Nesillerden beri ikamet ettiğimiz Beyoğlu semtinde bilmemkaçıncı talan yaşanırken İstanbul Film Festivaline iştirak etmek fazlasıyla yabancılaştırıcı bir misyona dönüşmüş vaziyette.
Kısa bir süre öncesine kadar Varlık Vergisi veya 6-7 Eylül talanının hayaletlerini barındırır gibi duran binalar birer birer restore edilirken peş peşe açılan mekAnlarda keyif çatan kahveseverlerden, turistlerden, yeni neslin temsilcilerinden, bu lanetli mahallenin mazisini sorgulamalarını beklemek abes olsa gerek.
İstiklal caddesi ve çevresindeki insan kitlelerinin agorofobik etkisi dışında, polis memurları tarafından sık sık kimlik sorulması, "kendi güvenliğiniz için" söylemiyle nerede durup duramayacağımıza dair telkinler ve 2018 yılı festival merkezi vazifesini üstlenen bankaya ait güvenlik görevlilerinin sorgulayıcı tavrı hürriyet duygusunu epeyce zedeleyen unsurlardandı.
6-17 Nisan tarihleri arasında 37. kez düzenlenmiş olan festivalin Ulusal Belgesel Yarışmasının galibi de, özgürlükleri kısıtlama, baskı ve göçe zorlama gibi travmaları nesilden nesle aktarılmış devlet pratiklerini sorguluyordu.
Dersimli bir aileden gelen yönetmen Rojda Akbayır'ın büyükleri 1938 kıyımı sonrasında memleketlerinden göç etmek zorunda kalmış insanlar. 12 Eylül 1980 tarihindeki askerİ darbe sonrasında da ebeveyni ve kendisi için ayrıca zorlu bir süreç başlamış. Siyasi mücadelede aktif rol aldığı için Avrupa'ya kaçmak zorunda kalmış bir baba, onun peşinden giden bir anne ve akabinde parçalanan bir aile.
Yönetmenin, kişisel tarihini didiklerken seyirciyi özel hayatına dahil etmesi cesaret gerektiren bir iş. Rojda annesine kısa bir süre sonra kavuşmuş olsa da babasıyla ilişkisi tamamıyla kopmuş olduğundan ömrü boyunca hissettiği eksikliği doldurabilmek için yola koyuluyor. Devrimci ruhun her şeyden önce insanın kendi ailesinde hissedilmesi gerektiğini savunan yönetmen babasının icraatını sorguluyor, ona söz hakkı tanıyarak hikAyenin eksik parçalarını tamamlamaya girişiyor.
Arşiv fotoğrafları ve görüntülerinin desteğiyle film bize maziyi yaşattığı gibi yüzleşilmesi zor meselelerin tartışıldığı röportajlarla da seyirciyi duygulandırıyor.
Parçalar (Fragments) adlı belgeselin çekildiği dönemde Türkiye'nin tekrardan bir darbe atmosferine gömülmesi coğrafyanın çektiği acılara yenilerini ekliyor, yaralara adeta tuz basılıyor.
Tamil Gerillası mı?
Babası Sri Lankalı Tamil Kaplanları'nın kurucularından olan M.I.A.'nın da genlerine işlemiş isyankar ruhuyla başı dertte. Bir ara ortalığı kasıp kavuran şarkıları ve klipleriyle dünya gündemini meşgul etmiş olan hip hop yıldızı dünyayı kaba kuvvetle yönetmeye girişmiş savaş tacirlerine, daha çok içgüdülerine dayanarak kafa tutuyordu. Dokuz yaşındayken bir zamanların cennet adası Sri Lanka'dan önce Hindistan'a, oradan da Londra'ya göç etmiş olan M.I.A. köklerini asla unutmamış ve memleketindeki baskıyı, acımasız uygulamaları ve adaletsizlikleri dışa vururken adeta linç edilmişti.
Gittikçe ucuzlamış ve enflasyona uğramış yakıştırmalardan "terörist" damgasını yediği gibi sadece müzikle meşgul olması gerektiğine yönelik telkinlerle aşağılanmış, ama bu arada insan hakları kurumları tarafından baş tacı edilmeyi başarmıştı.
