30 Mart -14 Nisan tarihleri arasında düzenlenen 32. İstanbul Film Festivalinde ana akım sinema örneklerinden çok insan hakları konusundaki muhalif filmler ve belgeseller ilgimi çekti.
Toplumsal, siyasi ve ekonomik sorunlarla çalkalanan gezegene ayna tutma işlevini gören 7. sanat ürünleri, mesajlarıyla Türkiyeli seyircileri motive etti. Savaşın kapanmayan yaraları, inanılmaz sırlar, çevresel felaketler ve insanlığın gaddarlığı gibi konuların açıkça işlendiği yapımlar beyaz perdeye yansıdıkça dikkatli gözlemin nelere kadir olduğu bir kez daha kanıtlandı.
Felaket kapitalizminin daniskası
Haiti'deki deprem sonrası ada için toplanan yardımların akıbeti Ölümcül Yardım (Assistance Mortelle) adlı belgeselle tescillendi. Saygınlığı tartışılamayan uluslararası yardım kuruluşları, çeşitli fonlar, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği dahil olmak üzere tüm dünyadan aktarılan paralar aradan geçen üç yıla rağmen binlerce kişinin çadırlardan çıkmasına yetmedi. Siyasi çürümüşlüğün ve karanlık bir mazinin yorgunluğunu üstünden zaten atamamış olan Haiti'deki yardım kurulu evsiz kalan bir milyonu aşkın kişinin ihtiyaçlarını doğru düzgün karşılayamadı, Bill Clinton gibi dünyanın önde gelen medyatik simaları adayı sık sık ziyaret edip işleri yoluna koymaya çalışsalar da durumun bir hayırseverlik pornosuna dönüşmesine engel olunamadı.
NTV belgesel kuşağında yer alan Raoul Peck'in 500 saatlik çekimlerinden kotarılmış 99 dakikalık belgeselin dünya prömiyeri geçenlerde Berlin Film Festivali kapsamında yapılmıştı. Çeşitli sivil toplum kuruluşlarının da alet olduğu insanlık dışı manzarayı belgeleyen yapım beceriksizce durumu kurtarmaya çalışanları teşhir ettiği gibi bu uluslararası skandalın aktörlerinin adeta birer leş kargasına dönüşmesine de tanıklık ediyor
Büyüyen ekonomi, küçülen insanlık
Memleketimiz ve Çin gibi iktisadi zenginleşmenin gururunu şık bir vitrin misali dünyaya pazarlarken halkın sefalet ve haksızlık içinde yaşamasında bir beis görmeyen Hindistan devleti bir kez daha sorgulanıyor. Gerçeklerden yola çıkılarak çekilmiş Wasseypur Çeteleri (Gangs of Wasseypur) adlı gangster güzellemesinde gördüğümüz kadarıyla kamu görevlileriyle iç içe geçmiş çeteciler silahlarıyla dehşet saçabiliyor, ülkenin çeşitli kaynakları yasa dışı yollarla sömürülürken nesilden nesile aktarılan intikam duyguları toplumu şekillendirebiliyor. İlk olarak Cannes Film Festivalinde görücüye çıkmış, 156 ve 159 dakikalık iki bölümden oluşan Anurag Kashyap'ın yönetimindeki yoğun seyirlik dinamik olduğu kadar yıpratıcı olan Hindistan toplumunu sorgularken birbirinden renkli sahneler ve müziklerle de olaylara bir eğlencelik havası kazandırıyor. Bollywood sinemasına özenen iktidar sahipleri hırslarıyla güçlerini sürekli kılmaya çalışırlarken Türkiye'deki kan davalarına benzer olaylar silsilesi insanın aklına yerli dizileri getiriyor.
Denize dökülen yıldızlar, yorgun düşen arılar
Moby Dick'in avlandığı sulardaki yaşam artık eskisi gibi değil. Nesillerdir balıkçılık yapan bir ailenin evladı Lucien Castaing-Taylor ve Véréna Pravel'in yönettiği belgesel Leviathan, adını aldığı mitolojik canavarı birebir hissettirebilen bir denizcilik destanı. Görüntü ve ses açısından fazlasıyla agresif olan zorlayıcı seyirlik denize geç de olsa saygı göstermemiz gerektiğini hatırlatıyor, şimdilik insanın işine yaramayan birçok canlı gibi ağlara takılan binlerce yıldızın da karanlık sulara atılması seyircide ağır bir hüzün bırakıyor. İnsanlığın yeryüzündeki macerasının bir metaforu gibi algılanabilecek balıkçı motorunun dehşetengiz mücadelesi bu ilişkiden kimin kazançlı çıkacağını da merak ettiriyor.
Yaşam mücadelesi veren bir diğer canlı türü, arılar, Baldan Acı (More Than Honey) adlı belgesele konu olmuş. Geleneksel üreticilerden sanayi ölçeğindeki çiftçilere kadar tüm sektöre eğilen kapsamlı yapım tarım ilaçları, çevresel felaketler ve iklimsel değişiklikler yüzünden nesli tükenmekte olan arılara odaklanıyor. Karmaşık düzenleri konusunda birbirinden ilginç ayrıntıyı özellerine girebilen kameralarla keşfederken Çin'de polenleme faaliyetini insanlara devretmiş olmalarına dair sahneye bir traji-komediye şahit olur gibi bakakalıyoruz. Markus Imhoof'un yönetmenliğini yaptığı kötümser yapım gelecekle ilgili endişelerin yersiz olmadığını hatırlatıyor.
