek çok işletmede, yeniden yapılanma, şirket evlilikleri, işyerinin farklı şirketlere bölünmesi ya da taşeronlara pay edilmesi vb. uygulamalarla beraber, ihtiyaç fazlası istihdam olduğu gerekçesiyle on binlerce işçinin işten atılması karşısında sol hükümet vurdumduymazlığı elden bırakmadı. Michelin lastik fabrikasında yaşanan yoğun işten çıkarmalar karşısında mücadele eden işçilere Jospin, bunun hissedarların bir kararı olduğunu ve hükümetin bu kararlara müdahale etme yetkisinin olmadığını söylüyordu.
Hükümet tarafından büyük bir övgüyle söz edilen 35 saat uygulamasından, her üç işçiden ancak biri yararlanabiliyordu. İşverenler, 35 saatlik çalışma haftasına karşılık, üretimde esneklik ve verimlilik adı altında, emek sürecinin yoğunlaştırılması böylelikle sömürü oranının arttırılması esasına dayanan uygulamalara müdahale edilmemesi yönünde tavizler elde ediyor ve işçilere verdiği yıllık yardım ödentilerinden kurtuluyorlardı.
Gerçi Jospin, özellikle ekonominin yeni sektörlerinde 1.800.000 yeni iş olanağı yaratarak işsizlikle mücadelede olumlu bir adım atmıştı. Fakat 35 saat yasasının çıkmasından sonra geçen yaklaşık sekiz aylık dönemde, yeniden başlayan kitlesel işten çıkarmalara karşı hiç bir önlem almadı.
Çalışma saatlerinin düşürülmesi istihdamı arttırıcı bir etki yaratmadı. İş saatlerinin azalmasına karşılık işverenler, aynı işin bu defa daha kısa sürede yapılması için bastırdılar. Tüm bunların sonucunda işçilerin, iş yükü artarken gelirlerinde sürekli bir düşüş gerçekleşti. Oysa işverenlere 35 saat uygulamasıyla doğan kayıplarını karşılaması için çok büyük miktarlarda devlet yardımı yapılmaktaydı. Sonuçta bir seçim vaadi olarak işçilere sunulan 35 saatlik çalışma haftası yasallaştığında, bu, işçi sınıfının bir kazanımı olmaktan çok ellerindekinin yitirilmesi anlamına geliyordu.
İşçi sınıfının yıllardır karşı karşıya kaldığı saldırılar, Jospin hükümetinin ilk aylarından itibaren sistemli bir şekilde artarak devam etti. Bunun üzerine kamu ve özel sektör çalışanları sık sık greve çıktılar. 1995 genel grev dalgasının başarısı yeni bir mücadele geleneği yaratmıştı ve bunun etkisi devam etmekteydi. Toplumun orta tabakaları da bu eylemlilik sürecine dahil oldular. Jandarmadan, polise, serbest çalışan hemşire ve doktorlardan, itfaiyeci ve gümrük memurlarına kadar pek çok çalışan ve geleneksel olarak tutucu olan toplum kesimleri, zaman zaman da işçi sınıfının mücadele yöntemlerini de kullanarak tepkilerini göstermeye başladılar.
Fakat komünist ve sosyalist liderlerin, yükselen harekete karşı tüm ilgisi onu boğmaya çalışmaktan ibaretti . Hatta işçi sınıfı yöntemlerini kullanan bu "yeni yetme" eylemciler için işçilerin çoktandır bellediği dersi ücretsiz olarak sunmaktan da geri durmadılar. İçinde bulundukları berbat çalışma koşullarını ve düşük ücretlerini protesto etmek için çalıştıkları Kültür Bakanlığı binası önünde gösteri yapan eylemcilere, çevik kuvvet polisleri feci bir şekilde saldırdı. Seçtikleri hükümeti sola çekmek için umutsuzca mücadele edenler her yerde sağ hükümetlerin bile kolay kolay cüret edemeyeceği polis baskısıyla karşı karşıya kaldılar.
