* Taha Akyol ( Milliyet ): Fransızların güçlü devletçilik alışkanlıkları; ABD'nin sermayesi ve Çin'in ucuz emeğiyle rekabet edememe korkusu
* Gazi Erçel ( Sabah ): Fransızların küreselleşme ile gelen değişimi istemediği; AB'nin Avrupa'daki insanları bir çatı altında birleştirme şeklindeki kuruluş amacını unuttukları
* İsmet Berkan ( Radikal ): Referandum sonucunun, Avrupa'nın ulus devletten hiçbir zaman vazgeçmeyeceğinin ve "ortak Avrupa değerleri" diye karmaşık bir sistemin tarih boyunca hiçbir zaman olmayacağının bir işareti olduğu
* Murat Belge ( Radikal ): Fransa'nın sağı kadar solunda da etkili olan Fransa'ya özgü milliyetçiliğin, Fransa'nın kendini kendinden büyük bir toplumsallık biçimiyle özdeşleştirmesi aşamasında, alışılageldik mekanizmaya özgü bir refleks verdiği ve bu adımı atmayı reddettiği; ulus-devletin mucidi olan Avrupa'nın, ulus-devletten vazgeçmesinin kolay olmadığı
* Hasan Cemal ( Milliyet ): Fransız soluyla Türk solunun birbirine benzediği; tepeden inmecilik, ekonomide devletçilik, devlet idaresinde merkeziyetçilik, ulusal egemenlik alanındaki aşırı titizlik gibi konularda Türk solunun belki en çok Fransız solundan esinlendiği
* Ertuğrul Özkök ( Hürriyet ): Fransa'nın her geçen gün rekabet gücünü kaybettiği; aynı anda hem Ulusal Cephe'nin hem de komünistlerin korumacı sosyal politikalara dönülmesini istediği; Fransa'nın 20'nci yüzyılın ilk yarısına ait politikalar izlediği; "alafranga kızıl elmacılar"ın "ulusal egemenlik" kavramını kullandığı ve "devletler üstü devlet" kavramına karşı çıktığı
* Çetin Altan ( Milliyet ): Modern teknolojilerin dünyanın eski politik yapılarıyla ulus devlet modelini nasıl değiştirmekte olduğunu Fransa'nın yarısının anlayamadığı; buna karşılık bilimsellik kazanmaya başlayan evrensel ve saydam bir ekonominin yerel politikacıların kendi belalı çıkarlarına dönük tatavalarıyla kösteklenmek istemediği
* Çetin Altan ( aynı makale ): Eskiden işçi sınıfını sömürmekten kâr sağlayan kapitalizmin işçi sınıfının yerine modern teknolojinin yeni olanaklarını oturtarak üretimini artırdıkça pazarlarını genişletmek ve yoksulların da zenginleşerek müşteri sayısını çoğaltmasını istediği; yerel politikaların ise dünyadaki 4 milyarlık müşteri potansiyelinin yoksulluktan kurtulmasını engellediği; şimdi Fransa'nın da değişimcilik dönemini yitirip statükoculuk bataklığına saplandığı
* Cengiz Aktar ( bianet.org ): ABD'nin hiçbir zaman güçlü siyasi bir Avrupa istemediği; referandum sonrasında ABD ve Rusya'nın zil takmış oynuyor olabileceği; Avrupalıların, özelinde Fransızların her şeyden korktuğu; en kötüsü de başarıdan korktuğu
* Mehmet Altan ( gazetem.net ): Fransa'nın çağ değişimine en çok zorlanan AB üyesi ülke görünümünde olduğu; teknolojik olarak gerekli zıplamayı yapamadığı, Jakoben köklerinden kopamadığı; hükümetin dönüşüm arzusunun toplum tarafından şiddetle reddedildiği
* Ahmet Altan ( gazetem.net ): Fransızların yirminci yüzyıla sanayi devriminin parlak öncüsü olarak girip, aynı yüzyıldan bilgi çağının köylüsü olarak çıktığı; en övündükleri yerlerinden, zekalarından ve yaratıcılıklarından vuruldukları; buharlı makinelerin yarattığı değişimden "ulus devlet" modelini çıkaranların, bilgisayarların yarattığı değişimden de "ulussuz" bir modelin çıktığını anlayamadığı; uzay yarışının yarattığı yeni teknolojinin oluşturduğu yeni toplumu kavrayamadıkları, eski sınıfların kaybolduğunu, üretim biçiminin değiştiğini kabullenemedikleri; yirminci yüzyılın, "köylü, işçi, burjuva" üçgeninin içinde kaldıkları; bu üçlünün arasındaki dengeyi sağlayacak, adaletsizlikleri önleyecek, haksızlığa uğrayanlara biraz para aktaracak şey olarak devletin kutsandığı
* Hadi Uluengin ( Hürriyet ): Chirac'ın en affedilemeyecek birinci hatasının, ortada fol yok yumurta yokken AB Anayasası için referanduma gitmek olduğu; "halkoylaması, eşittir demokrasi" formülünün naif bir formül olduğu ve bu formülün geçerliliğinin olmadığı
* Hadi Uluengin, ( aynı makale ): Her olumsuzluğu "AB'nin kabahati" diye sırtından atan, fakat pozitif gelişmeleri nalıncı keseri gibi kendine yontarak "sayemde" diyen "taşra eşrafı" kimlikli siyaset sınıfının, "sağ"ı ve "sol"uyla bir bütün olarak krizde sorumluluk taşıdığı
* Ercan Kumcu ( Hürriyet ): Kalıcı çözümün Avrupa'da da mali politikalardan (fiskal disiplin) ve yapısal reformlardan geçtiği; Türkiye'de ekonomik programa sadık kalınıp ileriye dönük beklentiler olumlu tutulabildiği sürece, Amerikan Doları'na karşı değer kaybeden Euro ile beraber TL'nin reel değerlenmesinin daha derin olabileceği
Fransa hakkında rivayetler
Bu saptamalarda bir taraftan kritik düşünce zaafları vardı. Mesela Çetin Altan, teknolojinin zihinsel ve bedensel emeğin ürünü olmadığını ya da tarihin belirli bir anında, artık emekten bağımsız olarak sürekli kendini geliştirecek bir "teknolojilerin anası"na ulaşıldığını varsayıyor gibiydi... Kâr da herhalde, üretmeyen ve ücret almayan, yan gelip yatan ama arada bir başlarına gökten banknot yağan "müşteriler"e yapılan satışlardan sağlanıyordu.
Diğer taraftan, düşünce sahibine eksenini, dengesini kaybettirecek salvolara da rastlanıyordu. Mesela "alafranga kızıl elmacılar"ın "devletler üstü devlet" kavramına karşı çıktığını söyleyen Özkök, ya "devletler üstü devlet" kavramına yakınlık duyuyor olmalıydı ("kızıl elmacılar"ı bu çerçevede eleştirdiğine göre) ya da kendisi de en azından kısmen "kızıl elmacı"ydı ve düşünce akışında yolunu kaybetmişti.
