Milliyetçiliğin, ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının günümüzde fazlasıyla arttığı Avrupa'da AB Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağcıların zafer kazanması nedense siyasi bir deprem olarak nitelendi. Oysa yaşlı kıtanın içine düştüğü ekonomik, sosyal ve kültürel krizle baş edemeyen devletlerin, yabancıları günah keçisi ilan eden halklarını aksi yönde ikna etme konusunda pek etkin olduğu söylenemez.
Mesela demokrasi ve insan hakları bayraktarlığı yapan memleketlerden Fransa'da Ulusal Cephe'nin lideri Marine Le Pen'in son zamanlarda önlenemeyen yükselişi ülkedeki seçmenlerin yönelimi hakkında açık işaretler vermişti. Nazi Almanyası’nın hükmü altındayken işbirlikçilikten geri durmayan bazı Fransızlarla ilgili Alain Resnais'nin kuşkuları yersiz değilmiş meğer: 1955 yılında gerçekleştirdiği Gece ve Sis adlı belgeselde yalnız Yahudilere karşı değil, Romanlara, eşcinsellere, rejim muhalifleri ve ari ırka "yakışmayanlar"a uygulanan soykırımın o dönemdeki yansımaları ve savaşın dehşetiyle ilgili uyarıda bulunma ihtiyacı duymuştu. Naziler’in vahşeti konusunda çekilmiş en sarsıcı eserlerden biri sayılan, Fransızca adıyla Nuit et Brouillard'ın, 1 Mart 2014'te vefat eden sinema ustasının anısına Documentarist 7. İstanbul Belgesel Günlerinde gösterilmesi çok yerinde bir karar olmuş...
İsrail'in ülküsü
Documentarist ekibinin zamanlama açısından isabetli bir diğer seçimi de İsrail'in açlık grevi yapan Filistinliler’i zorla besleme niyetini açıkladığı, yakınlarda kurulmuş Filistin hükümetine karşı misilleme olarak Kudüs ve Batı Şeria'da yeni yerleşim bölgeleri inşaatına girişeceğini ilan ettiği, sağcı milletvekili Reuven Rivlin'in yeni Cumhurbaşkanı seçildiği ve İsrail'in Gazze'ye uçaklarla tekrar saldırdığı günlerde İstanbul'da iki kez gösterilen Kayıp Ülkeyle Karşılaşma (Encounter with a Lost Land) adlı belgesel oldu.
Yönetmenliğini Filistin doğumlu Maryse Gargour'un yaptığı, Fransızca adı A La Rencontre d'un Pays Perdu olan 56 dakikalık zarif belgesel 1920'lerden 1950'lere kadar Filistin'de doğmuş veya yaşamış bazı Fransızlar aracılığıyla İsrail'in yok edip varlığını inkâr etmeye çalıştığı Filistin kültürünü ortaya çıkarıyor.
Çeşitli tanıklıklara, dönemin diplomatik yazışmalarına, gazete kupürleri ve bugüne değin gün yüzü görmemiş görsel kayıt arşivlerine dayandırılan yapım bir dış göz sayılabilecek Fransızlar’ın objektif kanaatleriyle güçleniyor.
Türkiye'de, İstanbul, İskenderun, Mersin veya İzmir'deki Levantenler’in özdeşleşebileceği kahramanların dünyalarını başarıyla aktaran yapımın ilgili kültür kurumlarınca gösterilmesini dilerim.
Kudüs'te, Beytüllahim veya Yafa'da yaşayan konsolos, doktor veya tüccarların Hıristiyan aileleri nesillerdir uyum içinde yaşadıkları Müslüman komşu, arkadaş veya meslektaşlarını anarken bazen hüzünleniyor, bazen hiddetleniyor, "Filistin" adının unutturulmak istendiğini çok geç fark ettiklerini belirtiyorlar.
İngiliz mandasının boyunduruğu altındayken başlayan huzursuzlukların İsrail devletinin kurulduğu 1948'e kadar tırmanarak şiddete dönüştüğünü, özellikle şehir kültürünü silmek amacıyla yurtlarından edilen Filistinliler’in bir daha evlerine dönemediklerini anlatıyorlar. Boşalan hanelere yavaş yavaş İsrail'e başka ülkelerden göç eden Yahudiler’in yerleştirilmesiyle de, örneklerine bir zamanlar bu coğrafyada bolca rastlanan birçok kozmopolit yerleşimde olduğu gibi bir devrin sonuna geliniyordu. Bugünlerde mıntıkanın medarıiftiharı portakalların yerinde bile yeller esiyor…
Daha önce çektiği ve Al Jazeera'da gösterilmiş olan The Land Speaks Arabic (Toprak Arapça Konuşuyor) adlı belgeselde de Gargour zengin iktisadi ve sosyal yaşantısı, gazeteleri, dergileri ve kitapları, tiyatro, sinema ve balolarıyla Filistinliler'in kaybolan kent kültürüne methiyede bulunmuştu.
Documentarist'in davetlisi olarak İstanbul'a gelen ve filmin arşivsel çeşitliliğinde büyük katkısı olan tarihçi-akademisyen Sandrine Mansour-Mérien ise Filistinlilerin Karartılmış Tarihi 1947-1953 (L'Histoire Occultée des Palestiniens 1947-1953) adlı kitabını yakınlarda yayımlamış ve 15 Mayıs 1948 tarihiyle hatırlanan Nekbet Günü'nün tekrar gündeme gelmesini sağlamış.