Artan polis baskısı yine de mücadele edenleri yıldırmaya yetmedi. Mart 2000'de öğretmenler, Maliye Bakanlığı personeli ve pek çok işkolundan işçiler greve çıkarak mücadelelerini sertleştirdiklerinde Jospin artık raha fazla ileri gidemeyeceğini anlamıştı. Sendikaların da aktif olarak yer aldığı bu direniş, merkez sol koalisyon hükümetinin serbest piyasa yanlısı politikalarını bir parça dizginleyebilmiştir.
Sonuç olarak, 2002 seçimlerine gelindiğinde toplumun orta tabakaları ve işçi sınıfı saflarında, hükümet bileşenlerine karşı derin bir hayal kırıklığı ve güvensizlik hakimdi. 1995'de işçi sınıfının yıllardır içinde biriken öfkenin patlaması sonucu başlayan mücadele, başlangıçtaki kapasitesine sahip olmasa dahi yedi yıl boyunca hiç dinmemiş ve egemenlere karşı sürekli bir tehdit olarak varlığını hissettirmişti. İşçi sınıfının hoşnutsuzluğu ve eylemliliği kapitalistler tarafından dikkatle değerlendirilmekteydi. Yıpranmış ve işçi sınıfının kitlesel desteğini kaybetmiş bir sol hükümetle devam edilemezdi.
Nitekim işçi sınıfı, son seçimlerde de bir yandan sol siyasi partilere karşı tutumunu oylara yansıttı bir yandan da sandık başına gitmeyerek her türlü parlamenter çözüme karşı olan inançsızlığını ve güvensizliğini sergiledi. Bundan sonra sermayenin çıkarlarını gözeten politikaların hayata geçirilebilmesi için ya işçi sınıfının gözünün korkutularak tekrar sol hükümetlere rıza göstermesi sağlanmalı ya da en radikalinden sağ politikalar onu ezip geçmelidir. Fakat bunun için dahi işçi sınıfının öncelikle sokakta yenilmesi gerekmektedir.
Hortlağa karşı "hortlak"; Halk Cephesi
Merkez solun aldığı bu ağır yenilgi ve faşistlerin zaferinin ardından, ilk tur seçimlerinden pek fazla zayiat vermeden çıkmış görünen merkez sağ, en azından başkanlık seçimleri için galibiyeti garantilemek çabasındadır. Chirac, Le Pen tehlikesi üzerinden söylem geliştirerek merkez sağ ve sol seçmenleri kendi partisi ve adaylığı etrafında toplamak istemektedir .
Beş yıllık icraatlarının ve seçim yenilgilerinin politik gündemin başlıca konusu olmaktan çıkmasından memnun gözüken SP ve FKP de aynı tehlikeyi işaret ederek, Le Pen'in durdurulması çağrısı yapmaktadırlar. Faşizm karşısında İkinci Dünya Savaşı yıllarında hayata geçirilen Halk Cephesi politikalarına gönderme yapılarak sınıf uzlaşmasına dayanan politik bir hat tarif etmektedirler: " Le Pen'e Hayır, Chirac'a Evet ". ikinci turda Le Pen'e karşı elde edilecek olası bir zaferde pay sahibi mutlu bir azınlık olarak Haziran 2002'de yapılacak parlamento seçimlerine kadar durumlarını biraz olsun düzeltmeyi düşünmektedirler.
Ulusal Cephe'nin ikinci turda alacağı oy oranı da Haziran'da yapılacak seçimler için Halk Cephesi siyasetinin devam edip etmeyeceğini ve niteliğini belirleyecektir. Başta Chirac olmak üzere herkes daha şimdiden Le Pen'in ikinci turda kaybedeceğine kesin gözüyle bakmakta, alacağı oy oranının siyasi dengeleri nasıl değiştireceğinin hesaplarını yapmaktadır. Başkanlık seçimlerinin ikinci tur sonuçları, parlamento seçimleri sırasında oluşturulacak ittifaklar ve koalisyon hükümeti pazarlıkları üzerinde etkili olacaktır.