Saptamalar arasında ilginç keşifler de vardı. Hasan Cemal, Fransız solunun "tepeden inmecilik" ve "devlet idaresinde merkeziyetçilik" karakteristiklerinden bahsediyordu. O halde, "devlet idaresi"ne yön veren tarihî bir ademi merkeziyetçilik uygulaması olan referandum, bu tepeden inmeci sola rağmen tek başına Fransız sağının eseri olmalıydı. Politik geleneklere bakıldığında, son büyük savaşta özgürlük mücadelesinin ana dinamiğini oluşturan komünistler, bu mücadelede tek tek, bireysel kararlarla değil, tepeden inmeci bir biçimde ölüme meydan okumuş olmalıydı. Komünistlerin örgütlediği emek hareketi de herhalde tepeden inmeciliğin bir tezahürüydü. Bu ölüme meydan okumalar ve üretimin her alanında örgütlenmelerin kaynağı olan, ana hedefi devleti ortadan kaldırmak olan Fransız komünistleriyle Türkiye devletinin kurucu ve demirbaş partisi CHP ya da asker şakşakçısı İP arasındaki gizli paralelliği keşfetmek de Cemal'e nasip olmuştu.
Ama bu düşünce zaaflarının, eksensizliklerin, keşif görünümlü tahrifatların ötesinde, birkaç farklı yaklaşım haricinde (Sabah'ta Umur Talu, Radikal'de Nuray Mert gibi) neredeyse tüm basına hakim olan tepkilerde birkaç ortak tema öne çıkıyordu: (1)
* Fransa, çağın gerisinde kalmıştı: Ekonomik, teknolojik ve politik olarak.
* Fransa, rekabet gücünden yoksundu ve küreselleşmeden korkuyordu.
* Referandumda "hayır" diyenler, devletçiliği, ulusalcılığı, korumacılığı ve statükoculuğu temsil ediyordu.
Ortaya atılan bu temalar ne kadar temellidir? Fransa'daki referandumdan "evet" sonucu çıkmış olsa aynı temalar ortaya atılır mıydı? Başta Almanya ve Japonya olmak üzere birçok ülkede yaşanan ekonomik durgunluğu aşamayan, işsizlik oranı yüzde 10 civarında Fransa, küresel ekonomiye entegre olamamış, çağa ayak uyduramayan, rekabet gücünden yoksun bir ülke midir? Fransa'nın bu açılardan ABD ve İngiltere ile karşılaştırıldığı düşünülürse, ABD'yle İngiltere ulusalcılığı, korumacılığı, devletçiliği geride bırakıp başka ufuklara yelken açmıştır da, Fransa mı yerinde çakılıp kalmıştır?
Ortaya atılan temaları ya da iddiaları önce tek bir veri ile birlikte ele alalım:
Kapitalist küreselleşmenin temel dinamiklerinden biri olan doğrudan yabancı yatırımlarda 1996-2000 arasında Fransa merkezli sermaye, Belçika ve Lüksemburg ile birlikte yüzde 21'lik bir payla küreselleşme yönündeki en büyük itici gücü oluşturmuştur. Bu beş yıllık dönemde yeni yatırımların yüzde 17'si ABD, yüzde 16'sı ise İngiltere merkezli sermayeden kaynaklanmıştır.
Bir başka veri, Fransız ekonomisinin yapısal olarak çağın gerisinde kalıp kalmadığı üzerine fikir verebilir. 2001 yılı itibarıyla üç ülkede katma değer payı açısından sektörel yapıda çarpıcı bir paralellik olduğu görülüyor. Endüstrinin payı Fransa'da yüzde 24.8, İngiltere'de 26.5, ABD'de 25.6, hizmet sektörünün payı sırasıyla 72.4, 72.6 ve 74.6.
2000 itibarıyla Araştırma-Geliştirme harcamalarının gayri safi milli hasıla içindeki payı açısından durum şöyle: ABD'de yüzde 2.69 (2000 yılı), Fransa'da 2.15 (2000), İngiltere 1.87 (1999). (2)
55 yıllık süreçte gerileyen ABD
Bu noktada çerçeveyi genişletelim ve Fransa'nın gerisinde kaldığı, ABD'nin ise öncüsü olduğu iddia edilen kapitalist küreselleşme sürecinde (2. Dünya Savaşı sonrası) ortaya çıkan trendlere bakalım. (3)
* 1950'de dünya gayri safi hasılasının yarısını sağlayan ABD'nin 2003 itibarıyla payı yüzde 21'e düşüyor. 1950'de dünya endüstri üretiminin yüzde 60'ını sağlayan ABD'nin payı 1999'da yüzde 25'e düşüyor.
* Dünya ekonomisinin en hızlı büyüyen bölümünü oluşturan ticari hizmetlerde 2001 itibarıyla ABD'nin payı yüzde 24, AB'nin payı yüzde 23 (AB üyesi ülkeler arası alışveriş dahil edilirse AB'nin payı yüzde 40).
* 2002'de ana sektörlerin çoğunda ABD dışı şirketlerin egemenliği var. En büyük 10 elektronik ve elektrikli cihaz üreticisi şirketin dokuzu, en büyük 10 motorlu taşıt ve elektrik-gaz hizmeti üreticisi şirketin sekizi, en büyük 10 petrol arıtıcısı şirketin yedisi, en büyük 10 telekomünikasyon şirketinin altısı, en büyük yedi havayolunun dördü, en büyük 25 bankanın 19'u ABD dışı şirketler.
* 2000'de, sahip olduğu yabancı varlıklar açısından dünyanın en büyük 100 şirketinin 40'ı Almanya, Fransa, İngiltere ve Hollanda merkezli şirketler, 23'ü Amerikan şirketi, 16'sı Japon şirketi.
* 1990'larda dünyanın en büyük 100 uluslararası şirketinin dış satışlarında ABD merkezli şirketlerin payı yüzde 30'dan yüzde 25'e düşerken AB merkezli şirketlerin payı yüzde 41'den yüzde 46'ya çıkıyor.
* 1960'ta dünyadaki doğrudan yatırımların yüzde 47'si Amerikan şirketlerinden kaynaklanırken, 2001'de doğrudan yatırımlarda Amerikan şirketlerinin payı yüzde 21.
* 1987-2001 arasında sınır ötesi birleşme ve satın alma gerçekleştiren en büyük 20 şirketten sadece ikisi ABD merkezli (General Electric ve Citigroup); bu iki şirketin payı 20 şirketin toplam birleşme-satın alma işlemlerindeki payı yüzde 5.
* ABD'nin 78 yıl sonra mal ticaretinde ilk kez açık verdiği 1971'den sonra mal ithalatı ihracattan, 1973 ve 1975 yılları dışında, hep daha fazla oluyor. ABD'nin mal ticareti açığı, yabancılara satılan hizmetler (mali hizmetler, sigorta hizmetleri, telekomünikasyon, reklamcılık, vs.) ve yatırım gelirleriyle (kâr, temettü, faiz, isim ve telif hakları) ödenemeyecek kadar büyüyor. 1895'ten 1977'ye kadar neredeyse kesintisiz biçimde fazla veren ABD cari işlemleri (mal ve hizmet bilançoları toplamı artı net dış yatırım kârları) hızla geriliyor.
