Çocuk edebiyatında son yılların dikkat çeken isimlerinden Filiz Gündoğan, hem öğretmenlik deneyimini hem de yaşamın içinden gözlemlerini hikâyelerine taşıyor. Sadık Uygun Çocuk Edebiyatı Yarışması ve Gülten Dayıoğlu İlk Gençlik Romanı Ödülü gibi başarılarla adını duyuran Gündoğan’la yazarlık serüvenini, çocuklarla kurduğu bağı ve edebiyata bakışını konuştuk.
Nevzat Süer Sezgin’in atölyesinde karşılaştığımızda kendisi hem anaokulu öğretmeni hem de zaten kitapları olan bir yazardı. Bu ayrıntıdan da anlayacağınız gibi Filiz, çocuk edebiyatını önceliğine alan ve bu alanda öğrenilecek ne varsa su gibi içen üretken bir yazar. Kitaplarına gelmeden önce çocukluğuna uzanırsak, ilk yazdığın satırları hatırlıyor musun Filiz? Bir mektup, bir dilek ya da bir şiir miydi?
İlk yazdığım satırlar şiirdi. İlkokula giderken kırmızı kaplı bir defterim vardı. Yazdığım şiirleri öğretmenime gösterirdim. O da sınıfta okuyunca yazma konusunda daha çok heveslendiğimi hatırlıyorum. Ama en çok keyif aldığım şey üniversite yıllarında yazdığım peçeteler. Arkadaşlarla oturduğumuz her kafe ya da çay bahçesinde masanın üstündeki peçetelerden birini alıp hemen üstüne yazmaya başlardım. O an ne hissediyorsam, o gün neler olup bittiyse karalardım. Hatta kendim yazmakla kalmaz bazen arkadaşlarıma da yazdırırdım. Bir kutu dolusu peçeteyi hâlâ saklarım.

BİA ÇOCUK KİTAPLIĞI
İki küçük canavar seni kendine davet ediyor, uğramaz mısın?
Anaokulu öğretmeni olmanın yazarlığına katkısı olduğunu düşünüyor musun? Ya da tam tersini hissettiğin anlar oldu mu? Özellikle konu seçimi ve karakter üretimi aşamasında, çevrendeki çocukların ya da ebeveynlerin seni etkileyip etkilemediklerini merak ediyorum.
Mesleğimin yazarlığıma katkısı elbette oldu. Hem konu seçimi hem de karakter aşamasında çocukların dünyalarından etkileniyorum. Çünkü her şeyden önce çocukları gözlemlemeyi, onların verdiği tepkileri izlemeyi seviyorum. Mesela “En Güçlü Benim Babam” adlı kitaptaki hikâyemi öğrencilerimin sohbetinden ilham alıp yazmıştım. Büyük yaş gruplarıyla da drama çalışmaları deneyimim olduğundan, o yaş grubunun ilişki dinamiğine de yabancı değilim. Bu durum hikâyelerimi yazarken bana pusula oluyor.
Çocukluk defterlerinden kaykay pistine
“Başıma Gelen En İyi Şey” adlı kitabında bir kız çocuğunun kaykay binme mücadelesini anlatıyorsun. Hatırladığım kadarıyla bu hikâyenin ismi, gerçek bir olayla bağlantılı. Bize kısaca anlatmak ister misin, çocuklar ne tür hikâyeler okumak istiyor?
Bu metni yazarken sık sık kaykay pistine gidip çocuklarla sohbet etmiştim. “Kaykay sürmek nasıl bir his?” diye sorduğum bir çocuk, “Başıma gelen en iyi şey!” şeklinde yanıt verdiği an kitabın ismi ortaya çıkmıştı. Çocuklar özellikle karakterle bağ kurabildiği hikâyeleri seviyor. Bence olay ya da tema ikinci planda kalıyor. Bu kitabı okuyan çocuğun kaykay kullanma gibi bir arzusu olmasa bile hikâyenin kahramanı Melis gibi kafasına koyduğu ve yapmak istediği bir şey konusunda bir engelle karşılaşıyorsa orada kendinden bir parça bulabiliyor. Benim de vermek istediğim mesaj; hayallerine sımsıkı sarılmaları ve asla vazgeçmemeleri!