Oysa bütün bunların ötesinde Chirac da Le Pen de seçilmeyebilir . Başkanlık seçimlerinin ikinci turunda kazanmak için yüzde 51 oranında oy almak gerekiyor . Her iki adayın da bu orana ulaşamaması halinde tüm politik hesaplar alt üst olacaktır. Bu durumda Fransa, yeni umutlara gebe bir politik kaos ortamına girecektir. İkinci turda geçersiz oy kullanımı ya da seçimlerin boykot edilmesi artık burjuva siyaset alanın dışına çıkıldığının ilanı anlamına gelecektir. Bu ise tamamen işçi sınıfının bağımsız bir politik hat sergilemesine bağlıdır. Bunun için önderlik mevcuttur fakat yeterli kabiliyette olduğu kuşkuludur.
En azından ikinci tura kadar devam edeceği kesin olan Halk Cephesi taktiği ise aynı II.Dünya Savaşı sırasında olduğu gibi iktidarı burjuvaziye teslim etmenin ve bağımsız bir işçi sınıfı politikasından vazgeçmenin en kestirme yoludur. SP ve FKP tarafından Chirac'a bugün verilecek olan destek, 1997'de alınan oylara ihanet ve 1995 Genel Grevindeki mücadelenin inkarı anlamına gelecektir.
O günlerde işçi sınıfı, Chirac'ın partisi tarafından hayata geçirilmeye çalışılan ücretlerin dondurulması, sosyal güvenliğin azaltılarak kaldırılması politikalarına ve iş güvencesinin yok edilip, esnek üretim, yarı zamanlı çalışma, geçici çalışma gibi emek süreci düzenlemelerine karşı mücadele etmekteydi. Chirac, o günkü politikalarından vazgeçmiş değildir.
Chirac'ın başkanlığına verilecek destek, Chirac'ın politikalarına destek olmaktır. Politik olarak onun politikalarına onay vermektir. SP ve FKP'nin, işçi sınıfına yaptıkları Chirac'ı desteklemeye çağrısı, aslında işçi sınıfını intihara teşvik etmektir. İşçi sınıfına önerdikleri, beş yıllık sol koalisyon hükümeti boyunca yaşadıkları yoksullaşma ve işsizlik koşullarının, bu defa Chirac yönetimi altında devamını garantilemeleridir. Chirac, işçi sınıfının 1995 genel grevi sırasında kendisine verdiği dersi unutmaya hazırdır, yeter ki işçi sınıfı da unutsun.
Kuşkusuz Chirac ile Le Pen arasında bir "nüans" vardır; biri işçi sınıfından kuzu kuzu itaat etmesini istemekte diğeri ise direnmesinin fayda etmeyeceğini, eninde sonunda işçi sınıfına diz çökerteceğini ilan etmektedir. Sonuçta Chirac'ın şahsında burjuvazinin siyasi önderliğini kabul edip peşine takılmaktan başka bir anlamı olmayan Halk Cephesi ile Le Pen'in Ulusal Cephesi işçi sınıfına cehennemi vaad etmektedir.
"En kötüsü Le Pen"
"Siz, Maastricht anlaşmasının Avrupa-küreselleşmesi tarafından yıkıma uğrayan madenciler, çelik işçileri, bütün sanayi işçileri. Siz köylüler, emekliliğin sefil koşullarında yaşayanlar, umutsuzluğa ve iflasa sevkedilenler. Köylerde, şehirlerde, varoşlarda asayiş ve düzen yokluğunun ilk kurbanı olanlar....", "Korkmayın, siz horgörülenler, rütbesizler, dışlanmışlar düş kurmaktan çekinmeyin. Kendi aranızda sağ-sol olarak bölünmenize izin vermeyin".
İşçi ve göçmen mahallelerinde, işyerlerinde ve kahvelerde insanlara bu şekilde hitap eden kişi, sendika lideri ya da sosyalist bir militan değil Le Pen'di. İşçi sınıfı parlamentodaki temsilcileri tarafından ihanete uğramıştı ve Le Pen var olan hoşnutsuzluğunu üzerinden sınıfsal tanımlamaların arındırılmış etkili bir milliyetçi söylem geliştirmişti. Geleneksel olarak FKP'nin kalesi olan yerlerden Ulusal Cephe'nin önemli ölçüde destek bulması buna karşılık FKP'nin aynı bölgelerde tarihinin en düşük oyunu alması tesadüf değildi.