* 1990'dan itibaren dış yatırım gelirlerindeki artı bakiye azalıyor, çünkü yabancıların ABD'deki yatırımları ABD'nin yabancı ülkelerdeki yatırımlarından daha hızlı büyüyor. 2002'de bilanço eksiye dönüyor. Bu tarihten sonra ABD'deki yabancı yatırımların geliri ABD merkezli şirketlerin yabancı ülkelerdeki yatırımlarının gelirini aşmaya başlıyor.
* 2003 ortası itibarıyla ABD Hazinesi'nin pazarlanabilir borcunun yüzde 41'i, tüm Amerikan şirket tahvillerinin yüzde 24'ü, tüm ABD şirket hisselerinin yüzde 13'ü yabancıların elinde bulunuyor.
Kim daha küreselleşmeci?
ABD Ticaret Bakanlığı Ekonomik Analiz Bürosu verileriyle bir de ABD açısından net uluslararası yatırım pozisyonuna bakalım.
1976'da ABD'nin sahip olduğu yabancı varlıklar 456,964 milyon dolar, yabancıların sahip olduğu ABD varlıkları 292,132 milyon dolar. 1986'da bu, sırasıyla 1,469,396 dolar ve 1,505,605 dolar oluyor; yani ilk kez yabancıların sahip olduğu ABD varlıkları, ABD'nin sahip olduğu yabancı varlıkları geçiyor. 2003'de ise ABD'nin sahip olduğu yabancı varlıklar 7,202,692 milyon dolar, yabancıların sahip olduğu ABD varlıkları 9,633,374 milyon dolar. 27 yılda yabancılar, "ulusalcılığın ötesine geçme"de ABD'ye 2.4 trilyon doların üzerinde fark atıyor.
İlginç bir bilgiye de, doğrudan yabancı yatımlarının toplam yabancı varlıklara oranına bakıldığında ulaşılabilir. Özel varlıklar, doğrudan yabancı yatırımların yanı sıra, hisse, tahvil ve bonoları, merkez bankası varlıklarını (altın döviz), merkez bankası harici devlet varlıklarını, vs. kapsıyor. Doğrudan yabancı yatırımlar ise, yabancı bir şirket tarafından -bir ülkedeki falanca şirketin hisselerini ya da bir devletin borcunu satın almaktan farklı olarak- üretken varlıklara yapılan yatırım olduğu için, bu yatırımların toplam özel varlıklar içindeki payının seyri, küreselleşmenin dinamikleri açısından değerli ipuçları verebilir.
1976'da ABD merkezli şirketlerin doğrudan yabancı yatımlarının ABD'nin sahip olduğu toplam yabancı varlıklara oranı yüzde 60.4 (mevcut maliyetler üzerinden). 1986'da bu oran yüzde 32.7, 2003'de ise yüzde 29.8 oluyor. Yani ABD'nin sahip olduğu yabancı varlıklar içinde doğrudan yabancı yatırımların payı 27 yılda yarı yarıya azalıyor. Bu süreçte yabancıların sahip olduğu ABD varlıkları içinde doğrudan yatırımların payı da azalıyor, ama aynı oranda değil: 1976'da yüzde 25.3'den (mevcut maliyetler üzerinden) 1986'da yüzde 22.5'e, 2003'de yüzde 19'a.
Bu veriler, yukarıdakilerle birlikte, kapitalist küreselleşme sürecinde asıl erozyona uğrayan şeyin ABD'nin temsil ettiği dinamik ve öncülük olduğunu ortaya koyuyor.
AB'nin kurucu üyesi ve beş küsur yıldır ulusal para yerine uluslararası para kullanan bir ülke olarak Fransa'nın küreselleşmeci bir modele (ABD) karşı ulusalcı, statükocu modeli temsil ettiğini söylemek oldukça tuhaf.
Farklılıklar, onca köşe yazarını bu kadar kızdıran farklılıklar kapitalist küreselleşme sürecindeki konumdan başka yerlerde olsa gerek. Köşe yazarlarını kızdıran şeyler, ulusalcılık, devletçilik, korumacılık ya da statükoculuk gibi şeyler değil, Fransa'da yaşanan başka şeyler, Fransız halkının ortaya koyduğu başka özellikler olsa gerek.
Yazarların savunduğu, ABD modelinde cisimleşen ve Avrupa'ya bir an önce model almasını önerdikleri şey de, küreselleşmecilik, liberallik, vs. değil, başka bir şey olsa gerek.
Farklılıklar nerede? Yazarları kızdıran ve herkesin model almasını istedikleri ne?
"Tuzu kuru, şımarık muslukçu"
Kızdıran farklılığa ilişkin ipuçlarını Hadi Uluengin'in 1 Haziran tarihli Hürriyet'teki makalesinde bulabiliriz.
Uluengin makalenin girişinde "conta değiştiren, kubur açan muslukçular"dan söz ediyor, sonra bunu Fransa'daki referanduma, referandum öncesi kampanyaya şöyle bağlıyordu:
"Kampanya teması bir 'muslukçu meselesi' (!) etrafında dönüp gitti. Diğer bir deyişle, altıgen ülke ahalisinin böylesine şımarık, böylesine bencil, böylesine ahmak bir tutum takınması metaforik olarak, 'kuburu kim açacak' sorusunda düğümlendi."
Uluengin'in sözünü ettiği tema, AB'de -kendi deyişiyle- "hizmetlerin serbestileşmesi" meselesiydi:
"Burada düğümlendi, çünkü geçen Brüksel Komisyonu'nun sorumlularından Fritz Bolkestein görevi başındayken hep, AB içinde 'hizmetlerin serbestileşmesi'ni savunuyordu. Gerekliliği vurgulamak için de bizzat kendisinin yaşadığı bir olayı örnek vermişti. Aslen Hollandalı olan Bolkestein'in Kuzey Fransa taraflarında bir yazlık evi varmış. Banyo tesisatı su kaçırınca da fellik fellik tamirci aramış ama, tek bir tane bulamamış. Dolayısıyla da, adamcağız gaflete düşüp, 'Polonyalı muslukçular bu işi seve seve yaptığına göre, neden hizmet sektörü sırf yerlilerin tekeline bırakılsın' demişti. Doğrudur ve burasını ben ekliyorum, hem Fransa'da, hem de 'tuzu kuru' tüm civar ülkelerde muslukçuların burnu pek büyüktür. 'Küçük işler'e (!) tenezzül buyurmazlar. Kazaen kubur mu tıkandı, yandı gülüm keten helva ve de eyvahlar olsun! Günler boyu yalvaracaksınız da, keyfine uyarsa bir Mösyö Paşa yarım yamalak conta takacak ve fahiş faturayı önünüze atacak. İnsaf, elmas yontmuş kuyumcu musun be adam? Ve tabii, af buyurun, o saate kadar bu tuvalette def-i hacet edilemiyor.
