Fotoğraftaki film: Steven Soderbergh "Salgın"
Dün gece (18.3.2020) Sinema 1001 de Steven Soderbergh'in 2011 yapımı "Salgın" (Contagion) filmi vardı. Senaryo Scott Z. Burns'ün. Filmdeki virüsün kuluçka süresi Covid-19'dan daha kısa ve bulaştırıcılık katsayısı da daha düşüktü, 4-5 gün içinde de öldürüyordu. Aşı bulununcaya kadar insanlar telef oldu. Gençler evde kapalı ömür tüketmeye isyan etti. Şarlatanlar abuk sabuk önerileri ile para kazandı, ünlü oldu. Marketler talan edildi. El yıkamak çok önemliydi.
Aşı bulununcaya kadar anlaşılan Covid-19 da bizi telef edecek. Bu nedenle düşündüklerimi yazmayı görev saydım. İçinde yaşadığım hayata müdahil olmak için. Yapabileceğimiz şeyleri sorumlulukla yerine getirirken içinde bulunduğumuz durumu doğru anlayıp, hatalar varsa düzeltilsin diye tutum almak için. Her birimiz vatandaş olmanın gerektirdiği sorumlulukla gerçekler ve haklarımız için varsa hatalar, eksikler düzeltilmesini istemek zorundayız. Daha çok gayret edilsin, daha çabuk kontrol mekanizmaları kurulsun diye.
1984, Fahrenheit 451 ve Salgın
"1984", "Fahrenheit 451" gibi distopik romanlarla dünyanın gidişini öngören edebiyatçılar bana inanılmaz gelmiştir hep. Fakat 2000'li yılların başlarında yaşanan kuş gribi ve domuz gribi salgınlarını deneyimlemiş bir dünyada "Salgın" filminin senaryosunu yazabilmek için distopya edebiyatçılarının üstün öngörü yeteneği gerekmezmiş. Nitekim Murat Belge'nin T24'teki yazısından öğrendiğim Bill Gates'in 2015 yılındaki (evet, tamı tamına 5 yıl önce) konuşması, aklı başında zeki bir insanın bugün yaşadığımız felaketi net bir şekilde öngörebildiğini bize kanıtlıyor. Daha başka salgınların olacağını da. Yine bu salgınlardan ders çıkaran Güney Kore bilimsel yöntemlerle önceden planlamasını yaptığı sistem ile sınırları içindeki insanları başarıyla koruyor.
Yaşadığımız bu pandemi, virüsün bulaşması açısından ülke sınırı, ırk ve sınıf tanımıyor. Ama öldürücü etkisi ile yaşlılarda, ekonomik olarak da işçiler, işsizler ve zorunlu çalışanlarda ciddi etkiler gösteriyor.
2019'un son aylarında başlayan bu felakete ve tedavi yöntemlerine ait bilimsel veriler öncelikle Çin'den, yayılımı önlemeye yönelik bilgiler de Güney Kore'den art arda geliyor. Ülkemiz için mesele bu bilimsel verilerden azami yararlanabilmek.
Bilim insanlık için yapılır. Bilim insanı, bilgiyi insana ve topluma faydalı olmak için arar, bulur, başkalarının bulduklarını da öğrenir, analiz ve sentez ederek insan ve toplum yararına kullanılabilir hale getirir. Hiçbir bilim insanı yaşadığı topluma, çevreye, dünyaya karşı sorumluluğu olduğunu yadsıyamaz. Yadsıyorsa bilim insanı olma özelliğini yitirmiş, kendi çıkarları için var olan bir bireye dönüşmüş demektir. Bu nedenle içinde yaşadığı toplumu tanıması, toplum yararı için elde edilen bilgilerin/gerçeklerin paylaşılması/uygulanabilmesi açısından çok önemlidir. Hele de bir hekim ise toplumun gelenek, görenek ve adetlerini, bu bağlamda da bireylerin tutumunu öngörmesi gerekir. Örneğin bir hekim kritik bir hastalığı yönetirken önerdiği tedavinin hastası tarafından düzgün kullanılması için gereken bilgilendirme ve izlemi planlar, anlatır. Tedavi doğru uygulanmadığında neler olabileceğini net bir şekilde anlatır, kontrolde de beklediği yanıtı alamıyorsa tedavinin eksik ya da düzensiz kullanımını sorgular. Böyle bir örnekte tedaviye uymayan hasta kendisine zarar verir. Toplumun sağlığı söz konusu ise uygulama ve izlem asla bireyin takdirine bırakılamaz. Bunu Türkiye'de hekimlik yapan herkes öngörebilir.
Umutlandık, güven duyduk
Covid-19 pandemisi henüz bize ulaşmadan Sağlık Bakanlığı'nın, Bilim Kurulu'nun önerileri doğrultusunda önlemler alacağını sevinerek öğrendik. Tanı testinin ülkemizde de geliştirildiği ve diğer ülkelerde yapılmakta olan testlerden çok daha kısa sürede sonuç alabileceğimiz basında yer aldı, biz de gurur duyduk. Bilim Kurulu üyeleri temiz yüzleri ve düzgün Türkçeleri ile hastalıkla ilgili gerçekleri televizyon ekranlarında bizlerle paylaştı. Bizler umutlandık, güven duyduk.