Yirmi yılı aşkın bir süredir işçi sınıfının tarihsel ve uluslararası kazanımlarına yönelik olarak tekrarlanan saldırılara karşı bir set oluşturması için işçi sınıfı tarafından iktidara taşınan sosyalist ve komünist partiler, beklenenin tam aksine en cüretkar saldırıları hayata geçirdiklerinde, öncelikle militan taban tamamen pasifize edilmiş oldu. İşçi sınıfı içindeki sosyalist ve komünist parti militanları kendilerini bir anda elleri kolları bağlanmış buldular. Her gün sınıfla yüz yüze gelen parti kadroları arasında şaşkınlık ve kafa karışıklığı artarken, sempatizanlar artık bu partilere itibar etmemeye başladı.
Bu arada komünist partilerin destekçisi entelektüeller çoktan hayali kurtuluş projelerin peşine düşmüş, denenmemişlerin arayışına girmişti. Sosyal demokrasi ve geleneksel komünist partilerden kopuş gerçekleşirken bu, henüz, doğrudan doğruya soldan bir kopuş niteliğine bürünmemişti.
Başta Yeşiller olmak üzere irili ufaklı radikal akımlar, kendilerini sınıfsal bir aidiyet içinde tanımlamayan, ekonominin yeni sektörlerinde istihdam edilmiş eğitimli orta tabakalarından destek alarak güç kazandı. Bu akımlar genellikle sınıflarüstü değerlendirmeler ve bakış açısına sahip olarak, doğrudan sınıfsal tanımlar içermeyen toplumsal alanlar üzerinden bir politik hat oluşturmuşlardı. Fakat toplumsal meşruiyetten aldıkları güçle katıldıkları koalisyon hükümetlerinde o zamana kadar kıskançlıkla savundukları sınıflarüstü politikalarından burjuvazi lehine feragat ettiler. Söylemleriyle icraatları arasında büyük bir fark oluştu, özelleştirmeler kapıyı açıyor, sosyal devlet kazanımlarının tasfiyesini onaylıyorlardı. Sosyalist ve komünist ortaklarıyla aynı sonu paylaşmaları kaçınılmazdı.
Artan işsizlik ve yoksulluk, direniş ve mücadelelerin kazanımlarının bir sonraki toplu sözleşmede ya da seçimde bizzat işçi sınıfı örgütleri tarafından gasp edilmesi işçi sınıfı içinde umutsuzluğu ve çaresizliği derinleştirdi. İşsiz kalanların sendikal eğitimden ve herhangi bir dayanışma ilişkisinden kopması yeni seslerin ve radikal haykırışların daha çok duyulmasına yol açtı. Seçimlere katılımın düşüklüğünün ve faşizmin yükselişinin nedenleri burada aranmalıdır. Le Pen kitlelere koşullarını tarif ederken sınıflarüstü çözümler sunmayı ihmal etmiyordu. Diğer yeni akımların da sınıflarüstü bir söylemi benimsemeleri ve sınıf örgütlerinin ihaneti sadece Le Pen'in işini kolaylaştırmaktaydı.
Sınıflarüstü söylemden Halk Cephesine
21 Nisan seçimlerinden sonra siyaset sahnesinde yer alan neredeyse tüm taraflar, sınıflarüstü bir bakış açısı ve değerlendirme doğrultusunda ikinci tur için taktikler önermektedir. Le Pen'in seçilmesinin olabileceklerin en kötüsü olduğu konusunda genel bir uzlaşma vardır. Dolayısıyla Le Pen'e karşı bir cephe örülmelidir ve Ulusal Cephe kesinlikle engellenmelidir. Bunun dışındaki tüm siyasi görevler ikincil kılınmaktadır.
1930'larda başvurulan ve II.Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında pek çok devrimin ve devrimci durumun heba edilip burjuvaziye iktidarların armağan edildiği Halk Cephesi taktiğine başvurulmaktadır. Birincil ve en tehlikeli düşman analizlerinin arkasına sığınılarak kafalar karıştırılmakta ve faşizme karşı mücadele sınıfsal içeriğinden sıyrılıp atılarak, sınıflarüstü(dışı) bir durum tariflenmektedir. Faşime karşı mücadele, çevre kirliliğine karşı mücadeleye benzer bir değerlendirmee tabi tutulmaktadır. Fakat bu taktiğin savunucuları adeta kendilerini yalanlayarak aynı zamanda sınıflararası bir uzlaşmayı sahnelemektedirler.