Dolayısıyla da insanlar, son derece işinin ehli olan ve gayet ehven fiyat isteyen, ama yasak addedildiği için gizli çalışmak zorunda kalan Polonya muhaciri ustalara başvuruyorlar. İşte, Fritz Bolkestein'in 'hizmet serbestisi' tasarısı bu nesnel gerçeği yansıtıyordu."
Uluengin'in demek istediği şuydu: Fransız halkı, Polonya ya da bir başka ülke halkının emek rekabetini yasallaştıracak AB düzenlemelerine karşı gardını almış, bu pozisyonu referandumdan çıkan "hayır"da ifadesini bulmuştu:
"Sağcı-solcu tüm Paris 'ulusalcılar'ı AB Anayasası'na 'hayır' kampanyasını 'Polonyalı muslukçu istemezük' teması üzerine inşa ettiler. 'İnayetli devlet' lüksünün sefasını süren Fransız benciller, zat-ı devletlûlarının kubur temizlemeye tenezzül buyurmadığı yetmezmiş gibi, bunun yapılmasını da engellediler. Hey 'muslukçuuu', gözünü seveyim yetiş, Avrupa'yı şımarık pisliği götürüyor..."
"Kalıcı çözümün yapısal reformlardan geçtiği" (Ercan Kumcu), "Fransa'nın her geçen gün rekabet gücünü kaybettiği" ve hem sağ hem de solun "korumacı sosyal politikalara dönülmesini istediği" (Ertuğrul Özkök) ya da "Fransızların ucuz emekle rekabet edememekten korktuğu" (Taha Akyol) türünden saptamaları Uluengin, "muslukçu" örneğiyle gayet somutlaştırıyordu.
Ayrıca "Fransız benciller" sadece ulusalcı ve korumacı değil, aynı zamanda devletçiydi, çünkü "'inayetli devlet' lüksünün sefasını sürmek", sürmeye devam etmek istiyorlardı.
Daha az çalışıp daha fazla tazminat alan şımarık
Bu tabloya bakıldığında, "Fransız muslukçu"nun bir tür devlet memuru olduğunu düşünmemek imkansız. Üstelik öğretmen, doktor gibi üretken memur sınıfından da değil; "bilimsellik kazanmaya başlayan evrensel ve saydam bir ekonomiyi tatavalarıyla kösteklemeye çalışan yerel politikacıların çıkarları" uğruna korunup beslenen, asalak memur sınıfından...
"Fransız muslukçu" ya da onun simgelediği ve adeta topluca "şımarık pisliği" olarak damgalanmak istenen koca bir emekçi sınıfın ekonomik-politik sistem içindeki yerine, dünden bugüne nasıl geldiğine ilişkin bilgilere ise ne Uluengin'in satırlarında ne de başka satırlarda rastlanıyor.
Uluengin'in yakındığı "şımarık pisliği"nin hangi noktadan hangi noktaya geldiğine, çalışma saatleri açısından ve "model" ülkelerdeki durumlarla karşılaştırarak bakalım.
1980 yılında yıllık ortalama çalışma saati (4) Fransa'da 1794, İngiltere'de 1769, ABD'de ise 1822. Yani bundan 25 yıl önce bir Fransız emekçi Amerikalı emekçiden 28 saat az, İngiliz emekçiden ise 25 saat fazla çalışıyormuş. Çok önemli farklılıklar değil. O günlerde Fransız muslukçu henüz o kadar da şımarık değil, hatta mesela İngiliz muslukçu biraz daha şımarıkmış.
1995 yılına gelindiğinde ise Fransız emekçi İngiliz emekçiden 126 saat az, Amerikalı emekçiden 235 saat az, Alman emekçiden ise 78 saat fazla çalışıyor. Fransız emekçi artık fena halde şımarmaya başlamış. Ama ya Alman? Onun olağanüstü şımarıklığına ne demeli? "Avrupa'yı şımarık pisliği götürdüğü"nü söyleyen Uluengin ne kadar haklı! Devamı var:
2001 yılında Fransız emekçi İngiliz emekçiden 180 saat az, Amerikalı emekçiden 290 saat az çalışıyor; Alman emekçiden ise 64 saat fazla.. Bir de diğerleriyle karşılaştıralım. "İşinin ehli olan ve gayet ehven fiyat isteyen, ama yasak addedildiği için gizli çalışmak zorunda kalan muhaciri ustalar"ın anavatanlarıyla...
2001 yılı itibarıyla bir Fransız emekçi haftada ortalama 38.1 saat, Alman ise 37.8 saat çalışırken, Polonyalı emekçi 40.5 saat, Macar 40.7 saat, Çek ise 41.5 saat çalışıyor.
Şimdi bu ülkelerde işsizlik tazmininin ("unemployment compensation") GSMH içindeki payına bakalım. 2001 itibarıyla işsizlik tazmini ABD'nin GSMH'si içinde yüzde 0.23'lük bir pay oluşturuyor. Çek Cumhuriyeti'nde bu pay 0.29, Macaristan'da 0.43 (dikkat şımarmaya eğilimli), 1999'da İngiltere'de 0.59 (dikkat "inayetli devlet" işareti), Fransa'da 1.38, Almanya'da 1.89, bir diğer "hayır"cı ülke Hollanda'da ise 2.11.
Şimdi bir soru: Bu tablolara bakıldığında " yabancı sermaye girişi " açısından Avrupa'nın üç yeni şampiyonu kim olabilir?
1995, 1997, 1999 ve 2001 yılları toplamlarında bakıyoruz:
Polonya 28.9 milyar dolar, Çek Cumhuriyeti 18.8 milyar dolar, Macaristan 13 milyar dolar. Bunları 10.6 milyar dolarla Romanya ve 1999'daki NATO bombardımanı sonrası kapıları ardına kadar açılarak "özgürleştirilen" ülkeler izliyor: Hırvatistan (8.6 milyar dolar), Bosna Hersek (4.4 milyar dolar), Slovenya (3.4 milyar dolar) ve Sırbistan Karadağ (3.3 milyar dolar). Slovakya'nın 6.5 milyar dolarla 6. sırada yer aldığını ekleyelim.
Bu noktada şu söylenebilir: "Daha uzun çalışma saatleri ve daha az işsizlik tazminatı yabancı sermaye girişini teşvik eder. Kapitalist küreselleşmenin ya da dünyanın gerçeği budur ve evet, belki insanlar daha çok çalışıp işsizliğe karşı daha az korunuyordur, ama bunun iyi de bir tarafı vardır ki, yabancı sermaye girişiyle ekonomi canlanır, istihdam artar, refah artar. Apaçık ortada duran gerçeklere rağmen 20. yüzyılın ilk yarısına ait politikalarda direnmek, çözüm değildir."