Ama Covid-19 içeriye girdikten sonra gidişat birdenbire değişti. Günler önceden hekim olarak bizlere ulaştırılan bilgilere göre şüpheli olgu geldiğinde nasıl örnek alacağımıza dair bilgiler havada kaldı. Çünkü şüpheli olgu, örnek alacak kit bulunan birkaç referans hastaneden birine gönderiliyordu. Bu hastanelerden bazılarında başvuranlar örnek verebilmek için açık havada üşüyerek saatlerce bekliyordu. Hastalığın bulguları nedeniyle hali olmayanlar bekleyemiyor, evlerine geri dönüyordu. Yurt dışından gelip evinde karantinaya girmesi gerekenler, havaalanında ateş ölçülüp bir kâğıt imzalattırılarak evlerine gönderiliyordu. Üstelik bu kişilerin her birinin evinde yaşayan başka bireyler de vardı. Bu kâğıdı imzalayanların evde karantina koşullarına uymadığını bir Bilim Kurulu üyesi televizyon ekranlarından açıklıyor, sonrasında yurtlarda karantina uygulaması başlatılıyordu. Türkiye'de hekimlik yapan birinin bu uygulamanın yürümeyeceğini öngörebilmesi gerekmez mi? Covid-19'un bulaşma özelliklerini bizden çok daha iyi bilen Bilim Kurulu üyeleri bilmem bu konuda sorumlulukları olduğunu düşünürler mi? Ya da öngörüleri dikkate alınmadıysa tüm toplumun sağlığını tehlikeye atan sorumluları kamuoyu ile paylaşmaları gerekmez mi?
Kaderimize terk edildik hissi
Tanı testinin üretimi ile ilgili o kadar propagandadan sonra, evde karantina öngörüsüzlüğünün üstüne bir de sayılı merkezde uygulanan ve sayıca yetersiz testler nedeniyle erken tanı ve erken izolasyon şansı kaybedildi. Evde karantinaya uymayanlar kum gibi toplumun içine yayıldı. Bilim Kurulu üyeleri evde karantinaya uyulmayacağını muhtemelen içinde yaşadıkları toplumun gelenek, görenek, örf ve adetlerini bilemediklerinden öngöremediler. Peki, en kötü senaryoya karşı bir erken tanı ve erken izolasyon sistemi için B planı yapmayı neden öngöremediler? Daha bugün (19.03.2020) imkânları olan üniversite hastaneleri ve merkezler Covid-19 testi yapabilecek açıklaması geldi. Neden daha önceden başlanmamıştı? Hastanelerdeki ve sağlık kurumlarındaki maske/ekipman gereksinimi de önceden planlanmamış, temin edilmemişti. İlk günlerde yoğun çalışan hastanelerden "maske yok, ekipman yok" çığlıkları yükselirken bir bilim kurulu üyesi İtalya'ya maske gönderdiğimizi övünerek anlatıyordu. Hekim gruplarında halen maske ve ekipman eksiliğinin devam ettiği söyleniyor.
Şu anda ayakta dolaşacak hali olan ve test yaptıramayan çok sayıda hasta olduğunun herkes farkında. Hastaneye yatacak kadar kötü olanlarla yurtlarda karantina altında olanlar dışında meçhul sayıda belirtisiz Covid-19 taşıyanlar ve ayakta hastalık geçirenlerin toplum içinde serbest dolaşımda olduğu gerçeği yadsınamaz. Bize önerilen evden olabildiğince çıkmamamız ve ellerimizin temizliğine dikkat etmemiz. Bu da "kaderimize terk edildik" hissi uyandırıyor.
TTB'yi sürece dahil edin
19.03.2020 itibarıyla vatandaş olarak bildiklerimiz: test kiti sınırlı, test yapan laboratuvar sayısı sınırlı, maske/ekipman sınırlı, bilmediklerimiz ise gerçek hasta sayısı ve hastaların lokalizasyonu. Sağlık Bakanlığı Bilim Kurulu Üyesi olmak mutlaka onur verici bir görevdir. Ancak bunun ötesinde tüm ülkenin sorumluluğunun sırtlanıldığı bir görevdir. Bilim Kurulu üyelerinin yüksek donanımlarından şüphe duymak mümkün değil. Ama bilgilerini toplum yararına yeterince kullandıklarına dair şüpheler beynimi kemirmekte. Var olan sağlık sistemi ile böyle bir salgının altından kalkmanın mümkün olmadığı gerçeği hepimizin malumu. Ancak sürecin gelişimi eldeki imkânların da akılcı kullanıldığına dair şüpheler uyandırmakta. Uzaktan anladığımız Sağlık Bakanı, Bilim Kurulu'nu önemsiyor ve önerileri uyguluyor. O zaman yüksek donanımınız ve yüksek etki gücünüz ile daha etkin olmanız, meslek örgütünüz Türk Tabipleri Birliği'ni de sürekli dile getirdiği, talep ettiği gibi sürece dahil ederek daha kapsamlı görüş, öneri ve insan gücü desteği ile yeni düzenlemelerle erken tanı ve erken izolasyon için planlamaları çok daha hızlı yapmanız gerekmez mi? (ZE/AÖ)