İkinci tur seçimlerinde Le Pen'e karşı merkez sağın adayı, burjuvazinin has temsilcisi Chirac'ın desteklenmesinin gerekçesi, mevcut güçler dengesinin dikkate alınması olarak sunulmaktadır. Yani 'reel politik' durumun gerektirdiği bir zorunluluk, yapılabileceklerin en iyisi, hatta tek seçenek olarak. Faşizm, kapitalizmle ve kapitalist sınıfla hiç bir ilişkisi yokmuşçasına, sınıfsal içeriğinden arındırılmakta, üstelik herhangi bir sosyolojik değerlendirme çabası içine dahi girilmeden, ezeli bir dinsel ikilem olan 'iyi ile kötü 'nün mücadelesi düzeyine indirgenmektedir. Sadece küçük bir farkla; bu defa ortalıkta herhangi bir 'iyi'nin olmadığı, yalnızca kötünün iyisi olduğu söylenmektedir. 21 Nisan seçimlerinin ardından insanı "şoke" edecek tek sonuç, politika yapmaya soyunanların, özellikle de sol değerlere bağlı olduğunu iddia edenlerin, George W. Bush'a öykünmeleridir.
Sosyal Demokrasi ve Stalinist solun, faşizm analizleri sadece kutsal kitapların felsefesini örnek almamaktadır. Daha açıklayıcı bulunarak sık sık başvurulan analiz şekli ise sıfatların "en" üstünlük derecesidir; "Faşizm, kapitalizmin, en yoz, en vahşi, en çok sömüren, en.... en.... en .. biçimidir". Tıpkı, bugünkü Tanrı'nın, kendisinden önceki binlerce tanrı arasından 'en' kudretlisinden türetilip, -diğerlerinin yasaklanıp, unutturulmasının ardından- tek Tanrı haline getirilmesi gibi, faşizm de envai kapitalist iktidar biçimlerinden biri olmaktan çıkarılarak "kötülüğün" en üst mertebesi olarak ilan edildi.
Chirac'a oy verilmesi çağrıları yapılarak, Le Pen şahsında faşizme karşı mücadele de önderlik burjuvaziye terk edilmektedir. SP ve FKP'nin, Chirac'ı destekleyeceklerini bildirmelerinin ardından küreselleşme karşıtı hareketin bileşenleri de bu yönde kehren bir desteği vereceklerini açıklamışlardır. Gerekçeleri de aynıdır; "kötünün iyisi ".
Bu ise doğrudan doğruya herhangi bir politik bir özne olma iddiasından vazgeçmektir. Bugün burjuvaziye verilen destek, güçler dengesi gözetilerek alınmış mecburi bir kararsa yarın fiili bir güç olman için insanlar sana neden destek versinler ki? Hali hazırdaki durumda, senin de gücünü kabul ettiğin ve destek verdiğin fiili bir özne var zaten. Burjuvaziye verilen destek, toplumu, kapitalist iktidarın politikalarından ve ideolojik tahakkümünden bağımsızlaştırma çabasından vazgeçmek anlamına gelecektir. Chirac'ın desteklenmesi, bir kez daha sınıflarüstü politika iddiasında olanların politik intihara meyilli olduğunu kanıtlayacaktır.
Troçkistler ve Sosyal Hareketler
Bugün Fransa'da sınıfsal içgüdülerini ve bilincini yitirmemiş olan işçi sınıfı militanları ise bağımsız sınıf politikaları vurgusuna daha çok kulak vermektedir. SP ve FKP militan tabanı partilerinin son beş yıldaki icraatlarından hiç memnun değildirler ve kimileri de bunları ihanet olarak değerlendirmektedir. Militan kadrolarda ve sınıfın içinde bağımsız sınıf politikasını ısrarla savunan siyasi akımlara karşı 1995 genel grevinin öncesinde başlayarak bugünlere kadar artarak devam eden bir yöneliş başlamıştır. Seçim sonuçları da bu yönelişe tanıklık etmektedir.