“Şişenin İçindeki Çocuk” kitabın için bir okuyucu yorumunu paylaşmak istiyorum, “Çocuk ruhuna uygun yazılmış, fazla detayla çocuğu sıkmayan ve aynı zamanda eğlenceli ve öğretici. Yazarın kalemi iyi. Anne, çocuk ve babanın ev içindeki doğal halleri çok başarılıydı... Kısacası bu yaş grubunda çocuğunuz varsa alıp okutun derim.” Ben de bu yoruma sonuna kadar katılıyorum. Hayal gücünü zorlayan, neşeli ve günlük hayatı sorgulayan bir hikâye. Böyle sıra dışı hikâyeleri yazarken öncelikli hedef kitlen çocuklar mı ebeveynler mi oluyor? Yazarken kendini özgür hissedebiliyor musun?
Belki çok bencilce olacak ama hedef kitlem ilk olarak kendim. Çünkü keyif alamadığım hiçbir şeyi yazamıyorum. Yarım bıraktığım onlarca dosyam var. İlk başlarda tembellik yaptığımı sanıyordum ama zaman ilerledikçe tamamlanmayan işlerin aslında yeterince ilgimi çekmediğini fark ettim. O yüzden öncelikle kendim için yazıyorum. Bir fikir beni heyecanlandırdığında hayat bulsun istiyorum. Sonrasında tabii ki çocuklar için yazıyorum. Yakın çevremden gözlemlediğim kadarıyla son yıllarda çocuk kitapları okuyan ebeveyn sayısında artış var. Bu yüzden yazarken hedef kitlem ebeveynler olmasa da onları da hesaba katıyorum.

BİA ÇOCUK KİTAPLIĞI
Tuğçe Tatari: Çocuğa yerinde ve dozunda gerçekliği vermeliyiz
Karahindibalar, yas ve duygusal ihmal üzerine
“Karahindibalar ve Fısıldanan Dilekler” romanın, 2023 yılı Sadık Uygun Çocuk Edebiyatı Yarışması birincilik ödülünü aldı. Babanın kaybı ile başlayan anne-çocuk arasındaki iletişimsizliği, özellikle annenin hayattan kopmasıyla çocuğun hem kendi hem annesinin duygularıyla zorlu mücadelesini ele aldığın bu kitabında, ölüm gibi ağır bir temayı işlemen ve çocuk bakış açısını öne sürmen çok etkileyici. Ben de aynı yaşlarda babamı kaybettiğimde, başucumda böyle bir kitabın olmasını isterdim. Bu içsel duygularla çalışırken senin nasıl bir duygu yolculuğun oldu?
Benim duygu yolculuğum çok katmanlı oldu. Yakın çevremde annesini kaybeden bir çocuğun yaşadıklarına tanık olmak durumunda kalmıştım. Bununla birlikte mesleğimden dolayı bir çocuğun kayıp yaşamadan, yas süreciyle tanışmadan da duygusal ihmale uğrayabileceğini ne yazık ki defalarca gördüm. “Karahindibalar ve Fısıldanan Dilekler” romanında anne, çocuğunun yediğini içtiğini eksik etmez ama duygu dünyasından bihaberdir. Aynen ben de bu şekilde çocuğunun çantasını, ayakkabısını, beslenmesini dört dörtlük hazırlayan ama yavrusunun gözlerindeki üzüntüyü fark etmeyen ebeveynlerle karşılaştım. Romanı yazarken bazı bölümlerde, acaba ben de çocuklarımı duygusal olarak ihmal etmiş olabilir miyim? diye kendimi sorguladım. Hatta bazı bölümleri yazdıktan sonra üniversitede okuyan oğlumu arayıp “Alicim, kalbinin sesini duymadığım zamanlar olduysa çok özür dilerim. Bilerek ve isteyerek yapmadığımı bil lütfen,” diye mızırdandım. Bu yüzden romanı bitirdiğim gün kendimi yeniden doğmuş gibi hissetmiştim.
CODA’lı çocukların dünyası ve görünürlük mücadelesi
“Buradayım” isimli romanın da 2024 Gülten Dayıoğlu İlk Gençlik Romanı ödülü sahibi. Kitap henüz basılmadı ve tabii ki merakla bekliyoruz. *CODA’lı bir çocuğun dünyasını anlattığın bu metinle de hem empati köprüleri kuracağına hem de bu konudaki görünürlüğü artıracağına canı gönülden inanıyorum. Bu konuda yazmayı neden istedin? Pek tercih edilmeyen konularda yazmak yazarlığını nasıl etkiledi? Ayrıca çocuk edebiyatının duayen ismi Gülten Dayıoğlu’dan ödül almak hem senin hem yazarlık yolculuğun için nasıl bir anlam taşıyor?
