Fıstık Hanım, kar gibi bembeyaz tüylere sahip, kocaman büyülü yeşil gözleri olan, ince bacaklı, hafif göbekli (asla tombul denemez) güzel mi güzel, zeki mi zeki bir genç hanım efendidir. Kendisi ile son üç yıldır aynı evi paylaşmaktayız.
Hanımefendi kedi soyundan gelmekte olup, mesafeli bir karaktere sahiptir. Yaklaşık bir buçuk aylıkken, benden önceki ev arkadaşı tarafından sokakta tek patisi kopmuş bir şekilde, kan revan içinde bulunmuş, iyileştirilip eve davet edilmiş ve o günden beri sokaklardan korkar hale gelmiştir. İnsanlara mesafeli tavrını bebekken yaşadığı elim olaya bağlamakta ve kendisine anlayış göstermekteyim. Zira birlikte yaşamaya başladığımız ilk altı ay boyunca bana da zatı alimden pek de haz etmediğini sezdiren davranışlarda bulunmuş, ancak güvenilir biri olduğuma karar verdikten sonra dostluğunu sunmaya başlamıştır.
Fıstık Hanım’ın ismi benim hadsizliğimden ötürü ilk birkaç ay boyunca sıklıkla değiştirilmiştir. Ona Roza, Brokoli Çorbası, Henry Lee, Histeri, Şule, Karpuz gibi çeşit çeşit isimlerle hitap edilmiş fakat elbette kendisi bu densizliğe pabuç bırakmayarak Fıstık dışındaki hiçbir seslenmeye dönüp göz ucuyla dahi bakmamıştır.
Gerçek bir İstanbul hanımefendisidir.
Titizliği, ağır başlılığı, gündelik heyecanlara aldırışsızlığı, dünyevi meselelere karşı felsefi duruşu ile göz doldurur. Bununla birlikte pek tabii kötü birkaç huyu da -her canlıda olduğu kadar- mevcuttur. Örneğin laf dinlemeyi çok sever. Eve bir arkadaşınız gelip de sizinle iki dedikodu etmeye görsün; tam ortanıza oturur, gözünü üzerinize dikip tüm gıybeti, yeri geldiğinde ortaya dökecekmişçesine, kaydeder. Ola ki gelen karşı cinsten biriyse vay haline! Burada iki ihtimal devreye girer: ondan hoşlandıysa tüm ilgiyi üzerine çekmek için elinden geleni yapar, hanımefendilik yerini histeriye bırakır. Koltukların arkasından zıplayıp sohbetin ortasına dalmalar mı dersiniz, halının üzerinde yuvarlanıp takla atmalar, gözünü misafirden ayırmamalar mı… İkinci ihtimal ise misafirden hoşlanmadığı ihtimalidir ki bu ilkini mumla aratır. Geleni kuytu bir köşede, mümkünse benim ortalıkta olmadığım bir anda, sıkıştırıp bir güzel pataklar. Haddini bildirmeden asla evden göndermez.
Geceleri çekmece karıştırmaktan hoşlanır, ortalığı dağıtmaz ancak kapalı kapılara tahammülü yoktur. Evde bir sır, onun göremeyeceği noktada saklanan herhangi bir nesne asabını fena halde bozar. Onun dünyasında her şey açık ve anlaşılır olmalıdır, madem bu hayatı ve evi paylaşıyoruz öyleyse onun kurallarına da saygı duymak zorundayımdır. Duymazsam bana da haddimi bildirmesini iyi bilir.
Tüm bunları neden anlatıyorum? Bu yazıya, Ocakta Timaş Yayınları’ndan çıkan, yayına Sevgili Dostum Tuğçe Isıyel’in hazırladığı İstanbul’un Sakinleri kitabı ilham oldu diyebilirim. Şükrü Erbaş’tan Mario Levi’ye, Mehmet Güreli’den Irmak Zileli’ye tam 18 yazarın İstanbul sokaklarında bizlerle yaşayan hayvanları anlattığı metinler yer alıyor kitapta. Hepsi de öyle kendi tarzında, öyle başka başka yerlerinden tutarak anlatmışlar ki meseleyi; bazen şiirsel bir öykünün, bazen gerçek yaşantıların, bazen de ‘Kedi Sevmenin 10 Yararı’nın içinde buluyorsunuz kendinizi. Anlatılanlar İstanbul’un sokaklarıyla özdeşleşen kedilerin, köpeklerin, martıların, güvercinlerin ve kargaların öyküsü… Şehrin ve onu canlı kılan sakinlerinin…
Bir şehrin, İstanbul gibi her gün daha çok yok edilmeye çalışılan bir şehrin içinde direnen canlılar var. Bunlar İstanbul’la iç içe geçmiş, şehrin anlamlı bir parçası haline gelmiş durumdalar… Belki İstanbul’u İstanbul yapan en değerli parça… Biliyoruz ki İstanbul ruhu diye bir şey varsa, bu ruhu mimari ve coğrafi özelliklere indirgemek şüphesiz onun kucağında büyüyen hayvanlara haksızlık olur.
