Avukat Levent Hale Yılmaz, 22 Ağustos 2017’de hayata veda etti.
Yok Beştepeli Hasan, yok Çimentepeli Sevim, yok Kuştepeli Ali… Böyle çağrılırdı insanlar! Hep tepeler vardı! Sonradan makbul yerler olduysa da, o zaman yoksulluktu tepeler.
Fotoğrafsız zamanlardı! Fotoğrafsız, hatta isimsiz ama asla kimliksiz değil, arsız değil!
Geride kalan bir fotoğrafımız var mı bilmiyorum, muhtemelen de yok ama hani derler ya arabesk arabesk; kalbimde kazılı! Fotoğrafı kalbimde kazılı olanlardan birini; Av. Levent Hale’mizi kaybettik! Onun sesinin de nasıl kulağımda kazılı olduğunu tuhaf bir biçimde fark ettim sonra! Gür, hiç düşmeyen ve çınladığında büyük bir güven veren ses!
Tabii güven vermenin dışında bazılarını ürküttüğünü de unutmamak lazım o sesin. Yani hem dost, hem de "düşman" cenahından ama! "Düşman" cenahını tahmin etmek zor değil; iyi avukat, gözü pek, devrimci avukat düşman başına… Dost cenahı için ise bir efsane!
Ankara Hukuk Fakültesi'ne girdiğim seneler, 70’lerin sonu. Okuldayız, dediğim gibi isimsiz, fotoğrafsız, lakabı da bol zamanlarda bir olay anlatılıyor diyelim… O arada “Levent” deniyor ama bir erkek Levent var, bir de kadın Levent. Ben ikisini de tanımıyorum ancak bir de “albayım” diyorlar ki ben doğal olarak bu lakabı erkek Levent için kullanıyorlar sanıyorum! Albayım aşağı, albayım yukarı ve erkekler de dahil, hafif şaka yollu da olsa çekinmeyle söz ediyorlar ondan. Sonra bir gün hayal meyal bir karşılaşma ve anlıyorum ki o “albayım” kadın olanıymış! Sert ifadeli, gür sesli bir kadın ama korkulacak bir yanı da yok benim için. Ayrıca maçoluğun soldan, sağdan şahikasının yaşandığı o yıllarda, bir kadının bu adamları ürkütüyor olması da pek hoşuma gidiyor! Tabii militarizmin de her cenahta şahikasının yaşandığı yıllarda “albayım” lakabı hiç şaşırtıcı değil ama bunun da o zamanlar bir kadına söyleniyor olması ruhumu okşamadı diyemeyeceğim!
Evet, 70’lerin sonu, sıkıyönetim zamanları ki zaten yaşamım boyunca sıkı olmayan, en azından can sıkmayan bir yönetime rastlamadım, o da ayrı mesele!
Üniversitede bildiri dağıtıyoruz Mamağa, boykot yapıyoruz Mamağa… Durumu üçleyince, abilerim (o zaman da karar mercilerinde ablalar pek yoktu tahmin edebileceğiniz gibi) yolladılar beni bir büroya, dediler ki “Sen biraz okuldan uzak kal. Hem burada gençlere, ailelere çok faydan olacak, içeriyi de az çok biliyorsun!”.
Kendimiz gözaltına alınıyor, hapse giriyoruz tamam da, başkalarının acısı karşısında ne kadar sulu gözlü olduğumuzu da bilmiyorlar ama!
Ankara’da, okulda olamayacağım için mutsuz ve endişeli yürüyorum Onur Çarşısına doğru ve üst katlarda aydınlık bir büroya giriyorum.
Karşımda “albayım”!
Tavrı “Hoş geldin, fazla samimiyete gerek yok, yaparız bi şeyler, işinin başına” tavrı… Duvarını gördüğünüz ama aşabileceğinizi ta ilk günden hissettiğiniz insanlar olmuştur. Bana da öyle oldu “Biz seninle bu yolu yürürüz” dedim içimden Levent Hale'ye...
İflah olmaz bir romantik olarak ortamı ve hayatı aydınlatacağım ya ertesi ve daha ertesi günler elimde sık sık çiçeklerle gidiyordum büroya! "Töbe töbe” bakışlarıyla beni süzüyor, bir şey demiyordu. Sonra o muzip gülüşüyle “Nooldu bugün çiçek almadın mı” dokunmaları, cezaevinde yakınları olan ailelerin dertlerini o dinleyip, çözüm ararken ben içeri kaçıp ağladığımda “hadi sil burnunu gel” kollamalarıyla kalbime kazınmaya başladı.
Onun için en anlamlı söz “Çok sağlam bir kadındı” olacaktır. Çok sağlam kadındı. Onun kadar sağlam bir ablamı görmüştüm o güne kadar, ki onu da aynı hastalıktan kaybettiğimde, Levent varlığıyla, hayattaki duruşuyla hep ikinci bir abla olarak kaldı benim için.
Derken 12 Eylül darbesi geldi!
Biz 11 Eylül'ü 12'sine bağlayan geceyi tesadüfen aynı evde karşıladık: "Ordu yönetime el koymuştur. Sokağa çıkmak yasaktır."
O zaman bile yasak hemen kalkarmış ki, ertesi gün Ankara'da, Yenişehir'de bir öğle vakti ıssız, ölü bir şehri içimiz burkularak birlikte dolaşabildik!
Sanırım gençlik deliliği; bi askerler bi biz vardık sanki sokakta ama çok merak ediyorduk durumu, çıkmadan da edemezdik!
12 Eylül çok can yaktı, çok can aldı.
En can yakıcı olanı ise benim cezaevinde tanıdığım, Levent ve Ali Ulvi'nin de avukatlarından olduğu Necdet Adalı'nın idam gecesini de yine birlikte yaşamamız oldu. 7 Ekim'i 8'ine bağlayan sabaha karşı biz yüreğimiz ağzımızda beklerken, Ali abi arayıp, infazı ve neler olduğunu anlattıktan sonra, sanırım ilk kez Levent'in de benimle beraber ağladığını gördüm. Öylece sarıldık birbirimize! O geceyi birlikte yaşamak bizi hepten dost ve her daim yoldaş kıldı.
Levent o dönemde korkusuzca ve fedakarca avukatlık yapmaya devam etti. Ben de yapabildiğimce, çömez hukuk öğrencisi olarak yardımcılığa...
Derken büromuz da nasibini aldı darbeden ve kapatılmak zorunda kalındı!
Sonrasında hayatlarımız ayrı şehirlerde sürse de sevgimiz daim oldu.
Levent'i yazmak kolay değildi ama kalbe kazınmış bir dostu orada bırakıp, yazmamak da kolay değildi!
"Töbe töbe" diyeceğini bilsem de yine onu çiçeklerle uğurladım...
Güle güle sevgili dostumuz, devrimci avukatımız... Güle güle antimilitarist "albayım"! (FK/ÇT)