Peki yabancı sermaye girişiyle istihdam artıyor mu? Verilere bakalım:
Yabancı sermaye girişi şampiyonu Polonya'da işsizlik oranı 1997'de yüzde 10.9, 2003'te yüzde 19.2. İkinci sıradaki Çek Cumhuriyeti'nde aynı yıllarda sırasıyla 4.8 ve 7.8. Macaristan'da azalma var: 9.0 ve 5.8. Romanya'da 5.3 ve 6.6, Hırvatistan'da 17.6 ve 19.1, Slovakya'da 11.9 ve 17.1, Bosna Hersek'te yüzde 39 ve 44.1, Slovenya'da 6.9 ve 6.5, Sırbistan Karadağ'da 25.6 27.5.
Macaristan (3.2 puanlık azalma) ve Slovenya (0.4 puanlık azalma) dışında, yabancı sermaye çeken tüm ülkelerde işsizlikte azalma değil, artış olduğunu görüyoruz. Üstelik "Polonyalı muhacir usta"nın vatanında bu tam bir patlama olarak yaşanmış. Zaten ustanın Fransa yollarına düşme nedeni de herhalde bu olsa gerek. (5)
"Fransız sendikalar Avrupa'da öncülüğü ele aldılar"
Şimdi şu sorunun cevabını vermeye çalışalım: Fransa'da emekçinin model ülkelerdeki emekçilere göre daha az çalışması, işsizlik tazmininin Fransa'da GSMH içindeki pay olarak ABD'dekinin tam altı katı, İngiltere'dekinin ise yaklaşık 2.5 katı olması, "devletin inayeti"yle mi ilişkilidir. Fransız emekçi, bu inayet sayesinde lüks içinde yaşayan bir tür asalak mıdır? "Yerel politikacıların çıkarları" uğruna korunup beslenen bir asalak? Böyledir de, son Fransa referandumu "bilimsellik kazanmaya başlayan evrensel ve saydam bir ekonomi" ile asalaklar-yerel politikacılar cephesinin çatışmasına mı sahne olmuştur?
Gerçeği böyle bir tablonun yansıttığı sonucuna vardıysak, Fransa'da vatandaş ile devlet arasındaki ilişkinin çatışmaya değil, büyük ölçüde karşılıklı kayırmaya dayandığını düşünüyoruz demektir. Ama gerçek bu mu?
Uluslararası Nakliyat İşçileri Federasyonu yöneticilerinden Asbjørn Wahl'ın Fransız kamyon şoförlerinin Kasım 1996'daki eylemi sonrası yazdığı makaleden okuyoruz:
"Fransız işçiler greve gittiklerinde onları caddelerde, yollarda görürsünüz. Kasım-Aralık 1995'te on binlerce kamu çalışanı ve kamu endüstri işletmesi işçisi, Juppé hükümetinin kamu hizmetleri bütçesini budama ve toplumsal refah sistemini küçültme planı karşısında başlattıkları güçlü ve başarılı mücadelede Paris'in ve diğer büyük şehirlerin caddelerini doldurdular. Kasım 1996'da ise kamyon şoförleri karayolları nakliye altyapısını denetim altına alarak Fransız ekonomisini -gene başarıyla- köşeye sıkıştırdılar."
"Fransız işçiler ve sendika hareketi, toplu eylemin, birçok akademisyen, politikacı ve medya yorumcusunun uzun süre bizi inandırmaya çalıştığı gibi 'endüstrileşme sonrası' toplumlar için geçmişte kalmış bir şey olmadığını kanıtladılar. Fransız sendikalar, serbestleştirilmiş [deregulated] piyasa ekonomisinin 'muzaffer ilerleyişi' ve son yıllarda emekçilerin büyük bölümü açısından kötüleşen çalışma koşullarına karşı güçlerini olağanüstü bir biçimde harekete geçirerek Avrupa'da öncülüğü ele aldılar. Bunun, toplam işgücünün ancak yüzde 10'unun sendikalı olduğu bir ülkede -sendikalar bazı bölgelerde, özellikle kamu sektöründe çok daha güçlü olsalar da- gerçekleşmesi, çoğumuz için üstünde düşünülmesi gereken bir şey olmalı. Grevlerde Fransızlara özgü militan organizasyonu ve işçilerin topluca harekete geçirilişi (sendika üyesi olanlar gibi olmayanların da), herhalde kısmen bunu açıklamaktadır."
"Kasım 1996'daki kamyon şoförleri eylemi olağanüstüydü. Sadece organizasyonun gücü ve düzeyi açısından değil; bundan daha da fazla, sendikal hareketin sadece Fransa'da değil tüm dünyada savunmada olduğu bir zamanda, üst düzey taleplerle hücuma geçmiş olmasından. Bu anlamda grev gerçekten de dalgaya karşı yapılıyordu."
"Sendikal hareketin geleneksel olarak parçalanmış olduğu bir ülkede ('rekabet halindeki' üç ulusal federasyon, 'sosyalist' CFDT, 'komünist' CGT, FO ile bir dizi bağımsız sendika) kamyoncuların grevi aynı zamanda, 1995 sonundaki grevde ortaya çıkan örgütler arası yardımlaşma, birlik ve dayanışma eğilimini güçlendiriyordu. Fransa'daki iki yaygın, militan ve başarılı grev hareketi tüm dünyada çalışanları ve sendikaları etkiledi ve cesaretlendirdi..."
12 günlük seyrinde Portekiz'den 2000 (bu ülkedeki kamyon filosunun yüzde 40'ı), İngiltere'den yaklaşık 1000 ve diğer Avrupa ülkelerinden binlerce kamyonu hareketsiz bırakan kamyoncu grevi (AB Nakliyat Komisyonu yöneticisi Neil Kinnock'a göre sadece bir olayda 20 bin yabancı kamyon hareketsiz kalmış), kendi kamyonuyla mal taşıyan şoförler ve sefer başına ödeme yapılan şoförler dışında yabancı kamyon şoförlerinden de destek görmüştü. Araştırmalara göre Fransız halkının greve desteği ise yüzde 80 düzeyindeydi. (6)
Wahl'in makalesinden okumaya devam ediyoruz:
"Tüm ekonomiyi köşeye sıkıştıran eylemlerin Fransız toplumu üzerinde etkisi büyük oldu. Fabrikalar kapandı, benzin satışları sınırlandırıldı. Benzin istasyonlarının hemen hemen üçte biri ya boşalmış ya da boşalmak üzereydi. Süpermarketlere dayanıksız tüketim maddesi ve gıda maddeleri dağıtımı gibi imalat sektörüne hammadde ve yedek parça dağıtımı da büyük ölçüde olanaksız hale gelmişti. Görüşmelerde anlaşmaya varılması baskısı, Air France çalışanlarının iş bırakması ve demiryolu çalışanlarının Paris-Rouen trafiğini kapatmasından sonra daha da ağırlaştı. Beş demiryolu sendikası, üyelerini grevi 'uygun yöntemlerle' desteklemeye çağırıyordu."