Kaynaklarının güvenilir olmasına önem veren gazetecilik kökenli belgeselci Maryse Gargour Osmanlı döneminde Fransa'ya Filistin'de verilen ayrıcalıklar bir yana, Katolik dininin sürekliliğini sağlama mesuliyetinin de Fransız cemaatinin görevleri arasında sayıldığını hatırlattı. Gazze Şeridinde temsilciliği bulunan tek yabancı devlet payesiyle Fransa'nın bölgedeki diplomatik rolünün halen sürdüğünü, dolayısıyla sorunun bir an önce çözüme ulaşması için payına düşeni yerine getirmesi gerektiğini ifade etti.
Neyse ki kangren durumundaki Filistin sorununun yardımına tam zamanında Papa Francesco yetişti ve görev süresi yakında sona erecek olsa da, İsrail Cumhurbaşkanı Peres ile Filistin lideri Abbas'ı Vatikan'da buluşturdu. Her ne kadar Katolik dünyasının liderinin İsrail'e geçtiğimiz haftalarda yaptığı ziyaret öncesi Müslümanların yanında Hıristiyanlara karşı da hiddetlerine mukayyet olamayan fanatik Yahudiler’in tepkileri gündeme oturmuş olsa da, Roma'da dinlerin buluşması sayılabilecek toplantıyla dünyaya barış mesajı verildi.
Türkiye'de bazı medya kuruluşlarının inkâr edebildiği önemli bir ayrıntı ise Fener Rum Patriği Bartolomeos'un da mevzubahis zirvede yer almasıydı. Oysa gezegenimizdeki Ortodoks Hıristiyanların lideri olarak kabul edilmesine rağmen burada Ekümenik sıfatı bile kendisine çok görülen İmroz (Gökçeada) doğumlu Patriğin bir millî değer seviyesinde muamele görmesi gerekmez mi?
Zabıta olmanın ayrıcalığı...
Bu arada Documentarist'e büyük çaplı destek veren Hollanda Kraliyet Başkonsolosluğu’nun bahçesinde yer alan kiliseyle ilgili küçük bir olay da Türkiye'deki "hoşgörü" atmosferine az daha halel getirecekti. Mevzubahis ibadethanede yapılan festival açılışının ilk kısmında mütevazı ve samimi tavrıyla sempati toplayan Başkonsolos Robert Schuddeboom kültürlerinde hiyerarşiye yer olmadığını ifade etti; içki, müzik ve danslarla devam eden resepsiyon Hollanda Sarayını şenlendirdi…
Pazar sabahı ise, her pazar olduğu gibi İstiklal caddesiyle Postacılar sokağının kesiştiği noktaya geçici olarak yerleştirilen ferforjeden mamul kaide Union Church of Istanbul'un ayin saatlerini ve kilisenin giriş yönünü bildiriyordu.
Derken, nezih bir turist kalabalığı ortalığı ısıtmaya başlayan güneşin etkisiyle caddede gevşek adımlarla salınırken, Beyoğlu Belediyesinin zabıtalarından, mıntıkada yeni göreve başlamış olduğu belli olan izbandut memur Postacılar Sokağının başına doğru bir hışım ilerleyip kaideye şiddetle el attı.
Cadde-i Kebir'in tarihî, estetik ve tabii ki mali değerlerini koruma güdüsüyle davranan, sivil polis görünümlü zabıtanın enerjisinden eğilen mevzubahis kaide sağlam ayakları sayesinde devrilmemeyi başardı. Sokağın başında konuşlanmış, kilise tarafından görevlendirildiğini tahmin ettiğim bir kişi kaidenin hangi amaca hizmet ettiğini kendisine açıklayınca ruhsatsız, kanun dışı ve de bilhassa toplum güvenliğini tehdit eden herhangi bir durum olmadığını kavrayan memur, çevik kuvvet ekiplerininkini andıran coşkusuyla belediye aracındaki koltuğuna zıpladı ve ahı gitmiş, vahı kalmış İstiklal Caddesindeki ulu görevini sürdürmek üzere uzaklaştı…
Tavsiyeler…
İsrail'e dönersek, muhalif Yahudi sinemacıların icraatları, mazide mağdur olanların zalim konumuna geldikleri durumun sona ermesi yönünde her şeye rağmen ümitli olmamızı sağlıyor.
2014 Tribeca Film Festivaline katılmış, yönetmenliğini Talya Lavie'nin yaptığı ödüllü Zero Motivation (Sıfır Motivasyon) ülkede kadınlar için de mecburi olan askerlik konusunda çok etkili bir kara-komedi.
Bu seneki Cannes Film Festivalinde Eleştirmenler Haftası bölümüne son çalışmasıyla katılan Nadav Lapid'in Policeman (Hashoter) adlı 2011 yapımı ödüllü filmi ise sosyal ve ekonomik adaletsizliklerle çalkalanan ülkede maço kültürüyle yoğrulmuş anti-terör polislerinin özel hayatına göz atıyor; normalde Filistinliler’e yönlendirmeye alışık oldukları silahlarıyla Yahudi muhalifleri bertaraf ederken memurların içine düştüğü hesaplaşmaya da tanık oluyoruz.
Ve tabii ki yönetmenliğini Nurit Kedar'la Yaron Shani'nin yaptığı kaçırılmayacak belgesel Mishpatei Hahaim (Müebbet Hapis Cezaları): İsrail'de Yahudi anneyle Müslüman babadan doğan evlatların Türkiye'de azınlıklarla Müslümanlar arasında yeşermiş olan aşkların meyveleri gibi ağır bir yükü hayatları boyunca sırtlarında taşıyışlarını izlerken duygulanmamak ne mümkün… (MT/EKN)