Aslında bu konunun çıkış noktası Nevzat Süer Sezgin öğretmenimizin atölyede verdiği bir ödevdi. Benim konum işitme engeli olan bir bireyi yazmaktı. İnternette işitme engelli insanların yaşadığı sorunlarla ilgili araştırma yaparken CODA’lı birey kavramı ile tanıştım. Sağır ebeveynlerin duyabilen çocukları için kullanılan uluslararası bir kelime olan CODA’yı o ana kadar hiç duymadığıma şaşırmıştım açıkçası. İtiraf ediyorum biraz da kendimden utandım. Çünkü sosyal anlamda duyarlı bir insan olduğuma inanmışımdır her zaman. Gelgelim sağır insanların hayatı hakkında hiç düşünmemişim. Onların da bir ailesinin olduğunu, duyabilen çocuklarının olabileceğini ve toplum içinde ne gibi sıkıntılar yaşayabileceklerini aklımın ucundan geçirmemişim. Duyduğum utancı teselli etmek için hemen savunma mekanizmam devreye girdi: "Filizciğim hiç CODA’lı biriyle karşılaşmadın, duymadın, görmedin ve okumadın" dedim kendime. İşte bu son sözcük içimde bir ateş yaktı. Madem ben okumadım o zaman yazayım ve benim gibi bilmeyen insanlar CODA’lı çocukların ve gençlerin yaşam mücadelesini okusun istedim.
Aldığım ödül hevesimi artırmakla kalmadı, yeni bir ödev aldığımı düşündürdü. Ömrünü çocuk ve gençlik edebiyatına adamış, toplumun ve çağının yazarı olmuş Gülten Dayıoğlu gibi değerli bir isimle adımın yan yana anılması benim için bir onur, hem de büyük bir sorumluluk. Bunun anlamı, yazacağım her eserin daha nitelikli, daha evrensel, daha derin olması için çok çalışmak demek. Yazdıklarımla hem topluma hem de çocuk ve gençlik edebiyatının gelişimine katkıda bulunma yükümlülüğü hissediyorum.
*CODA , “Sağır Ebeveynlerin Çocukları” tabirinin İngilizce karşılığı olan “Child Of Deaf Adult” kısaltması olup bir ya da birden fazla sağır ebeveyn tarafından yetiştirilmiş, işiten kişilere verilen isimdir. Birçok CODA, hem işaret hem konuşma dilini erken yaştan beri edindikleri için iki dilli kişiler olarak adlandırılırlar.

BİA ÇOCUK KİTAPLIĞI
Çocuk edebiyatında sansür: Gerçekleri saklamak mı, anlamaya hazırlamak mı?
Yukarıda bahsettiğimiz eserlerinde, seçtiğin temaların yanı sıra üslup, düşünce ve duygu anlatımı açısından seni özellikle etkileyen kaynaklar var mıydı? Örneğin anlatım tercihlerin ya da sözcük kullanımıyla ilgili ilham aldığın kitaplar olduysa birkaç örnek verebilir misin?
Aslında her hikâyenin kendine özgü bir üslubu var. “Buradayım”ı yazmadan önce CODA’lı gençlerle sohbet ettim. Sosyal becerilerinin yüksek, açık kalpli ve içlerinde bir isyan ateşinin yanması hepsinin ortak özelliğiydi. O an zihnimde, karakterimin başından ne geçtiğinden çok hayata karşı tavrı şekillenmişti. Doğal olarak kitabın üslubu isyankâr ve net bir anlatım oldu. Ayrıca yazmaya başlamadan birkaç ay önce Victoria Williamson’un “Kelebek Zihinli Çocuk” adlı kitabını okumuştum. O kitaptaki Elin karakterinin hayata karşı tutumunu, kendi romanımdaki kahramanım Kavin’e çok benzettim. İkisi de sürekli bir mücadele içindeydi. İlk gençlik için yazarken genelde karakterin ağzından anlatmayı tercih ediyorum. Böylece kahramanın iç sesini, düşüncelerini, çelişkilerini daha samimi aktarabiliyorum. Ayrıca birinci tekil şahıs anlatımı kullandığımda ben de hikâyenin içine çok çabuk çekilebiliyorum. Bu da yazarken akışta kalmama oldukça yardımcı oluyor.