1930'ların Uluslararası Sol Muhalefet ve takipçisi Dördüncü Enternasyonal geleneğinden gelen ve farklı yönelişlere sahip üç uluslararası komünist örgütlenmenin Fransa seksiyonları 21 Nisan seçimlerinde toplamda yüzde 10,6'lık bir oy oranına ulaştılar. İlk kez 1973 yılında katıldıkları parlamento seçimlerinden bu yana ortalama yüzde 4-5 oy oranına sahip olan Troçkistler için bu sonuç bir sürpriz değildi. Hatta seçim öncesi yapılan anketlerde, alacakları oy oranı biraz daha yüksek gözüküyordu, dolayısıyla Troçkistlerin başarısından dolayı kimse şoke olmadı.
Troçkist adayların tümü, üç farklı enternasyonalist komünist akımın, en güçlü olarak temsil edildikleri Fransa seksiyonlarının üyesidirler. Lambertistler olarak bilenen Dördüncü Enternasyonal Uluslararası Sekreterya geleneğinden İşçi Partisi (PT) üyesi, işçi olmayan tek Troçkist aday, tarihçi Daniel Gluckstein 132.000 oy almıştır. 20 yıl kadar önce , 5 Mayıs'ta siyaseti bırakacağını açıklayan SP lideri Lionel Jospin , sekter olmakla eleştirilen PT'nin bir üyesiydi .
Devrimci Komünist Birlik
21 Nisan seçimlerinde beklenmedik bir çıkış yapan Le Pen değil postacı Olivier Besancenot 'uydu. Dördüncü Enternasyonal Birleşik Sekretarya'nın Fransa seksiyonu Devrimci Komünist Birlik (LCR) adayı 27 yaşındaki Besancenot'nun 1 milyon 200 bin oy almasında, kuşkusuz gençliğinin ve kapitalist küreselleşme karşıtı hareketin aktif bir üyesi olmasının büyük bir payı var.
Fransa'daki Troçkist örgütler arasında küreselleşme karşıtı hareket ile en güçlü ilişkiyi kurmuş olan LCR, buradan aldığı dinamizmin etkisiyle oylarını ikiye katlamıştır. Daha önceleri 68 kuşağının militanlarından Alain Krivine ile seçimlere katılan LCR, iki yıl önce ölen marksist teorisyen Ernest Mandel'in mücadele arkadaşlarından ve öğrencilerinden oluşan güçlü bir teorisyen ve entelektüel kadroya sahiptir; Daniel Bensaid , Gilbert Archar , Eric Touisiant , Robert Went ...
Emekçi Mücadelesi
Arlette Laguiller , Enternasyonalist Komünist Birlik'in Fransa seksiyonu Emekçi Mücadelesi (LO-Lutte Ouvriere) adayı olarak 1974'den bu yana başkanlık seçimlerine katılıyor. LO, 1995'de yüzde 5,3 ve 2002'de yüzde 5,72 oranında oy alarak (her iki şeçimde de1 milyon 600 bin oy ) istikrarlı bir "seçmen desteğine" sahip olduğunu kanıtladı. Bunun sadece bir "seçmen desteği" olduğunun altını çiziyorlar. Fakat belediye ve parlamento seçimlerinde ortalama yüzde 2'nin üzerindeki oy oranları kemikleşmiş bir seçmen kitlesinin varlığı işaret ediyor. Sıkı bir Leninist örgütlenmeye sahip bir kaç bin militanıyla LO, her onbeş günde bir 500.000 işçiye düzenli olarak bültenlerini ulaştırıyor.
İlk büyük çıkışını 1947 Reault Grevini yöneterek gösteren LO, ne olursa olsun işçi sınıfı içindeki faaliyetini aksatmadan yürütmekte. Ne 1968'de öğrenci hareketi ile sonrasındaki feminist ve ekolojik harekete ne de bugün küreselleşme karşıtı hareket ile ırkçılık karşıtı harekete fazla itibar etmedi. Küçümsemedi fakat abartmadı da. İşçi sınıfı hareketinin, sosyal hareketlerin desteğini alması gerektiğini, işçi sınıfı hareketinin, sosyal hareketlerin baskısı altında kalmasına izin verilmemesini savunuyor.