Hal böyleyken, hayvanlar şehrin sokaklarında, çoğunlukla bir dışlanmışlığın içinden, gözlerimizin en derinine bakmaya çalışıyorlar. Şiddete uğrayan, kovulan, kullanılan, zarar gören oluyorlar da masumiyetleriyle bir kara çalıyorlar insan ırkının alnına. Yaşadığımız dünyanın sadece bizden ibaret olduğunu zanneden, böyle olmasını dileyen bizler, hem alanlarını her gün daha fazla işgal ediyor hem de varlıklarından rahatsız olup yaşama haklarını ellerinden alabiliyoruz. Bu nasıl oluyor? Sanırım zorbalığın karaktere işlemesiyle… Bir canlıyı sevebilmeye dair kapasiteyi reddedişle… Kendindeki törpülenmemiş bencillikle yüzleşmekten korkmayla belki…
Ve bu kitap sadece sevilip özen gösterilen hayvanların değil, yerlerinden edilen, dövüştürülen, zarar verilen velhasıl sevilmeyen hayvanların da hikayesini anlatıyor aynı zamanda. Onlara dönüp bir bakmaya davet ediyor bizi. Belki orada, kelimelere ihtiyaç duyulmayan bir dünyada iyileşiriz, iyileştiriliriz diye… Belki bir hayvanı severek hayatla ilgili sandığımızdan çok daha fazlasını öğreniriz diye…
Bence haklı bir övgüyü de yaptığı güzel seçkiyle (belli ki biricik kedisi Berduş’tan da fikir alınmış –kendisini belki Kedili Hayat Öğretisi’nden de hatırlarsınız-) birbirinden farklı yazarları bir araya getiren Tuğçe Isıyel hak ediyor. Mevsim Yenice, Pelin Buzluk gibi genç yazarlarla Şükrü Erbaş, Haydar Ergülen gibi usta kalemlerin seslerini aynı kitabın sayfalarından, aynı İstanbul’un sokaklarından duymak bana çok iyi geldi. Hele Şükrü Erbaş’ın şiir gibi öyküsü ‘Tarçın Adında Bir Yalnızlık’ galiba en çok etkilendiklerimden... Hüznü sevdiren öyküler vardır ya, diliyle, anlatımıyla, ahengiyle… İşte öyle bir yalnızlık öyküsü buradaki...
“İstanbul son yıllarda çok yorgun düştü. Onun gölgesinde yaşayan her canlı gibi…
"Ama yazarlar iyi ki varlar.
"Bir yorgunluk kahvesi gibi bizi dinlendirmeye, umutlandırmaya, düşündürmeye devam ediyorlar.” diyor kitabın önsözünde Tuğçe Isıyel.
Bu kitabın bende bıraktığı hissi de tam olarak tanımlamış oluyor böylelikle; hoyratlıklar içinde yapayalnız etrafa bakınırken benim gibi bir dost görüp hüznümü paylaşmış olma hissi, ‘yaprak döken’ yanımı ‘bahar bahçe’ yapacak elin benle aynı yalnızlığı paylaşan dosttan gelmesi hissi, ne bileyim umut sanki…
Fıstık Hanım’la tanıştığımdan, evimi paylaştığımdan beri kedilerle, hayvanlarla ilişkim öylesine değişti ki; sevginin böyle bir biçimini, böyle coşkulu ve anlaşılmaz, insanüstü halini ilk kez deneyimledim. Durup dururken güldürebilen eğlenceli dünyasını keşfettim. Diğerini olduğu gibi kabul etmekte yol kat ettim. Yatağıma uzanıp bu kitabı okuduğum bir iki akşam boyunca da bu yazıyı yazarken de patisi hep elimin üzerindeydi. El ele okuduk ve birlikte yazdık da denebilir. Kendiyle ilgili kısımlara patilemek suretiyle müdahale ettiği de söylenebilir hatta. Bana kalırsa ancak sevgi ve yakınlıkla iyileşilebileceğini o da diğer hayvanlar da insanoğlundan çok daha iyi biliyor. Anlamamız ve hissetmemiz için sokuluyorlar bize. Madem bu dünyaya hep birlikte ‘fırlatıldık’ öyleyse birbirimize tutunmalıyız diyorlar. İstanbul’un ve evrenin sakinleri bizden anlayış bekliyor. Ve bu kitap bu anlayışın bir ucundan tutmak için bize iyi bir fırsat sunuyor. Dilerim okuyanı ve patileyeni bol olur… (BC/HK)