Geçen yıl bu zamanlar bir belgesel* izlemiştim. Kudüs’te Müslüman bölgesinde, pencereleri orta büyüklükte bir meydana bakan, mütevazı bir otel odasında izlemiştim belgeseli. Gündüz yakıcı sıcakların olduğu Kudüs’te geceler oldukça serin geçiyordu. İzlerken geceydi, yüzünü güne dönmüş bir gece. Gündüze dönüyordu gece çünkü izledikçe terliyordum, kalbim sıkışıyordu, nefes almakta güçlük çekiyordum hatta. Güne dönüyordu gece çünkü biliyordum ki uzun bir süre uyuyamayacaktım. Kudüs’teydim. Araplara sorduğumda Filistin oluyordu Kudüs, Yahudilere sorduğumda İsrail. Dinlerin kesiştiği ama asla buluşmadığı bir yerdi Kudüs. Kesiştikleri yerlerden birbirlerini kanatıyordu tüm dinler.
Bir otel odasındaydım. Işıklar kapalıydı. Küçük bir kız çocuğu vardı ekranda. Kara gözlerinde kocaman bir savaş barındıran küçük kız çocuğu tahminimce şimdi bir yetişkin olmalıydı. Belgesel bitip de terasa sigara içmeye çıktığımda esen rüzgâr belki de ilk defa rahatsız etmiyordu. Uzunca bir süre oturdum orada. İçeri geldiğimde defterime sadece şöyle yazmışım.
“O kız çocuğunu ya bulmam ya da unutmam gerek. Buna mecburum.”
Belgesel 2002 yılında, Cenin’de bulunan mülteci kampına yapılan saldırıyı anlatıyordu ve gözlerinde kaybolduğum kız çocuğunun evi de yıkıntılar arasındaydı. Oysa gözleri üzüntü değil, asla geçmeyecek gibi görünen bir öfke barındırıyordu. Bir öfke ancak bu kadar asil, ancak bu kadar etkileyici olabilirdi.
Şimdi kendi ülkemdeyim. Bir bayram geçti. Müslüman toplumun iki kutsal bayramından biri; Ramazan Bayramı. Bazı evlerde bayram, ‘bayram gibi’ kutlanırken, bazıları için bayramın kutlanacağı bir ‘ev’ yoktu. Evleri, muhtemelen umutlarıyla birlikte yıkılmıştı. Evet Filistin halkından, bilhassa da Gazze’de yaşayanlardan bahsediyorum. O evler de, İsrail’in başlarına yıktığı evler… Şimdi asil bir öfkeyle başka küçük kız çocukları geziyor molozların arasında. Aynı bakış, aynı kararlılıkla. Büyüyeceğim ben, bakışı. Büyüyeceğim ve asla vazgeçmeyeceğim.
Böyle bir yazı yazmak için çok bekledim.- Ya da yazmamaya direndim mi demeliyim?- Filistin hakkında yazmak zordu. Çünkü Filistinlilerin hikâyesi bir çoğumuzun bildiğinden, duyduğundan çok daha ağır bir hadiseydi. Bedeni işgal altındaki bir ülkenin ruhuna dokunmak insanı değiştiriyordu.
‘Filistin’de bir üniversitede araştırma yapmak ister misin?’ Aşağı yukarı böyle bir soruydu bana ilk yönlendirilen ve anında cevap vermiştim. ‘Çok isterim.’ Üzerinde düşünmedim, endişelenmedim, ‘acaba’ demedim. İlgili kişinin yanına gittim ve projede yer almak istediğimi söyledim. Giderken de çok kararlıydım, evet çok istiyordum. Gidip Filistin’de ve şimdi çoğu İsrail olan topraklarda yaklaşık bir ay geçirdim. İşgal altındaki topraklarda, o halkın yanında olmaya çalıştım, acılarına ortak olamasam da tanık oldum. Döndükten sonra, yaşadıklarımı kelimelere dökmeye çalışırken de hep çok zorlandım, kimselere gerçekten anlatamadım.
