Gerçeklik katlediliyor; hızla, dört bir koldan... Gerçeklikle beraber katle uğrayan diğer kurban ise hakikat. Bu katliam birçok araçla yapılıyor; hepsi de içinde kurgu unsurunu barındıran araçlar: Ekranları işgal eden televizyon programları ve diziler, haberler, sinema vd. Ancak denilebilir ki bu, günümüzde belki de en çok fotoğrafla icra ediliyor. Fotoğraf, bir an'ı kaydetmek için değil artık, bir an yaratmak için çekiliyor. Fotoğrafın ilk zamanki odağı olan "portre" geri plana atılıyor ve kişi, fotoğrafın öznesi değil, nesnesi oluyor.
Günümüz 'ileri teknolojisiyle' hemen her an elimizin altında olma imkânı bulunan bu araç, doğal olarak, en basit yollarla hayatımızın orta yerine de yerleşmiş bulunuyor. Sonuç olarak da kişi, kurgusunun, kesmelerinin ve tüm mühendisliğinin kendisine ait olduğu an'larla baş başa kalıyor ve bu an'larda boğuluyor. Henüz an'ın içindeyken, bir anı yaratmış oluyor. Şimdiyi, daha şimdinin içindeyken "geçmiş" kılıyor.
Ve artık kişinin giyimine bir sanat ekibi müdahale ediyor sanki ya da bakışlarına, duruşuna bir yönetmenin eli değiyor; kurgu baştan aşağı inşa ediliyor, karakter kurguyla vaftiz ediliyor bu fotoğraflarda. Kişinin elinin altındaki her "kare", imgesini diri tutma işlevi görüyor; kıstırıldığı her karede gerçek, imgeyle teselli buluyor.
Fotoğrafın ebedileştirdiği o tek an: mutluluk
Kavram olarak mutluluğa net bir tanım koymak zordur. Çünkü mutluluk, örneğin bir çakmak gibi, tanımı dar bir unsur değildir. Çakmak nesnesi, sonsuz bir uzam ve zamanda kaybolmayacağı gibi, tanımı da uçup gitmez. En nihayetinde onun ne olduğu, sınırlarının da muğlâk olmayışından ötürü, açıklanabilir.
Ancak mutluluk böylesi bir sınırlılığa ya da heterojenliğe sahip midir? Hayır.
Mutluluk bir "an"dır. Olsa olsa anlar toplamıdır; ancak bu an, düz ve çizgisel bir zamanı temsil etmez; parçalı bir yapıya sahiptir. Bu parçalılık içinde mutluluğun sınırları çizilmemiştir ve bir çembere de hapsedilmemiştir mutluluk; nesneleşmemiştir; aksine olabildiğince öznelleşmiştir.
An'ı tüm bir zamandan koparıp, o bütünlükten ayrı düşünmek, parçayı bütüne yeğlemek olacağından, kesin bir tanım da ortaya konulamayacaktır haliyle. Parça için öngörülen, bütün için geçerli olmayacaktır. Elbet mutluluk diye bir şey vardır, mutlu olmak vardır; ancak bunu tanımlamak, "mutluluk tam da şudur" demek, onun bu varlığından bağımsız olarak, imkânsızdır.
Mutluluk ancak bir karşıtlıkla açıklanabilir. Bu da bizi zorunlu olarak "mutsuzluk" kavramına götürür. Yani "mutsuz değilsen mutlusundur." O halde soru şu olur: "Mutsuzluk nedir?" Bu da tıpkı mutluluk gibi, baştan aşağıya, muğlâklığa boyun eğer. Çünkü sonuç olarak mutsuzluk da mutlu olmama/olamama durumudur.
Kısaca mutluluk, bir an'dır. Üzerinden dakikalar geçince ise o an'dan geriye kalandır, yani artık bir "anı"dır. Bu an, asla ebedileşemeyeceğinden, mutluluk üzerinden bir hayat tahayyül de edilemez. Onu beklemek ya da hayatı ona şartlamak da ahmakçadır.