Grevin sonunda emeklilik yaşının 55'e indirilmesi, kamyonculara bir defaya mahsus 3000 frank ödeme yapılması kabul ediliyor, kamyon kullanılmayan süreler (yükleme, boşaltma, bekleme, yemek zamanları, vs.) için kesintisiz ödeme yapılacağına dair teminat veriliyordu. 36,500 nakliyat şirketinin (çoğu 10'dan az işçi çalıştırıyor) bulunduğu Fransa'da, sadece yüzde 15'i sendikalı olan kamyoncuların grevinde hem tek tek işverenlere, hem devlete hem de işveren örgütlerine karşı mücadele edilmiş, Juppé hükümetinin "reform" planını geri çekmesine yol açan Kasım-Aralık 1995 kamu grevi gibi kamyoncular grevi de kazanımlarla noktalanmıştı.
70'lerden 90'lara "iş durdurmalar"ın düzeyi
Fransa, sendikalaşma oranı açısından ABD, Almanya, İngiltere, İtalya, İspanya ve Japonya'nın gerisinde. (7) Fransa'da hak mücadelesinin diğer ülkelere oranla daha etkin olması ve başarıya ulaşmasında, 1995-96 grevlerinde de görülen şu tür faktörlerin rol oynadığı söylenebilir:
Sendikasız çalışanların da grev ve gösterilere katılımı, eylemlerin işyerlerinin dışına taşması, kritik durumlarda eylemcilerin taleplerine halkın destek vermesi, eylemlerin biçimi ve düzeyiyle ekonomik taleplerin politikleştirilmesi (ya da ekonomik taleplerin politik özünün açık ve etkin bir biçimde ifade edilmesi). (8)
Eylül 2000'de CNN yazarı Douglas Herbert, "Fransa grevler ülkesi mi?" başlıklı makalesinde şöyle yazıyordu:
"Bazı gözlemciler, küreselleşmenin, çağdaş bir Avrupa ekonomisine yönelik taleplerle birleşerek birçok Fransız çalışanın başkaldırma eğilimini yumuşattığı inancında. Paris merkezli The Centre for the Study of French Political Life'ın yöneticisi Pascal Perrineau, 'Pek çok devrim yaptığımız için Fransa bir protestolar ülkesi gibi görünüyor. Ama bu, artık gerçeğe uymayan tarihî bir görüntü.' diyor. Perrineau, son 20 yılda Fransa'da grevlerin büyük ölçüde azaldığını ve emek huzursuzluğu açısından bunun Fransa'yı Avrupa'da 'istisnai' kıldığını söylüyor. Perrineau, 'Yıllar içinde yaşanan ekonomik ve toplumsal krizler grev yapmayı zorlaştırdı. İnsanlar işsizlik tehdidi altında olduklarında, iş bulmada zorluk çektiklerinde, greve başvurmaya daha az eğilimli oluyorlar' diyor."
Perrineau "işsizlik tehditi altındaki eğilimler"den tarihte ilk kez ortaya çıkan bir şeymiş gibi söz ediyor, CNN yazarı da yeni bir şeymiş gibi aktarıyordu. Hem de ne zaman? Fransız balıkçılar hükümetin fırlayan dizel fiyatlarını 1.25 frankta dondurması talebiyle başlattıkları "liman girişlerini kapama" eyleminde başarıya ulaşıp girişleri trafiğe açtıktan sadece 24 saat sonra.
CNN haberinde altı çizilen bir başka şey, Fransa'da grevlerin daha çok küçük işyerlerinde küçük gruplar tarafından yapıldığı gerçeği, Fransız emekçilerin "Avrupa'da istisnai" biçimde huzurlu olduğunu mu gösteriyor?
Wahl'in -Perrineau'nun iddiasının tam aksine-"Avrupa'da öncülüğü ele aldığı"nı söylediği Fransız emekçilerin hareketlilik düzeyini anlamak açısından "iş durdurma" verileri (9) ipucu sunabilir.
Fransa'da 1971-1980 arası 10 yıllık dönemde yılda ortalama 3485 iş durdurma (grev ve lokavt), 1992-2001 arası 10 yıllık dönemde ise yılda ortalama 1844 iş durdurma olmuş. 10'ar yıllık dilimler karşılaştırıldığında, "bugün" diyebileceğimiz dönemde iş durdurmalar "dün"e göre yüzde 47 azalmış.
Model ülkelerden İngiltere'de ise 1971-1980 arası 10 yıllık dönemde yılda ortalama 2340 iş durdurma, 1994-2003 arası 10 yıllık dönemde yılda ortalama 196 iş durdurma olmuş. 10'ar yıllık dilimler temelinde iş durdurmalar "dün"e göre yüzde 91 azalmış.
ABD'de 1000'in üzerinde işçi çalıştıran işyerlerinde 1974-1981 arası 8 yıllık dönemde yılda ortalama 247 iş durdurma, 1996-2003 arası 8 yıllık dönemde yılda ortalama 27 iş durdurma olmuş. Bu büyük işyerlerinde iş durdurmalar "dün" e göre yüzde 89 azalmış. Bazı yıllara ilişkin veriler ise şöyle: 1974'te 425, 1980'de 187, 1994'te 45, 2003'te 14 iş durdurma.
ABD için daha genel verilere (6'dan fazla işçi çalıştıran tüm işyerleri) bakıldığında, 1970'teki 5716 iş durdurmaya karşılık 1978'de 4230, 1980'de 3885, 1981'de 2568 iş durdurma olduğunu görüyoruz.
İtalya'yla ilgili veriler şöyle: 1971-1978 arası 8 yıllık dönemde yılda ortalama 3924 iş durdurma, 1996-2003 arası 8 yıllık dönemde yılda ortalama 840 iş durdurma. "Dün"e göre azalma: Yüzde 78.
İspanya: 1974-1981 arası 8 yıllık dönemde yılda ortalama 2197 iş durdurma, 1996-2003 arası 8 yıllık dönemde yılda ortalama 726 iş durdurma. "Dün"e göre azalma: Yüzde 67.
Avustralya: 1971-1978 arası 8 yıllık dönemde yılda ortalama 2363 iş durdurma, 1996-2003 arası 8 yıllık dönemde yılda ortalama 628 iş durdurma. "Dün"e göre azalma: Yüzde 73.
Japonya: 1969-1976 arası 8 yıllık dönemde yılda ortalama 2965 iş durdurma, 1996-2003 arası 8 yıllık dönemde yılda ortalama 125 iş durdurma. "Dün"e göre azalma: Yüzde 96.
Türkiye: 1971-1980 arası 10 yıllık dönemde yılda ortalama 131 iş durdurma, 1987-1993 arası 7 yıllık dönemde yılda ortalama 234 iş durdurma, 1994-2003 arası 10 yıllık dönemde yılda ortalama 44 iş durdurma. 1971-1980 arası 10 yıllık döneme göre 1994-2003 arası 10 yıllık dönemdeki azalma yüzde 66.
