İTÜ'de 50/d statüsündeki araştırma görevlilerinin azami öğretim süresini aşmaları gerekçesiyle işlerine son verilmesinin ardından, araştırma görevlilerinin iş hakları ve güvenceli çalışma taleplerine ilişkin tartışma yeniden yüksek sesle yapılmaya başlandı.
İTÜ'lü asistanlar bugün YÖK başkanıyla görüşme talebiyle Ankara'da YÖK önünde olacak. Bu vesileyle nedir bu asistanları yollara döken diye hatırlamakta fayda var.
Halimiz...
Öncelikle halihazırda asistanların yaşadığı sorunun ne olduğunu tanımlamak gerekiyor. Mevcut durumda temel sorunlardan biri göreve başlayabilmek için aynı yeterliklere sahip olmakla, aynı sınavlardan başarılı olmakla ve göreve başladıktan sonra aynı işleri yapmakla yükümlü asistanların birden fazla statüde istihdam edilmeleri.
Görev süresini öğrenim süresine eşitleyen ve sözleşmesi çalıştığı bölümün olumlu görüşü ve fakülte yönetim kurulunun onaylamasına bağlı biçimde yıllık olarak belirlenen 50/d asistanları bir çeşit burslu lisansüstü öğrencisi statüsünde çalışıyor.
Doktoralarını aldıktan sonra akıbetlerinin ne olacağı sorusu tam olarak çalıştıkları bölüm ve fakültenin inisiyatifine bağlı.
Karşılarında bir iyi bir de kötü ihtimal var. Her şeyin yolunda gitmesi ve okullarında doktora sonrasında çalışmaya devam edebilecekleri öğretim üyeliği kadrosunun temin edilmesi ya da yıllarca bir okul bünyesinde akademisyen olmak yolunda harcadığı çabanın ve aldığı doktoranın hükmünün yok sayılarak ilişiğinin kesilmesi yani doktoralı işsiz olmak.
Statüsü, Yüksek Öğretim Kanunu'nun 33/a maddesince düzenlenen asistanların ise durumları göreli olarak korunaklı çünkü görev süreleri öğrenim süreleriyle belirlenmiyor ancak yine yıllık sözleşmeli olma sorununu yaşıyorlar ve bu sözleşmelerin yenilenmesi için yapmaları gereken formel ve informel yükümlülükleri 50/d'li asistanlarla paylaşıyorlar.
Asistanların çalışma koşullarını belirleyen yasal statülerin düzenlenmesi ve güvencesiz çalışmanın son bulması için özellikle 50/d maddesi etrafında çokça tartışma ve eylem yapıldı. İstenen, bir akademisyenin, akademik yaşantısını şekillendireceği zemini oluşturan ve tüm akademik yaşamı boyunca bir biçimde peşinden gelecek olan doktora eğitiminin, iş güvencesi sorunundan kurtarılarak akademik gelişimin desteklenmesi.
Bu talep bir yanıyla akademik çalışmanın özgün koşullarının altını çizerken diğer yanıyla da tüm sektör ve iş kollarında yerleşik hale gelen güvencesiz çalışmaya karşı muhalefeti de işaret ediyor. Bir süredir medya aracılığıyla kamuoyuyla da paylaşılan yeni YÖK yasası taslağına baktığımızda bu statü karmaşasına son verilecek düzenlemeler planlandığını görüyoruz. Yasa taslağının ilgili maddeleri 50/d-33/a ayrımının yarattığı sorunları ortadan kaldıracak bir niteliğe sahip çünkü araştırma görevliliğinin kendisini bir bütün halinde güvencesizleştiriyor.
Taslak metindeki 57/6. Madde tam olarak şöyle: "Araştırma görevlilerinden, atandığı tarihten itibaren yüksek lisans için azami üç yıl, doktora için azami altı yıl, toplamda azami dokuz yıl içinde doktora ve sanatta yeterlilik eğitim-öğretimini başarı ile tamamlayamayanların yükseköğretim kurumları ile ilişikleri kesilir. Doktoralarını başarıyla tamamlayan araştırma görevlileri, doktoralarını tamamladıkları tarihten itibaren bir yıl daha araştırma görevlisi olarak çalışabilirler. Bu sürenin sonunda kadroyla ilişikleri kesilir."
Görüldüğü gibi yüksek lisans ve doktorasını başarıyla tamamlamak asistanların okulunda çalışmaya devam edebilmeleri için yeterli değil ayrıca hiçbir akademik ölçütle tanımlanmamış bir yıllık sürenin nasıl belirlendiği de cevaplanmaya muhtaç olarak duruyor.
İlişik kesme süresi olarak belirtilen bir yıl içinde Dr. asistanların neden sorumlu olduğu, hangi yükümlülükleri karşılamaları halinde çalışmaya devam edebilecekleri de bu maddede belirsiz bırakılmış. Ancak metnin 52/3. maddesi bu sorunun yanıtını veriyor: "Devlet yükseköğretim kurumlarında ilan edilen öğretim üyesi kadrolarına başvurabilmek için, doktoranın tamamlandığı yükseköğretim kurumunun bulunduğu il dışında başka bir devlet yükseköğretim kurumunda en az iki yıl süreyle öğretim üyesi olarak çalışmış olmak şarttır. İlgili yükseköğretim kurumunun öğretim üyesi kadrosunda bulunanlar için bu şart aranmaz. Bu şartı yerine getirmeden devlet yükseköğretim kurumlarında ilan edilen öğretim üyesi kadrolarına atanacakların sayısı, bölümün sene başındaki öğretim üyesi sayısının yüzde 10'unu geçemez."