Mutluluk ancak, Nietzsche'nin "an'ı olumlama" teorisiyle bir ebedilik kazanabilir. Nietzsche "bir tek anı olumlarsan, böylece hem kendini hem de var olan her şeyi olumlamış olursun," der. Yüzünde tebessüme neden olacak veya gerçek anlamda içini rahatlatacak o an'ı imgelemine hapsetmek, Nietzsche'nin de öngördüğü gibi, belki mutluluğu ebedi kılmanın tek yoludur. Tabi bunun aksi de söz konusu olabilir, mutsuzluk da, o tek mutsuz an odak kılınarak ebedileştirilebilir.
O halde denilebilir ki, imge her şeydir. Bir an'ı veya seni mutlu kılan herhangi bir şey'i, bir olumluluk halini imgeleminde tekrar tekrar var edebilmek, varoluşun tüm olumsuzluğuna atılmış bir tokat işlevi görür.
İmge katlolursa, zaman da katlolur an da anılar da parça da bütün de varoluş da...
Bu bağlamda fotoğrafın "imge yaratma değeri" düşünülürse şayet, an'ı ebedileştirme konusunda zihnimizden daha ileri bir hafızaya sahip olduğu açıktır. Tek tek mutlu anları ya da "yaratılmış/inşa edilmiş" mutlu anları ebedi kılmanın yolu olarak işlev gören fotoğrafın, bu yüzyılda, başat olduğunu görüyoruz. Fotoğrafın "an yaratma", an'ı inşa etme durumu, onu ebedileştirme potansiyeli ve gelişen internet ve teknolojiyle buna hayatın her alanında daimi bir görünürlük kazandırma hali, doğal olarak vazgeçilmez oluşunun da nedenidir. Her daim "mutluluk" peşinde koşan insan için bu tapılası bir durumdur, -ki öyle de yapılmaktadır. Artık fotoğrafa tapılan bir yüzyıl yaratılmıştır.
Fotoğrafla Sergilenen: Nesneleşen Özne veya Sözde Benlik
Walter Benjamin, "Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı" adlı makalesinde, sanatın iki yönüne dikkati çeker: Bunlardan biri kült değeri, öteki de sergileme değeridir. Sanatsal üretimin "kült"ün hizmetinde oluştuğunu belirten Benjamin, tekniğin yeni olanaklarıyla bu "kült"ün artık bir "mahrem" olmaktan çıkıp sergilenebilir kılındığına vurguyu yapar. Ona göre eski zamanlardaki sanat yapıtının mutlak ağırlığının bir kült değeri üzerinde toplanması, onu bir büyü aracı kılıyordu. Ancak bugünün olanaklarıyla sergilenme değerinde odaklaşan bu mutlak ağırlık, sanat yapıtının işlevini de değiştirmiş bulunuyor.
Buradan yola devam eden Benjamin, fotoğraf ve filmin, bu anlamda, en kullanışlı araçlar olduğu yönünde bir fikir öne sürüyor. Çünkü ona göre fotoğraf alanında sergileme değeri, kült değerini bütünüyle geri plana itmeye koyulmuştur; fotoğrafın kült değerini temsil eden ise uzakta ya da ölmüş olan bir sevdiğimizin anılarını canlı tutmanın son sığınağı olan "insan yüzü"dür. Ancak "insan fotoğraftan çekildiği anda, sergileme değeri de ilk kez bu kült değerinin önüne geçmiştir (Benjamin 2007, 59-61)."
Günümüz fotoğrafında da bu kült değer, yani portre geri plana itilmiştir; sergileme değeri yaratılan günümüz fotoğrafında da kişi geri plandadır. Sergilenen, kişinin portresi önde olsa dahi, içinde bulunduğu mekân ya da daha doğru bir deyişle onun statüsünü ve "sıra dışı" yaşamını çevresine göstereceği mekânsal koşullardır artık. Kısaca fotoğraf, bir benlik ifadesi işlevi görmektedir.
Bugün fotoğrafın böylesi bir ivme kazanmasında hiç kuşkusuz internetin, bu ortamdaki paylaşım ağlarının payı büyüktür. Belki de kişinin bedeninin bu alanlardan dışlanışı, kişiyi de böylesi bir duruma itiyor; onu böylesi bir ifade tarzına zorunlu kılıyor.