LCR ve LO, 1999 Avrupa Parlamentosu seçimlerine ittifak yaparak girdiler ve yüzde 5,2 oranında oy alarak beş (LO;3, LCR;2) milletvekilliği kazandılar. Başkanlık seçimlerinde ciddi bir varlık gösteren Troçkist örgütler, işçi sınıfının bağımsız politik hattının gerekliliği üzerinde ısrala durmaktadırlar. LO ve LCR henüz parti kurmamışlardır.
Hayaletin yadsınmasından vazgeçilmesi
Troçkist örgütler LCR ve LO, seçim sonuçlarının hemen ardından ikinci tur için Chirac'a destek vermeyeceklerini bildirdiler. LO, açısından bu beklenen bir değerlendirmeydi, zaten seçim öncesinde Jospini'i dahi ikinci turda desteklemeyeceklerini ilan etmişlerdi. LO, her başkanlık seçiminde olduğu gibi ikinci turu boykot etme geleneğini sürdürüyordu. Arlette Laguiller, 1995'te "bir de sosyal üçüncü tur vardır " diyerek sokağı işaret ediyordu. LO, işçi sınıfının bağımsız politik duruşunun örgütlenmesi yönündeki çağrılarını her fırsatta yineliyordu ve burjuva siyasetçilerine olduğu gibi sınıf uzlaşmacı bir hat üzerinden yürüyen sol partilere de destek verilmemesi gerektiğini savunuyordu.
LCR ise başkanlık seçimlerinin ikinci turunda sol adayları desteklemeyi sekter olmamak ve reel politika adına daima savunmuştur. Fakat bu defa Le Pen'e karşı olsa dahi Chirac'ı desteklemeyeceklerini, burjuva siyasetçilerine oy verilmemesi gerektiğini bildiriyorlardı. İkinci tur için ise Le Pen'in mümkün olduğunca az oy alması için çalışacaklarını ilan ettiler. LCR'ın yakın işbirliği içinde olduğu küreselleşme karşıtı hareketin bileşenlerinden ATTAC da yaptığı açıklamalarda ikinci tur için hemen hemen benzeri bir eylemliliği tarif etti. LCR ve ATTAC'ın tavrı biraz utanarak da olsa Chirac'ın desteklenmesinden başka bir anlama gelmemektedir. Sadece 'Le Pen'in mümkün olduğunca az oy alması için çalışacağız ' gibi bir ifadeyle bu desteğin üstü örtülmeye çalışılmaktadır. LCR seçimlerde açıkça büyük bir destek gördüğü sosyal hareketlerin baskısı altında bağımsız bir sınıf politikası benimsemekte zorlanmaktadır .
LCR ve küreselleşme karşıtı hareket hem Chirac hem de Le Pen'in mümkün olduğunca az oy alması için çalışabilirler. Böylesi bir duruş gerçekten de kapitalistlerin temsilcilerine oy verilmemesi yönünde bir anlayışın yerleşmesini sağlayabilir. Anti-kapitalist olduğunu söyleyenlerin, seçimlerde de anti-kapitalist davranmaları gerekmez mi?
LO'nun tavrı bu seçimlerde de özgünlüğünü koruyor. Gerçekten de "sosyal üçüncü turun" yapılması gerekmektedir. Seçim sonuçlarının açıklanmasının hemen ardından on binler sokağa döküldü. Pek çok yerde sokağa LCR ve küreselleşme karşıtı hareketin bazı bileşenleri önderlik ediyor. SP ve FKP ise Halk Cephesi çağrısı yapmış olmakla beraber sokaktan uzak kalmaya çalışmaktadır ki bu da taktik gereğidir. Eğer tabanlarını sokağa dökerlerse onları yönetemeyecekleri, önderliği tamamen kaybedeceklerini çok iyi bilmekte ve bundan çekinmektedirler.
Sokakta olanlar ise Anti-Le Pen bir söylemle hareket etmekte ve ırkçılık karşıtı hareketi canlandırmaya çalışmakta yani Le Pen sempatisinin engellenmesine çalışmaktadırlar. Sokağın şimdilik bağımsız bir politik hat oluşturma gayreti yoktur. LO, işçi sınıfına yönelik faaliyetine devam etmekte ve bu durumdan bağımsız bir işçi örgütlenmesi yaratılarak çıkılması için çalışmaktadır. Fakat henüz sokakta gücü hissedilmemektedir.