Bu veriler, bir taraftan, "bilimsellik kazanmaya başlayan evrensel ve saydam ekonomi" içinde ne emekçi davranışlarının, ne de ulaşılan hayat şartlarının standart olduğunu gösteriyor. Öte yandan veriler, açık sınıf çatışmalarının çeşitli faktörlere bağlı olarak tüm dünyada azalma gösterdiğini ortaya koyuyor. Ama ülkeler arasında büyük farklar var. İş durdurmaların sayısı "dün"e göre Japonya'da yüzde 96 (gidişat sıfıra doğru), İngiltere'de yüzde 91, ABD'de yüzde 89 azalırken, Fransa'da yüzde 47 azalıyor.
Devletçiliği eleştiren devletçiler
Kamu grevleri, kamyoncuların 90'lar boyunca süren ve 1996'da en üst noktasına çıkan grevleri, balıkçıların liman kapama eylemleri ve genel olarak iş durdurmaların düzeyi açısından 1970'lerle 1990'lar arasında Fransa'da ABD, İngiltere ya da Japonya'daki gibi bir çakılma olmaması, Fransız emekçinin hak mücadelesinde devletin inayetine hiç sığınmadığını gösteriyor. Bunun da ötesinde, Fransız emekçi 1995-96 grevlerinde olduğu gibi "ulus devlet"e, "merkezi devlet idaresi"ne dikleniyor, devleti köşeye sıkıştırıyor, ekonomiyi köşeye sıkıştırıyor.
Referandum sonuçlarına gösterilen tepkilere dönersek, yazarları kızdıran herhalde ne Fransa merkezli sermayenin yönelimleri, ne de emeği disiplin altında tutmaya çabalayan Fransız devleti olabilir. Herhalde sorun, hem ulusal/merkezi devlete, hem de o devletin kurucusu ve öncüsü olduğu bir üst iktidarın dayatmalarına karşı haklarına sarılan Fransız emekçidir.
Ama eleştiriler açısından Fransız devletinin gene de kusurları olabilir. "Şımarık pisliği"ne karşı yeterince kararlı, etkin olamadığı için, kamyoncular 1996'da ekonomiyi köşeye sıkıştırdığında mesela olağanüstü hal ilanına cesaret edemediği, en azından birkaç yüz kamyoncuyu toplayıp hapse tıkmadığı için Fransız devleti eleştirilebilir.
Yeterince kararlı olamayan Fransız devletine duyulan kızgınlığı 2 Haziran 2005 tarihli Hürriyet'te yayınlanan "Fransa tahlili" başlıklı makalesinde Hadi Uluengin'de görüyoruz:
"Chirac'ın en affedilemeyecek birinci hatasını, ortada fol yok, yumurta yokken AB Anayasası için referanduma gitmesi oluşturdu. Oysa, 'halkoylaması, eşittir demokrasi' türü naif bir formülün geçerliliği yoktur. Zaten öyle olmadığı içindir ki, 'halk' denilen soyut ve elastiki kavram çoğulcu sistemlerde Parlamento aracılığıyla temsil edilir. Milletvekilleri oraya mostralık diye konmaz. Eh, o parlamento Paris'te de olduğuna göre, diğer pek çok Topluluk ülkesi gibi Fransa da AB Anayasa'sını 'halk temsilcileri forumu'nda onaya sunar ve vartayı atlatabilirdi. Burada sakın kimse bana 'sen ne biçim demokratsın? 'Millet iradesi'ni hiçe mi sayıyorsun' türünden mugalataya kalkışmasın. Popülist edebiyat karın doyurmuyor. Çünkü, sistem mekanizmasıyla şeklen, hukuken ve ruhen çelişmemesi kaydıyla, her şeyin o 'millet'e sorulacağına dair bir kural da yoktur ve olamaz. Konjonktüre göre şu veya bu yana kolayca kayan ve her halükarda da, doğası itibariyle 'elit ufka' sahip olmayan 'kamuoyu' mutlaka 'doğru'dan yana tercih yapmaz. Yapamaz."
1 Haziran 2005 tarihli Milliyet'teki makalesinde Çetin Altan ise umudunu "üst iktidar"a bağlamış gibiydi:
"Dünya medyasının flaşlarıyla manşetlerinde, sansasyon yıldırımları patlıyor; 'Avrupa Birliği rüyası sona erdi', 'Avrupa Birliği Anayasası rafa kalkıyor', 'Avrupa Birliği'ni kuranlar, Birliğe karşı çıkıyor'... Gerçekten acaba öyle mi? AB'nin, ortak bir anayasa oluşturmasını öngören anlaşmanın bir yığın da 'ek açıklamalar'ı var. 30 no'lu ek açıklama şöyle diyor: 'Üye ülkelerin 5'te 4'ü ilgili anlaşmayı onaylar, gerisi onaylanmazsa; sorunu Avrupa Birliği Konseyi ele alır.' AB Anayasası'nı, üye ülkelerden 9'u onaylamış durumda."
1 Haziran tarihli Radikal'deki makalesinde Haluk Şahin, "herhangi bir projenin kaderini Fransız kamuoyuna bağlamanın sakıncası"ndan söz ediyor ve Asteriks'le DeGaulle'e referans veriyor:
"Fransa'da referandum sonuçlarının olumsuz çıkmasının bizim açımızdan keyif verici yanları da var. Fırsat bu fırsat, bari onların biraz tadını çıkaralım. Birincisi anayasayı hazırlayan kurulun başkanı Giscard d'Estaing'in düştüğü durum. Burnundan kıl aldırmayan bu sevimsiz Fransız politikacısı bir yandan hazırladığı metne ırkçılığa karşı maddeler koyarken, bir yandan da 'Türkler girerlerse bu Avrupa'nın sonu olur!' türünden laflar ediyordu. İroniye bakın ki, Türkler değil, adamın hazırladığı metin 'o' Avrupa'nın sonu oldu! İkincisi, herhangi bir projenin kaderini Fransız kamuoyuna bağlamanın sakıncası. Biliyorsunuz, Türkiye tüm müzakereleri başarıyla tamamlasa bile son sözü bir referandumla Fransız halkı belirleyecekti. Yani, Türkiye'yi reddedecekti. Evet, reddedecekti. Bunu, sadece Asteriks'te okuduklarımdan bilmiyorum, Fransız büyüğü Charles DeGaulle'den de biliyorum. Çok net olarak söylemişti general: "Fransa'yı bataktan çıkarmaya çalıştım. Ama o hata yapmaya ve kusmaya devam edecektir. Fransızların Fransız olmalarını önleyemem!"