"Ben yok'um, ama başka bir ben olarak varım" demenin örtük bir ifadesi olarak bu alandaki fotoğraf bolluğu, yeni bir gerçeklik inşa ediyor. Fakat bu inşa sakat bir mühendisin elinden çıktığı için, buradaki benlik durumu da doğal olarak sakat oluyor. İnternet ortamında bedenin dışlandığı bu durum, "ruh ve beden arasındaki eski Dekartçı düalizmi, düşünce ve kimliğin tek yerinin zihin olduğunu söyleyerek, alabildiğine canlandırıyor (Illouz 2011)." İnternette dışlanan beden, yerini zihnin egemenliğindeki bir benliğe bırakıyor. Fotoğraf da bu benliğin tamamlayıcısı olarak işlev görüyor. Ekranda beyan edilen fikirle oluşturulan yeni benlik [1], kurgulanan yeni bir görüntüyle -kişinin fotoğrafı- tamamlanıyor.
Bedenin tamamen dışlandığı bu ortamda, başat itici güç yazı ve fotoğraftır ya da bir görüntülü konuşmadır; ama sonuç olarak bakılan bir ekran, anlatan oyuncu ve anlatanı dinleyen de seyircidir. Ancak değişmeyen şey şudur ki, kişinin gerçek kendisinin/benliğinin önünde mutlak bir duvar vardır.
Top Modelleşme ya da Haset Yaratma
Önceden fotoğraftaki kurgu, belli bir amaç için inşa edilirken -ki bu kurgusallık piyasaya hizmet ediyor(du)- bugün ise bunun her şeyi çevrelediğini görüyoruz. Amaçsız bir amaçlılıkla kaplanan 'her şey'in fotoğraf nesnesi oluşu ise, onu geçmişinden de çekip alıyor. Örneğin geçmişte bir top model üzerinden yaratılan bu kurgu sahnesi, nasıl bir ürünün pazarlanabilirliğini arttırmak için yapılıyorduysa, bugün de kişinin kendisini pazarlanabilir bir ürün haline getirmek için bu özeni gösterdiğini görüyoruz. Bugün herkesin bir top model oluşu ya da olmak istemesi, fotoğrafın kazandığı kurgusal niteliği ve ona gösterilen rağbeti de gözler önüne seriyor. Çünkü maalesef gerçek şu ki, herkes top model olmak istiyor.
Bu noktada başarıya ulaşan fotoğrafın öncülüğünde, gittikçe yayılan "top model" figürü, özenilen kişi sayısını da "mahremiyetinden" çekip alıyor. Ünlü bir aktörün veya aktristin yerinde olma arzusu, hemen yanı başındaki arkadaşına imrenmeye bırakıyor yerini. Herkesin ünlü olduğu bu piyasada, özendirilen ve satışa sunulan şey ise imrenme ve haset oluyor. Herkesin herkese imrendiği bir düzen kuruluyor; imrenme nesnesi olmak, ünlü olanın tekelinden çıkarılıyor. Liberal bir düsturla, ünlü olma ya da ününü yayma, eşit rekabet koşullarında yarıştırılıyor.
İmgeye Hapsedilen Gerçeklik
Sonuç olarak fotoğraf, olmak istediğim ben'i yaratıyor; gerçekleşmese de imgemde var edebileceğim bu ben, fotoğrafın da yardımıyla, imgemin dışına taşma imkânı, gerçek hayatta yaşama şansı buluyor. Yalan, gerçeğe karışıyor ya da gerçek, yalanda buharlaşıp uçuyor.
Ancak gerçek şu ki, imge dahi bir sınırlılığa sahiptir. O bile bir an'a hapsolur. Bu zindandan onu ne fotoğraf ne de başka kurgusal bir araç kurtarabilir...
Oysa hakikat o "tek an"ların değil, tüm zamanların efendisidir; ona sırtını dönenlerin ve imgenin ise tek gerçek cellâdıdır. (BA/EKN)
--------------------------------------------------
[1] Çünkü bir yerde, "fikir, kendi dışında başka biri olmaktır." Hele hele karşında, yazdığın şeylere bir ekrandan bakan seyirci/okuyucunun varlığını bilmek ve fikri ona göre inşa etmek, bunu daha da radikalleştirir.
Kaynaklar
Benjamin, Walter. Pasajlar. Çeviren Ahmet Cemal. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2007.Illouz, Eva. Soğuk Yakınlıklar: Duygusal Kapitalizmin Şekillenmesi. Çeviren Özge Çağlar Aksoy. İstanbul: İletişim Yayınları, 2011.