Zaten son iki seçimdir aldıkları oy oranları, binlerle ifade edilen ve onbinlerce kadroya sahip FKP'ye göre, örgütsel gövdesi itibariyle bir hayli cılız kalan LO'nun mevcut militan sayısının sınırlarına dayandığını göstermektedir. Kadro sayısının düşüklüğü artık hareketi daha ileriye taşıma yeteneğini engellemektedir. Bu zaafının farkında olan LO'nun seçimlerin sonucunda beklediği, küreselleşme karşıtı hareketten değil de komünist parti saflarından militan kazanmaktı. Seçimlerde aldığı sonuç bu konuda yeterli olmamıştır fakat seçim sonrası bağımsız sınıf politikasında ısrar eden duruşu, işçi sınıfının LO'ya olan desteğini artıracaktır.
Fransa'daki başkanlık seçimleri, en azından hem örgütsel hem de söylem düzeyinde yeni arayışlar içinde olan sol için bir laboratuar niteliği taşıyor . Fransa daha önce varlığından haberdar olunsa da pek fazla dikkat edilmeyen ya da önem verilmeyen örgütlenme ve hareketlerin mütevazi başarılarına sahne oluyor. Oysa Zapatistalardan Jose Bowe'ye, ATTAC'dan Porte Allegre'ye kadar pek çok yeni politik ifade biçimlerine ve hareketlere verilen önem Fransa'daki işçi sınıfı örgütlenmelerinden esirgenmektedir . Muhtemelen söz konusu örgütlerin eskimiş sınıfsal ifadelere başvurması ve yeni arayışlar içinde olanların bir zamanlar o sınıfsal ifadelerle konuşulduğu günlerden kalan bir ön yargıyla "sınıf düşmanı, hain Troçkistler"e itibar edilmemesi gerektiğini hatırlaması bu tür yaklaşımlara kaynaklık etmektedir.
Dünyanın ve yaşamlarının mevcut halinden memnun olmayanların restorasyon çabalarına girmeleri anlaşılır bir şeydir. Fakat bu çabaların yeterli olmayacağını düşünerek dünyayı her ne şekilde olursa olsun değiştirmek isteyenlerin başları sıkıştığında, dünyanın mevcut durumundan son derece hoşnut olanların kuyruğuna takılması, her şeyden önce tamamen koca bir saçmalıktır. Bu şekilde davranarak kendi varoluş nedenlerini reddetmiş olurlar. Tekrar başa dönmeleri mümkündür, ikinci bir kez sona da. Döngü her defasında tamamlandığında artık dünyayı dönüştürme isteğinden değil dolaşma isteğinden söz edilebilir. Bu noktadan sonra sahip olduğu projenin özgünlüğü, sadece gerçekleşebilir olmamasıdır. Yalnızca özgünlük ya da proje asla yetmeyecektir bir de kimsenin kuyruğuna takılmadan bağımsız yürüyebilme yetisi gerekmektedir.
Fransa'da faşist Ulusal Cephe adayı Le Pen'e karşı kapitalistlerin en has adamı Chirac'ın desteklenmesi için Halk Cephesini oluşturulması cehenneme giden yolda, sadece ölüm tarzını seçmeye yönelik safiyane bir çabadır. Fransa'da kapitalistlerin iki alternatifi vardır ve işçi sınıfından birini seçmesini istemektedir.
Burjuva siyaset alanın dışında bağımsız bir siyasi hat dahilinde üretilmiş bize ait bir alternatifimiz var mı? Yoksa dönüp dolaşılıp kötülerden iyisine mi mahkum kalınacaktır?
Tarih, kendi başına hiç bir şey yapmaz. Tarihi yapan insanlardır. Dünyayı değiştirmeye yeltenen insanlardır ve hepsinin de tarihi yapmaya karar verdiklerinde kullandığı ilk iki kelime ortaktır; "Cesaret ettim". (ST/EK)