37. İstanbul Film Festivali'nin Musikişinas bölümünde yer almış olan Matangi/Maya/M.I.A. adlı belgesel, kahramanının bizzat çektiği kişisel arşiv görüntüleriyle bezenmiş. Yönetmenliği, şarkıcının uzun yıllardan beri ahbap olduğu Steve Loveridge'a ait belgesel bizi ünlü olmanın zorlu taraflarıyla tanıştırdığı gibi eğlendiriyor, heyecanlandırıp kahramanının coşkulu dünyasına dahil ediyor.
Şovmen piyanist
Yetişmiş olduğu nezih çevreden iyice sıkılıp kendini punk sahnelerine atan Chilly Gonzales'in hikayesi de ibretlikti. Çeneni Kapat ve Piyano Çal (Shut Up and Play the Piano) adlı gayet eğlenceli belgeselde Gonzales'in bilhassa Peaches ve Feist ile sunduğu çılgınca şovlara dahil oluyoruz. Teşhircilikte pek sınır tanımıyormuş gibi görünen kahramanımızın cinsel hayatı hakkında fazla ayrıntıya vakıf olmasak da belgesel bizi inanılmaz bir yolculuğa çıkarıyor. Sahne adıyla Gonzales'in klasik müzik dünyasında nevi şahsına münhasır tavrıyla çığır açtığı kesin: Terlik ve ropdöşambr ile Solo Piano albümlerinde bulabileceğiniz ruh okşayıcı eserleri sakin sakin seslendirirken kuyruklu piyanonun üzerine çıkıp yatması veya vücudunu seyircilerin üstüne savurarak beden sörfü yaptırması işten bile değil!
Kendine megaloman sıfatını yakıştırmaktan çekinmeyen, egosantrik yönüne rağmen ilgiyi sempatiyle üzerine çekmeyi becerebilen Gonzales klasik müzik bilgisini eksik bulduğundan piyanoyu yeni öğrenen bir çocuk gibi disiplinli egzersizlerden de kaçınmıyor. Muhtelif canlandırmalar, arşiv fimleri ve Gonzales'in dünyasını layıkıyla yansıtan teferruatlarla, gazeteci kökenli yönetmen Philipp Jedicke üstlendiği zorlu görevden alnının akıyla çıkıyor.
Diva deyince...
Seyircinin bakışını beyaz perdeye sabitleyen bir diğer şahsiyet, bazıları için opera dünyasının en büyük yorumcusu sayılan Maria Callas oldu. 113 dakika sürmesine rağmen Maria By Callas adlı belgesel Diva sıfatını layıkıyla taşımış Yunanistan kökenli operacıya hakkını verip sinemaseverleri büyüledi. Film boyunca ara ara seyrettiğimiz, ABD televizyonlarından birine İngilizce verdiği mülakatlardan bilhassa siyah beyaz olanı, seyircileri Callas'ın aurasına, güzelliğine ve gerçekliğine doyurdu.
Tom Wolf'un yönettiği filmde, kendisiyle ilgili sorulara sabırla cevap verdiği röportajlar dışında en ünlü aryalarına da uzunca yer verildi. Hayranlarının adeta taptığı Callas'ın çalkantılı özel hayatı ve zorlu kariyeri hakkında birçok ayrıntıya vakıf olduk; yazılı sözlerini Fanny Ardant'ın sesinden Fransızca dinlerken kulaklarımızın pası silindi. J.F.Kennedy, Churchill, Yves Saint Laurent gibi ünlüler dışında tabii ki Onassis'le ilişkisi bolca irdelendi.
Kapadokya'da Pasolini'nin yönettiği Medea filminin çekim görüntüleri bir yana, sinema dünyasından Luchino Visconti, Marilyn Monroe, Alain Delon, Grace Kelly ve Liz Taylor'la teşrikimesaisinden de kareler gördük.
