33. İstanbul Film Festivali'nin ilk haftasını geride bıraktık. İlk haftada seyrettiğim filmlerden yaptığım seçkinin ikinci bölümü.
Görünmeyen Kadın / The Invisible Woman
Bir Shakespeare uyarlaması olan Coriolanus'la ilk yönetmenlik sınavını veren Ralph Fiennes, hem yönettiği hem de başrolünü oynadığı bir filmle bir kez daha karşımıza.
Görünmeyen Kadın’da Charles Dickens'ın büyük yazar kimliğinin arkasında yaşananları, özel hayatını, yaşadığı büyük ama kaçamak aşkı perdeye yansıtıyor. Bir roman uyarlaması olan film hayattayken bile büyük bir başarıya ve üne sahip olan İngiltere'nin en büyük yazarlarından Charles Dickens'ı evli, 10 çocuklu, sevilen ve sayılan bir yazar olarak resmederken bir yandan da genç ve güzel tiyatro oyuncusu Nelly Ternan'la yaşadığı aşkı, bu ilişkinin ikisi için de yarattığı açmazları, Victoria dönemi İngiltere'sinin toplum hayatını ve ahlak anlayışını gözler önüne seriyor.
Temposu bir hayli düşük ve aksayan bir anlatıma sahip olan film, ancak dönem filmi meraklılarına, Dickens hayranlarına ve Fiennes'i perdede izlemeye doyamayanlara önerebileceğimiz bir yapım.
Buluşma / The Reunion
Okul hayatınıza dair anılarınız mutlu, yüzünüzü gülümseten anılar mı? Sınıf arkadaşlarınızla toplanıp, hem yiyip içip hem de eski günleri yâd ediyor musunuz hâlâ? Bu sorunun cevabı hepimiz için "evet" olmayabilir.
İşte İsveçli yönetmen Anna Odell de bu soruya evet cevabı veremeyenlerden. Üstelik bir de bunun filmini çekmiş: 20 yıl sonra bir araya gelmiş sınıf arkadaşları eski günlerden bahsedip gülüp eğlenmeyi planlarken o günlerde eziyet ettikleri, aralarına almayıp kötü şakalar, hakaretlerle üzdükleri Anna Odell çıkagelir ve hem bu keyifli geceyi mahveder hem de herkesten kendisini sorgulamasını, çocukken aslında çok da masum olmadıkları gerçeğini sorgulamalarını ister.
Gerçek bir buluşma, sınıf toplantısı gibi izlediğimiz şeyse aslında Anne Odell'in o günleriyle ve arkadaşlarıyla yüzleşmek için çektiği bir filmdir. Kurguyla belgesel tarzı anlatımın iç içe geçtiği bu ilginç film, sizi de o mahvolan gecenin bir parçası gibi hissettirip kendi çocukluğunuzu, ilk gençlik yıllarınızı sorgulamanızı sağlayacak.
Mutlu Yıllarımız / Those Happy Years
Özgürlük rüzgarlarıyla renklenen 70’li yıllarda sanatçı bir baba, hayatını çocuklarına ve kocasına adamış fedakâr bir anne ve onların her yaşadığının en yakın tanığı olan iki oğlunun geçirdiği hem sıkıntılı hem maceralı bir yazı anlatan Mutlu Yıllarımız, sevginin, özverinin, birey olmanın (ya da olamamanın belki), hayattan beklentilerimizin ve onlara kavuşamayınca yaşadığımız sıkıntıların, hayal kırıklılıklarının özeti gibi adeta.
Konusundan bağımsız olarak renkleri, müzikleri ve sıcaklığıyla da sizi etkileyecek Daniele Luchetti'nin yönettiği filmde hem büyürken yaşadığımız sancıları, geçmişimize ve ailelerimize dair anılarımızı küçük Dario'nun gözünden izleyecek hem de kendinizden bir parça bulacaksınız mutlaka.
Metalci / MetalHead
İzlanda'dan gelen Metalci filmi bu festivalde izlediğim filmler arasında beni en çok etkileyenlerden biri oldu. İzlanda'da bir çiftlikte yaşayan Karlsdottir ailesi, yaşadıkları korkunç kayıptan sonra bir türlü toparlanamaz, acılarını içine atar ve hayat devam ediyormuş gibi yapar. O günlerde çocuk olan ailenin kızı Hera büyüdükçe asileşir, içine kapanır, teselliyi ise metal müzikte bulur.
Ergenlik zaten zor bir süreçken bir de acınızla baş edemez, toplumun adeta üzerini çizdiği, anlamak yerine peşinen yargıladığı bir akıma dahil olursanız başınıza neler gelir? Ragnar Bragason'ın yönettiği Metalci bu sorulara cevap verirken bir yandan da yaşadıkları her şeye rağmen birbirine tutunan çok güzel bir aileyi, küçük ve kapalı bir topluluk gibi görünmesine rağmen hoşgörüyü ve affedici olmayı elden bırakmayan bir kasabayı, birazcık sevgi ve ilgiyle nelerin üstesinden gelebileceğimizi bizi hem güldürüp hem de ağlatarak, içimize işleyerek anlatıyor.
Oyuncularının şahane performanslarıyla, başarılı senaryosuyla, duygu sömürüsüne yer bırakmayan anlatımıyla Metalci, izlenmeyi sonuna kadar hakkediyor. "Tanrıyı karanlıkta da bulabilirsiniz" diyen rahibe kulak vermek, kimseyi görüntüsüyle yargılamamak ve her koşulda koşulsuzca sevmek, sevilmek şart.
İnfaz / Calvary
In Bruges’ün yönetmeni Martin McDonagh’ın abisi John McDonagh’ın yönettiği İnfaz, Ada sinemasının en sevdiğimiz türlerinden olan kara komediye bir örnek diyebiliriz. İrlanda'nın küçük bir kasabasında rahip olan James, bir günah çıkarma seansında yüzünü göremediği bir adamın kendisini bir hafta içinde öldüreceğini öğrenir. Sadece sesini duyduğu katili insaflı olsa gerek ki ona işlerini ve kişisel meselelerini yoluna koyması için zaman tanımıştır.
Rahip James bu bir haftada hem kızıyla hem de yaşadığı kasabadaki cemaatiyle yarım kalan işlerini halletmeye ve kendisini bekleyen sona hazırlanmaya başlar. Alıştığımız rahiplere çok benzemeyen James, her biri birbirinden tuhaf insanlar olan kasaba halkıyla yüzleşirken bir yandan kendini ve yaptığı seçimleri de sorgulayacaktır. Herkesin sevdiği, erdemli, iyi bir adam olan James kendini başkalarının gözünden görmeye başlayınca gerçeğin hiç de düşündüğü gibi olmadığını anlar; ama iş işten geçmiş olur.
Başta Brandon Gleeson olmak üzere Britanya sinemasının tanıdık oyuncularının resmi geçidi gibi olan İnfaz yer yer teatral kaçan anlatımına rağmen ilgiyle izlenen, dimağınızda buruk bir tat bırakan bir İrlanda hikâyesi. (GÖ/HK)
* Seçkinin ilk bölümü için tıklayın.