Bir toprak parçası üzerinde dini gerekçelerin öne sürülerek hak iddia edilmesi, bu iddianın da kutsallık atfedilerek olumlanması, fetih ve işgal kavramları arasındaki farklılığın sorgulanmasını gerekli kılar. Psikolojik açıdan "işgal" terimi olumsuz çağrışımlar taşır. Bu terim, işgalci ile işgal edilen arasındaki çıkar çatışmasını, bağlamın şiddet ile kurulduğunu, ortada bir haksızlığın, adaletsizliğin ve “ahlaksızlığın” olduğunu gösterir. İşgal edilen ile duygudaşlık kurulması, işgalciye karşı olumsuz bir tavır takınılması doğal karşılanır; işgal durumu mümkün mertebe sona ermeli, “hak”sızlığa bir son verilmelidir.
Tabii bu anlatı, işgal edenin kendisini “fetheden” olarak dünyaya duyurduğu ve bu kurguyu ahlaki ve etik değerleri kullanarak kendisinden doğru oluşturduğunda değişmek durumundadır. Bu durumda fetheden toplumlar, eylemin gerçekliğini bir işgal durumu olarak kabul etmeyi reddeder ve eylem bir “kurtuluş” , vadedilmiş toprakların yeniden sahiplenilmesi, “vatana” dönülmesi, parçalanmış aidiyetin tamamlanması, hakkın “haklı” olana geri verilmesi olarak kurgulanır. Bu kurgu, tarihsel anlatılar ile desteklenir ve halklar, süreç içerisinde bu anlatılara maruz bırakılırlar. Anlatı yeterince kabul görmüyor ve akıllarda soru işaretleri sıkça peyda oluyorsa da, manipülasyon vasıtasıyla etik ve ahlaki değerler üzerinden kimlik inşası pekiştirilmeye çalışılır.
Kimlik inşası sürecinde kullanılan kodlar, rasyonel gerekçelerden ziyade duyguların sömürülmesi ve hatta korku kültürünün egemen kılınması ile oluşturulurlar. Fethedilen topraklar, “kurtarılmış bölgeler”dir. Bu bölgelerin muhafaza edilmesi, zamanla kendini dini gerekçelerle bezeli milliyetçi-ideolojik söylemlere bırakmıştır. Muhafazayı olumlayan her eylem meşrulaştırılır. Bu eylemler ne bir suçluluk duygusu uyandırmalı ne de utanç yaratmalıdır; zira fetih insan eliyle gerçekleşse de insan-ötesi bir kudretten feyz almaktadır. Burada tartışabileceğimiz mevzu, eylemin “insan iradesi”nden çıkıp “insan-ötesi irade” ile temsil edilmesidir. Bu temsil, suçlunun, haksızın yaratımını da işlevsiz kılar; zira muhatap bulunamaz ve o muhatapla yüzleşilemez hale gelinir. Velev ki bir yüzleşme hususu doğarsa alınacak cevap; fethi gerçekleştiren “kullar”ın, insan-ötesi kelamlar tarafından yönlendirildikleri, bu kelamların sorgulanamaz olduğu ve tarih yazımının fethedeni işgalci olarak ele alması durumunda bunun “ahlaki” ve “etik” değerlerle uyuşmayacağı, “günah” kabul edileceğidir.
Haksızlıkların, eylemleri sorgulamadan inançlar üzerinden tartışılması bir iletişimsizlik halidir ve bu iletişimsizlik beraberinde şiddeti ve hafıza kaybını getirir. Siyasi söylemlerin beslendiği iletişimsizlik, politik gücün iletişim yoluyla değil, baskı ve kontrol yoluyla sağlanmasını gerektirir. Hâlbuki Arendt’in de belirttiği gibi, gücün iletişim ile değil baskı ve kontrol ile sağlandığı durumlarda politik eylemden bahsedilemez; politik olandan şiddetin değil, ancak söylem ve eylemin etkinliğinde bahsedilebilinir. Bu sürece karşı çıkarak fethedene “işgalci” demeye yeltenen, adeta “Kral çıplak!” diye bağıranlar derhal susturulur, halkın geri kalanı da her türlü vasıtaya başvurularak manipüle edilmeye çalışılır. Politik olan saf dışı bırakılır.
Rasyonalitenin fethedene devri, homojen bir toplulukta sürü psikolojisi ile eyle-yeme-yen kişileri doğuracaktır. Bu kişiler, kamusal alanda cereyan eden hususlara ancak seyirci kalacak, harekete geçip geçmeme komutları gelene kadar mevzide hazır bekleyeceklerdir. Vatan fethedenin kabulünde, Hobbes’un Leviathan’ında tasvirlediği gibi, sözde “kamu yararı” için bir bedenin uzuvları gibi birlikte “uyum” içinde eyleyen kişilerden oluşmalıdır.
Fethin sorumluluğu tüm halktadır; zira bir bedenin herhangi bir yerinde yaşanacak uyumsuzluk, bedenin hastalanması ve “güçten düşmesi” anlamına gelmektedir. Örneğin fetih yerine işgal demek, halkın kimlik tasarım süreçlerini sekteye uğratacak, kimliğini halihazırda kahramanlık anlatılarıyla donatmış olan insanlar, anlatı ve eylemlerindeki işgalci ile yüzleşmek, hatırlamak durumunda kalacaktırlar. Hafızanın geri çağırılması demek, fethedilen varlığa oluş imkânının tanınması, tarih yazım dilinin yapı bozuma uğratılması demektir.
Elbette bu zorlu bir süreç olduğundan, anlatının kurgulandığı toplumlarda despotik rejimler, çoğunluk tarafından desteklenmeye devam ederler ve korku kültürü, kamusal alanı zehirler. Velhasıl “Kral çıplaktır” lakin haşa!; şşş…! “Kral çıplak DEĞİLDİR!” (GY/AS)