Kısadan anlatacağım. Tel- Aviv’de bir hafta kadar kaldıktan sonra, Cenin’de sadece üç hafta kaldım. Üç haftada üç cenaze gördüm. Filistinli üç genç çocuğu gömdüler. Üçünün de ölümünün arkasında gece baskını vardı. İsrail ile Filistin yönetimi arasında var olduğu söylenen ‘free chase’ koşulları uyarınca, İsrail’in ‘güvenlik’ gerekçesiyle yaptığı baskınlarda bir şekilde hayatını kaybeden üç genç insan.
Bir salonda yemek yedikten sonra, o salonda benim yaşlarımda bir kadının öldürüldüğünü öğrendim. Boğazımdan geçen her bir lokmanın, geri gelip bir kanca gibi takıldığını hatırlarım.
Her birinin salonunda en az bir çerçeveli ‘kayıp’ fotoğrafı asılı duran insanların mütevazi sofralarına oturdum. Hikâyelerini anlatırken, gözleri doluyordu. Ben doluyordum.
Mülteci kampında dolaşıp, çocukların fotoğraflarını çektim. Taşlandım da. Çocuklar belli ki o taşlardan bir oyun yaratmıştı kendilerine. Elinde büyük bir kamera olan herkesle oyun oynuyorlardı. Konuştuk da sonra bir Filistinli aracılığıyla. Daha sonra şehir merkezinde karşılaştığımızda, tanıyıp el sallamışlardı hatta.
Sonra gerçekten taş atan çocuklar gördüm. İsrail askerine karşı kendilerini savunmadıkları için polislere karşı yapılan gösteride, polise taş atan çocuklar. O taşı o kadar uzağa fırlatabilmek için gerekli gücü nasıl bulduklarına şaşırdım. Çocuk, dünyanın her yerinde çocuktur derler ya hani, işte o koca bir yalan aslında. Bazı ortak özellikleri olabilir; çikolata sevmek, karşısında maymun taklidi yaparsan gülümsemek ya da korktuğunda annesine sarılıp, bir ninniyle uyumak gibi. Ama hepsi aynı değil. Sokağa adım atar atmaz yaşına uygun olmayan bir atmosferle tanışan ve zamanından çok önce büyümek zorunda kalan çocuklar var bu dünyada. Ki o çocuklar için Filistin’e gitmek de gerekmez. Kendi çocuklarımıza baksak da olur. O çocukların gözleri farklıdır misal, çocukluklarını göz bebeklerinde saklar onlar. Bazen hüzünlü bazen kırgın bazen kızgın bazen öfke dolu bir yüz takınırlar, ancak gözbebeklerine baktığınızda görürsünüz çocuk olduklarını. Derinlerinde saklarlar çocukluklarını, o yüzden de hep güzeldir gözleri. Ülkemde taş atan çocukların diyarına gitmeden oraya gittiğim için kendimden biraz utanarak da olsa başka bir coğrafyanın bambaşka çocuklarının gözlerine baktım. O belgeseldeki kız çocuğunu gördüm her köşe başında. Cenin’de evi yıkılan o öfkeli kız çocuğunu.
2014 şimdi. Aynı yıkımı Gazze yaşıyor bu günlerde. Filistinliler yıllardır biriktirdikleri öfkeye bir yenisini daha ekliyor. Savaş durup da insanlar acılarını yaşamaya vakit bulduklarında, ayakta kalabilen evlerin en görünür duvarlarına yeni çerçeveler asılacak. Yeni belgeseller çekilecek. Yeni bir savaşa hazırlanacak belki çocuklar. Dünya yine izleyecek. İşgali, savaşı, ölümü haklı gösterecek bahaneler üretecek birileri.
Sonra yine, benim gibi birileri gidip acılara tanıklık edecek. Fotoğraflar çekip, yok olan insanların çerçeveli fotoğraflarına bakacak, direniş hikâyeleri dinleyecek köyün kahvehanesinde Arap kahvesini yudumlarken.
Ve yine benim gibi, bunları yazmayı bile beceremeyecek. (SK/HK)
* Bahsi geçen belgesel; Jenin Jenin Yönetmen: Mohamed Bakri.
+ Fotoğraf: Sultan Komut