Bu iki maddeyi birlikte düşündüğümüzde asistanları bekleyen son açık hale geliyor: Doktoranı aldıktan sonraki bir yıl içinde, doktoranı aldığın okulun il sınırları dışında bir yerlerden yardımcı doçent kadrosu bul, orada en az iki yıl çalış, geri dönüşüne bakarız!
"Okul" olarak üniversite...
Taslakta yer alan bu maddelerle asistanların iş güvencelerine ilişkin sorunlarının derinleştirildiği açık ancak meselenin başka bir yanına da dikkat çekmek istiyorum.
Üniversitelerin aslında kendi kurumsal kimliklerini düzenleyen şeyin yasalar ve yönetmelikler dışında akademik teamülleri, onları "okul" haline getiren akademik gelenekleri ve bunların sonraki dönemlere aktarılmasının bir parçasının da asistanlık olması.
Teamüller ve geleneklerden bahsetmekteki muradım mevcut üniversite yapısına bir güzelleme yapmak değil. Çünkü YÖK sistemiyle düzenlenen ve her türlü özerklik hakkından yoksun bırakılmış, üstelik giderek piyasalaşma eğilimi güçlenen bir üniversite yapısının savunulacak, güzellenecek bir yanı da olmadığı kesin. Fakat hatırlatmak istediğim, eğer bugün bütün bu arazlara rağmen kimi üniversiteler hatta fakülteler birer "okul" olarak kimlik sahibi olmayı başarabilmişlerse bunun tam da bir yanıyla usta-çırak ilişkisini de barındıran asistanlık süreciyle aktarıldığıdır. Asistanlık yalnızca lisansüstü eğitimi tamamlamaya çalışan burslu öğrenci olmak değil akademik teamüllerin, geleneklerin, "hoca" olmanın öğrenildiği bir süreçtir.
Taslağın bu biçimiyle yasalaşması pek çok karanlık sonucun yaşanmasına sebep olacak gibi görünüyor. Bunların başında asistanları güvencesiz çalışmakla karşı karşıya bırakması var. Mevcut durumdaki sorunları çözümü yerine daha da derinleştirerek kapsamını genişleten bu düzenleme, zaten oldukça düşük maaşlarla, doktora eğitiminin zorluğu ve ağır iş yükü nedeniyle cazip olmaktan uzak olan asistanlığı hepten tercih edilmeyecek bir iş haline getiriyor.
Doktora sonrasında, doktora yapılan okula öğretim üyesi olarak başvurmasının, yani asistanların çalıştıkları okullarda yardımcı doçent olmasının il dışında çalışma koşuluna bağlanması, doktora eğitimi verebilen büyüklükte okulların kendi eğitim-öğretim süreçlerine ilişkin gelecek planlarının kesintiye uğraması anlamını da taşıyor. Tabi elbette bu işin bir de büyük üniversitelerde asistan olarak çalışan yüzlerce kişinin kendine haritadan bir yer beğenerek kadro peşine düşmesi süreci var.
Bu, yapmak istediğiniz iş ile yaşamak istediğiniz şehir arasında bir karar vermek durumunda kalmakla sonuçlanması muhtemel bir ihtimal.
Mevcut durumdaki statü karmaşasının yarattığı durum da -ki bunun en yakın örneği İTÜ'lü asistanlar- durumu değiştirecek yeni yasanın taslak halindeki maddelerinin ise karmaşa ve sorunları çözmek yerine büyüteceği de ortada. Hal böyle olunca bu işin hepten tadı kaçıyor. Mesleğin, akademik üretim ve çalışmaya duyulan heyecan gibi kendine özgü iç motivasyonu, düşük ücretle güvencesiz çalışma, keyfi ve informel uygulamaların baskısı, orta vadede bir yaşam planı yapmaya engel olacak yasal düzenlemeler ile zayıflayıp yok oluyor.
Memleketin akademik camiasına sıkça yöneltilen eleştiri olan "fildişi kulelerde yaşama" meselesi kendiliğinden çözülmüş oluyor.
Ancak bu çözüm, eleştiriye temel olan, yaptığı işi akademik sorgulama sürecinin bütün mantığına aykırı olarak toplumsal ve politik olanla bağını kopararak yapma sorunu çözüldüğü için değil, bu sorunu koruyarak hatta derinleştirerek gerçekleşiyor. Kulelerin ilk basamaklarına tırmanmakta olanların ayaklarının altındaki merdiven çekiliyor.
Merdivenlerini kaybetme tehlikesinde olanlar yukarıdan sarkıtılan halatlara tutunabilmenin çaresini kendini o kulelere sıkıca kapatmakta buluyor. Durumu kurtarabilmenin yolu güvencesiz çalışmaya karşı geliştirilmesi gereken muhalefeti üniversitelere taşımak yerine, bu muhalefet ve mücadeleden hepten uzaklaşarak bütün formel ve informel baskıları sineye çekmek olarak görülüyor. Geriye, akademik özgürlükler ve gelişimin tali hale geldiği, akademik olanın pratik olanla bağının tamamen koparıldığı, kısa ve orta vadede kendi yaşamını planlamaya ve garanti almaya çalışan yeni nesil bir akademik personel, akademik gelişime ilişkin planlamalarının istihdamdaki engellemeler nedeniyle kesintiye uğradığı üniversiteler ve elbette tepesindeki boşluklara gözünü dikenlerin çok olduğu kadim "fildişi kuleler" kalıyor.
* İlkay Kara, A.Ü. İletişim Fakültesi Araştırma Görevlisi