Bütün bunlardan anlıyoruz ki Fransız halkı ve genel olarak halk, aslında kapris denilen şeyin ta kendisiymiş. "Ekonomik tutarlılıkla hukuksal tutarlılığın barometrelerindeki bilimsel ibre, politikacıların dilinde" nasıl da "saçmalama kadranları üstünde 'halkın hassasiyeti' yelkovanına" dönüşmüş. (10)
Yazarları kızdıranın bu "halk" olduğunu, yazarların devletçiliği, merkeziyetçiliği ve -halka karşı- korumacılığı nasıl tutkuyla, hırçınca, militanca savunduğunu Fransa referandumu sayesinde, referandum sonrası gelen eleştiri sağanağında görmüş olduk. Ev ödevini yapmaya çalışan bir grup memurun yanında sadece bir başka memur grubunu oluşturduklarını ve üstelik politikaya dayanak olacak ideolojik açılımlar üretmede, en azından şablonlarını geliştirmede hiç de yaratıcı olamadıklarını... Baştan çıkarıcı bir tembellikle her şeyi ve herkesi aynı şablonun içine tıkıştırmaya çalıştıklarını... Tekrar tekrar aynı kodları kullanmaktan bıkıp usanmadıklarını...
Ama işte, işin içinde altına sığınılabilecek bir devlet gücü olunca öyle büyük bir yaratıcılık da gerekmiyor. En azından devletine çok karmaşık ödevler atanmamış Türkiye'de...
(1) 31 Mayıs tarihli Sabah gazetesinde Umur Talu'nun makalesinden:
"'Sol' un tabanı' sayılan ücretlilerde, işçilerde yüzde 79, memurlarda yüzde 67'lik bir 'Hayır' oranına ulaşıldığı sanılıyor. Nitekim, 'Hayır' bu kesimlerde şöyle ifade edildi hep: 'Liberal Anayasa' ya Hayır'. Yani, 'kazanan sınıflar'ın, güçlülerin, küresel piyasalara ve düzenlemelere hakim olanların anayasası diye nitelenen, kendilerine 'Fransız kaldığını' düşündükleri bir şeye hayır dediler...
"İnsanları, aileleri, güçsüzleri, yoksunları, yoksulları, işsiz kalmaktan korkanları ve işsiz kalmaktan bunalanları, küçükleri, mütevazıları, belki 'çağı yakalayamayanlar'ı ihmal eden... Onları tedirgin eden... Onları güvensiz kılan... Onları hükmen yenik ilan eden... Değersiz olduklarını fısıldayan yahut haykıran... Sosyal dayanışma modellerini demode ve yük gören... Bireyselliği, yırtmayı, şiddetli rekabetle itişip kakışmayı, yoldan çıkarmayı kutsayan... Demokrasi ve cumhuriyetin, adalet, eşitlik gibi vaatlerini pek takmayan... Küresel iktidarlar adına yerel, bölgesel, ulusal yetimler, kimsesizler, terk edilmişler, kaybedenler yaratan ve çoğaltan bir 'Liberal humma'nın kendisiyle de yüzleşme anı bu."
(2) Bu veriler, ABD'deki AR-GE harcamaları içindeki askeri harcamaların payı ile birlikte ele alınmalı. 1999 yılında ABD'de askeri AR-GE harcamaları GSMH'nın yüzde 0.45'ini, İngiltere'de yüzde 0.26'sını, Fransa'da ise yüzde 0.22'sini oluşturuyordu. Toplam askeri harcamaların GSMH içindeki payı ise ABD'de 1999'daki yüzde 3'den 2000'de yüzde 3.1'e, 2002'de ise 3.4'e çıkıyor. Toplam askeri harcamaların GSMH içindeki payı Fransa'da ise 1999'daki yüzde 2.7'den 2000'de 2.6'ya, 2002'de yüzde 2.5'e düşüyor. Askeri harcamaların payı İngiltere'de 1999 ve 2000'deki yüzde 2.5'den 2002'de yüzde 2.4'e düşüyor.
(3) Richard B. Du Boff'un "U.S. Hegemony: Continuing Decline, Enduring Danger" başlıklı makalesinden
(4) Yıllık ortalama çalışma saatleri
...........1980.....1995....2001
---------------------------------------
ABD.........1822.....1848....1821
İngiltere...1769.....1739....1711
Almanya......-.......1535....1467
Fransa......1794.....1613....1531
Kaynak: Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonları
(5) 1997 ve 2003 yılları için diğer ülkelerde işsizlik oranları şöyle: Fransa'da 11.8 ve 9.4, Almanya'da 9.7 ve 9.3, İngiltere'de 6.9 ve 5.0, ABD'de 4.9 ve 6.0, Türkiye'de 6.4 ve 9.0. (Kaynak: Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonları)
(6) 18 Kasım 1996'da başlayan kamyoncular grevi 12 gün sürmüştü. Grevcilerin taktiği, kamyonların depolara ya da park alanlarına çekilmeyip stratejik noktaların (otoyollardaki belirli noktalar, sınır geçişleri, benzin depoları, limanlar, petrol rafinerileri, vs.) tıkanmasında kullanılmasıydı. Hareketin tepe noktasında Fransa'nın dört bir yanında 50 bin kamyon ile 250 yol tıkama gerçekleştirildi. Kamyoncuların talepleri şunlardı:
* 60 yerine 55 yaşında emeklilik
* Daha yüksek ücretler (yüzde 20 civarında artış)
* Kamyon kullanılmayan zamanlar (yükleme, boşaltma, bekleme, vs.) için de kesintisiz ödeme
* İşyerinde sendikal haklara saygı
Wahl, Fransa'da 1994'de imzalanan, çalışma saatlerinin tedricen azaltlmasına ilişkin bir anlaşmanın uygulanmadığından ve 1995 grevi öncesinde kamyon şoförlerinin ayda ortalama 200-240 saat çalışma karşılığı asgari ücretin (ayda 169 saat çalışma karşılığı 8000 frank) biraz üstünde bir ücret aldığından da söz ediyor.
Kaynak: Wahl'in makalesi
(7) "Ekonomik taleplerin politikleştirilmesi": 1996 grevinde yolları tıkama taktiği sonucu tüm ekonomiyle birlikte hükümetin de köşeye sıkıştırılması.. İngiltere hükümetini bile isyan ettiren bu yol tıkamalarla çaresiz kalan Juppé hükümetinin, bir an önce anlaşmaya varılması için gayret harcamak zorunda kalması..
(8) 2002 itibarıyla ülkelere göre sendikalaşma oranları
ABD: Yüzde 13
Almanya: Yüzde 30
Fransa: Yüzde 9
İngiltere: Yüzde 29
İspanya: Yüzde 15
İtalya: Yüzde 35
Japonya: Yüzde 20
Kaynak: European Industrial Relations Observatory
(9) Sekiz ve 10 yıllık dilimlerdeki ortalamalar ve değişim oranları ILO verileri kullanılarak hesaplanmıştır.
(10) Çetin Altan'ın 5 Haziran 2005 tarihli Milliyet'teki makalesi şöyle başlıyor: "Politikacıların dilinde, ekonomik tutarlılıkla, hukuksal tutarlılığın barometrelerindeki bilimsel ibre, saçmalama kadranları üstünde 'halkın hassasiyeti' yelkovanına dönüştü. 'Halk' deyimi, Fransız İhtilali'yle ortaya çıkmış bir kavram; 'aristokrat' sınıfın dışındaki kitleleri etiketlendiren..."