Yönetmen Janice Jones kariyerinin zirvesindeyken Atina Operasına gönüllü olarak destek vermeyi de bilmiş Callas'ın fevkalade evrenine adeta nüfuz etmemizi sağladı, gayet iyi bir iş çıkardı.
Ankara'nın rock sahnesi
Şayet 90'lı yıllara dönüp nostalji yapmak durumunda kalmışsak vaziyet vahim demektir. Fakat zamanın hızla akması bir yana, Türkiye'nin ve büyük şehirlerden özellikle Ankara'nın geçirdiği agresif ve yıkıcı değişim bazı değerlerin unutulmasına veya kaybolmasına sebep olmuşsa buna değer diye düşünüyorum.
Gri Değil, Siyah : Ankara Rocks! (Black, Not Gray: Ankara Rocks!) adlı belgesel seyirciyi özellikle 90'ların, ama aynı zamanda 80'lerin ve 70'lerin rock ve metal müzik dünyasına sürüklüyor. Yönetmen Ufuk Önen ve filmde röportaj veren birçok kişi başkentin griliğini, hatta siyahlığını teyit ediyor olsalar bile yüzleri gayet aydınlık, yaydıkları pozitif enerji gayet parlak. Keşke bazı görüntülerde karşımıza çıkan ve sanata hiç yakışmayan milliyetçi sembollere ihtiyaç duyulmasa dediğimiz anlar olmadı değil.
Asık suratlı mutsuz insanların, Anadolu'nun muhtelif yörelerinden göç etmiş kalabalıkların, memurların şehrinde, Yüksel Caddesi ve çevresindeki barlar, stüdyolar, plak dükkânları, konserler, ev partileri, Ankara alt kültürü hakkında geniş bir spektrum halinde karşımızda. Zamanında dış müzik piyasasına açılmak üzere Hazy Hill grubu tarafından hazırlanmış tanıtım görüntüleri filme renk kattığı gibi kahramanlarının ironi gücünü de ispatlıyor. Sevgiyle kotarıldığı her halinden belli olan tüm yapımlarda olduğu gibi 114 dakikalık bu belgeselde de kıyılamayan bazı görüntülerin feda edilmesi gerektiğini de söyleyebilirim. Fakat Ankara ruhunun varlığını teyit eden bu şirin yapımın karanlıklarla boğuşan İstanbul seyircisine umut verdiği ve benzer sinerjilerin güçlendirilmesi yönünde cesaret aşıladığı kesin: Rock Me Baby!
Nazilli Sümerbank
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken gözetilen birçok ilke zamanla unutulmuş, hatta izleri ihtimamla silinmiş durumda. Komünist Sovyetler Birliğiyle gerçekleşen işbirliklerinden Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası da zamana epey direnmiş olmasına rağmen sonunda kapatılmış müesseselerden biri.
Yönetmenliğini Yasin Ali Türkeri'nin üstlendiği 80 dakikalık Başka Tren Gıdı Gıdı (Another Train Gıdı Gıdı) uzun yıllara dayanan, ayrıntılı bir çalışmanın neticesinde ortaya çıkmış olduğu belli bir belgesel. Özellikle Kemalist seyirciye seslenen milliyetçi detayların biraz daha kısa tutulması ve yönetmenin birden fazla finalle seyirciyi zorlamaması tercih edilebilirdi.
Fakat İsmet İnönü veya Celal Bayar gibi devlet büyüklerinin Sovyetler Birliği ile Türkiye'nin bağlarına methiye düzmeleri kesinlikle görülmeye değer. Filmin Pera Müzesi Oditoryumunda yapılan tek gösterimi sonrasında genç bir seyirci, ABD'nin Marshall yardımı sonrası mevzubahis sosyalist ülkülere nasıl sırt çevrildiğine dikkat çekti.
Nazilli halkının hasretle andığı, fabrikanın gözbebeği trenin nostaljik olarak tekrar hareket ettirilmesi ise daha yakın bir zamana rast geliyor: mevzuyla hiç alakası olmamasına rağmen açılış töreninde Mehter Takımını uzun uzun dinlememiz varılan noktayı çok güzel özetliyor. (MT/EA)