Hakkâri'yi ilk öğrendiğimde ilkokuldaydım sanırım.
İl merkeziyle ilin adının farklı olduğu birkaç ilimizden birisiydi.
Söylenişi tuhafıma giderdi, belki onun için belleğimde iz bıraktı: Trafik Plaka No'sunun karşısında "Hakkari" yazsa da oranın adı "Çölemerik"ti. Üstelik ikinci "a"nın üzerinde "şapka"sı olmadığı için o ikinci "a"yı söyleyemezdik. Tuhaf bir ses çıkardı. Sonra dilimize uydurduk ve o "a" şapkasına kavuşunca daha kolay söyler olduk.
Yine de "Çölemerik"ten daha çok duyulan iki yeriyle akıllarda kalırdı orası, En azından bende de öyle oldu: "Yüksekova" ve "Şemdinli".
Türkiye'nin denize göre en yüksek ilçesinin "Başkale" olduğunu coğrafya dersinden biliyordum. Ama "Yüksekova"nın oradan daha yüksek olduğunu düşünürdüm, oraya gidip görene kadar. Hayallerimde hep bambaşka bir yerdi orası. Gerçeği görünce de hep öyle kaldı. Her yeri bir başka güzeldi. Her yeri bir başka "Hakkâri"ydi!
* * *
Belleğimdeki bir başka iz, altmışlı yılların sonuna doğru halamın oğlunun "Şemdinli"de yedek subay olarak askerlik yapması, onun oraya dair anlattıklarına eşlik eden çektiği fotoğraflardaki görüntülerdi.
1984'de gitmeye, görmeye ve tanımaya başladım o coğrafyayı, cüzzam için ve cüzzamlı hastaların peşinde. Başkale'yi ilk kez o yıl gördüm. Hakkâri oradan "iki saatlik" uzaklıktaydı. Ama benim oraya gidişim tam 13 yıl sürdü.
Nedeni çoktu! Ama burada "lepra kontrol programı bunu gerektirdi" diyelim.
Tıpkı Tunceli yani "Dersim" gibi.
Herkeste öyle midir bilmem; ama benim düşünce dizgemde bu iki coğrafya pek çok yönden ve yaşamımdaki gerçeklikleri itibariyle birbiriyle neredeyse yapışıktır.
Örneğin sözcük çağrışım oyunu oynasak da, soru olarak "Hakkâri" ya da "Tunceli" desek mutlaka yanıtı diğeri olur gibi geliyor bana.
Yine "sürgün" desek bu kez de bu iki ilden birinin adını yanıt olarak alacağımızı düşünürüm.
Özeldir, özelliklidir bu iki "kadim coğrafya" pek çok yönden.
Çok şey yaşamış, çok şey görmüş geçirmiştir.
İyi bilinir de az söylenir, çok duyulur da, sesi az çıksın istenir.
Ama nedense tersi olur çoğu zaman. Ne kadar "öteye" itilse, "ötekileştirilse" de, hep "farklı"dır ve "farklı" kalacaktır.
Basit bir örnek o farkı belki de çok güzel anlatır: Hakkâri Osmanlı padişahlarının, beylerine kendi paralarını basma izni verdiği ve basılan tek yerdir. Dersim'in de cumhuriyet kurulduktan sonra bile uzun süre eski paranın geçerli olduğu tek yer olduğu söylenir.
Söylenenler daha çoksa da, yazılanlar da az değildir.
Bir "fotoğraf sergisi"nin bende yaptığı bu çağrışımlara bir nokta koyalım ve sergiden söz edelim.
* * *
bianet sayesinde haberdar olduğum "Yüksekova Haber" gazetesinin cesur, özverili ve emekçi çalışanlarının "haber" peşinde koşarken çektiği fotoğrafların sergilendiği "Fotoğraflarla Hakkari" sergisinin açılış günü orada olamadım.
İlk fırsatta gidip göreyim dedim ama ancak "üçüncü" gününde görebildim.
Cemal Reşit Rey'in çalışanları şaşırdılar, "sergiyi gezmek" istediğimi söyleyince.
Tek başıma rahat rahat, istediğim gibi dolaştım. Cemal Reşit Rey'in fuayesinde.
Uzun uzun baktım fotoğraflara, kendi gördüklerimi aradım içlerinde.
En son geçen yılın şubatında oradaydım. Şemdinli'ye kadar uzanmıştı yolumuz.
Yüksekova ve Hakkâri merkezinde de kaldığım o kısa süre içinde hep istediğim "kış"ın güzelliğini görmek istemiş ama "küresel ısınma"nın etkisiyle olmalı, yoğun karlı manzaralar görememiştim. "Hakkâri'de bir mevsim" filminin belleğimdeki görüntülerini gerçekte görmek istemiştim. Sergideki çok sayıdaki fotoğraf bana o duyguyu bir daha yaşattı. Karlar, buzullar bir başka güzel o coğrafyada. Yaşamdaki sertliğin, insandan havaya geçtiği, insanların yumuşaklığının da doğaya bulaştığı zamanlardır "kış" ayları. Hele bir de güneş çıkmışsa, gökteki altın rengi o karların buzulların üzerine vurup da her yer altına kesmişse başka bir güzellik doğar. Tam o sırada çıkar "kardelenler" karların arasından. Tam o zaman giysilerdeki "allar, yeşiller, sarılar" asıl rengini ortaya koyar. Mor bir başka mora döner. Mavi bir başka maviye...
Sergide yer alan ve Hakkari'nin doğasını, insanını ve yaşamını anlatan birbirinden güzel 130 fotoğrafı Yüksekova Haber'den Enver Özkahraman, Emin Sarı, Necip Çapraz, Erkan Çapraz, Zeki Dara, Ömer Oğuz, Mahir Yıldız, Turgut Sarı, Sibel Çapraz, Yakup Bay ve Vahap Bay çekmiş.
Kuşkusuz birer "sanat fotoğrafı"ndan daha çok "haber veren, bilgi aktaran, anı ve anıyı ölümsüzleştiren" fotoğraf onların çoğu.
Ama aynı zamanda onların hepsi, "geçmişi ve geleceği"yle, gerçeği ve o gerçeğin doğurduğu "umudu" anlatan fotoğraflar.
* * *
Çok belli ki "ekonomik" nedenler sunuluşu etkilemiş.
Çok belli ki oraları çok seven oralı insanların duyguları ve duyarlılıkları, fotoğraflara yansımayan belleklerindeki bölümleriyle gösterdiğinden çok daha fazla anlamlı olan o fotoğraflara bakınca onların hikayelerini hemen anlayamıyoruz.
Gazeteciliğin sanatçılıktan farklı olan yanı da budur bence.
Çıplak gerçek okuyucu tarafından anlaşılacak en az malzemeyle sunulur. Ama o gerçeğin ardında bir yaşam ve o yaşamın öyküsü vardır ve o gazetecide kalır. Gazeteci eğer günün birinde onları da yazmaya niyetlenir ve buna da olanağı olur ve yazarsa, ancak o zaman herkes tarafından bilinir hale gelir. Değilse yakın çevresindeki birkaç kişinin bildiği aslında çok değerli ve çok önemli deneyimler içeren "anılar" olarak dilden dile anlatılır.
Sergiyi dolaşırken bunları hissettim. Her karenin önünde durup çok azını yüz yüze, ama bir çoğunu ismen tanıdığım, onları çekenlerin hikayelerini duymaya çalıştım. O zaman aklıma geldi, keşke fotoğrafların ve çekenlerin adının yazılı olduğu küçük kartların yerine küçük kısa hikayeciklerin olmasının ne kadar güzel olacağı. O zaman aklıma geldi bazılarının bizi sanki içine alacak kadar büyük boy basılmış olmasının sağlayacağı olumlu etki. O zaman aklıma geldi, sergide açık olduğu sürece dönen orayı, oranın geçmişini, oranın insanını ve oranın yaşadıklarını anlatan "video film"lerin olması.
Yalnızca bir defter vardı. Ben de onunla paylaştım. O "yoksulluğu ve yoksunluğu" o yazdığım paylaşımla aşmaya çalıştım. Ve çıkarken istemeden şu sözcükler döküldü, oradaki güzelliklerin var ve vaat ettiği "umud"a karşın: "Gözün kör olsun yoksulluk!"
* * *
Gelecek pazartesiye kadar açık "Bir Demet Hakkâri" resim sergisi. Kendinize bir zaman yaratın ve o sergiyi görün. Sergideki "tanıtım yazısı"nda yer alan "Gowend dağında efsane, Cilo'da buzul, Berçelan'da yayla, Sat dağında bir Göl, Spirez'de Ters Lale, Nehri'de Fatiha, Sümbül'de Nergis, Yüksekova Ovasında Mağrur bir Şahin, Çukurca'da tarih, Şemdinli'de bal ve altın sarısı tütün..." sözlerinin sizde çağrıştırdıklarını bir "hayal" olarak kalmasına izin vermeyin ve "görsel bir şölene" çevirin.
Sonra da sergiyi düzenleyenlerin çağrısına uyarak, sizin için uygun bir zamanda oraya gidin, kendi gözlerinizle görün. İnanın hayran kalacak ve benim gibi kendinizi artık "oralı" sayacaksınız. (MS/TK)