İnsanı canavarlaştıran savaş mıdır?
SSCB'nin Nazi işgali yıllarına eğilen Sislerin İçinde (V Tumane) Vasil Bykov'un romanına dayandırılmış. Bizzat savaşta bulunduktan sonra verimli bir yazar haline dönüşen Belarus'lu Bykov'un kahramanları insanlık onurunu irdelerken, genelde şartların zorlamasıyla değiştiğimize dair mazereti de sorguluyor. Kimin kime ihanet ettiği belli olmayan bir ortamda insanların linç dürtüsünün kolaylıkla ortaya çıktığını izlerken ahlak konusunda düşünmeye sevk ediliyor, herhangi bir müzikle duygu sömürüsüne başvurulmadığından uzun uzun düşünmeye vakit ayırabiliyoruz. İki militanın bir haini ormana kaçırarak hesap sormasından ibaret görülebilecek teatral senaryo muhteşem oyunculuklar, sade fakat etkili sinematografisiyle belleklere kazınıyor, kahramanın kameraya bir bakışıyla gözlerimizden yaşlar fışkırırken, bir tüfeğin patlamasıyla koltuklarımızda irkiliyoruz. Konu hakkında daha önce çekilmiş klasikler olmasına rağmen belgesel kökenli yönetmen Sergei Loznitsa aldığı ödülleri hak eden 128 dakikalık seyirlikle acı gerçekleri yetkin bir şekilde tekrar yüzümüze vuruyor.
Kore'nin güneyindeki Jeju adasında ABD’nin kışkırtmalarıyla gerçekleşen katliamın vahşeti ise Jiseul adlı siyah-beyaz yapımla ortaya saçılıyor. 1948'den itibaren kimilerine göre 60.000 kişinin öldürülmesine sebep olan ve komünist avı adı altında meşrulaştırılan kıyım tarihe Jeju Ayaklanması olarak geçmişti. Yönetmen Muel O gözü dönmüş silahlı insanların sivil halkın peşine düştüğü olaylar dizisini anlatmanın bireysel değil, toplumsal bir ödev olduğunu göstermek istediğini ifade ediyor. Eser Sundance'te bile ödüllendirildi.
Rüzgârlar adlı filmde ise bizim adalarımızdan İmroz'da estirilen dehşetin izleri irdelenirken planlı olarak bezdirilen ada sakinlerinin çekingen duruşu yönetmen Selim Evci'ye de bulaşmış gibi görünüyor. Derin devletin tarzını hatırlatan, amacına ulaşmak üzere her türlü yola başvurmayı mübah gören karanlık politikalar yadigâr olarak geriye bir tek Gökçeada adını bırakırlarsa ne âlâ; tekrar açılması öngörülen Rum okuluna verilen izin ise adanın, örnekleri bolca görülen pespaye turizm beldelerinden biri olmasının önünü açmaya yönelik bir göz boyama mı acaba?
Lusin Dink'in yönettiği Saroyan Ülkesi ise Ermeni asıllı, dünyaca tanınmış William Saroyan'ın 1964 yılında Türkiye'ye yaptığı seyahati bize de yaşatıyor. Yazar ABD'de doğmuş olmasına rağmen ailesiyle çevresinden duyduğu ve memleketi saydığı Bitlis'e yoğun bir hissiyatla bağlanmış, eserlerinde halkının acılarını yansıttığı zaman bile esprili mizacını eksik etmemiş. Thomas Mauch ve Emre Başaran'ın muhteşem görüntü yönetmenliği sayesinde içimizde ulvi duygular uyanırken Anadolu'nun kaybolmakta olan güzelliğini ve yok edilen kadim kültürlerini yad ediyoruz.
İsrail atakta
Venedik, Selanik, Palm Springs ve kendi memleketinde ödüllere layık görülen Boşluğu Doldurmak (Lemale Et Ha'Halal) İsrail'in Oscar adaylığını da kapmıştı. Tel Aviv'deki tutucu ailelere kamerasını çeviren Rama Burshtein, bir genç kızın gelenek, aile ve toplum baskısı altında ezilişini gözler önüne sererken bizi orta çağda kaldığını sandığımız acı gerçeklerle karşı karşıya bırakıyor. Dinî kuralların hayatları kıskaç altında tuttuğu tüm toplumlarda olduğu gibi Yahudi kahramanımız da istemediği bir adamla, üstelik ölen ablasının kocasıyla evlenmek zorunda kalacaktır.
İnşallah (Inch'Allah) adlı filmde ise Kanada'dan gelip Batı Şeria'daki bir Filistin kampında kadın doğum uzmanı olarak çalışan Chloe'nin savruluşları anlatılıyor. Anaïs Barbeau-Lavalette'in yönettiği Berlin Fipresci mansiyonlu yapım güvenlik önlemleri yüzünden trafiğin durdurulduğu anda, bir arabanın içinde doğum yapmak zorunda kalan Filistinli militan bir genç kızın dramını da bizimle paylaşıyor; abisinin, tıkanan sokaktan geçmelerine izin vermesi için İsrailli askeri ikna etmeye çalışırken sempatisini kazanma güdüsüyle futboldan bahsetmek zorunda kaldığı sahne çarpıcıydı.
Festivalde yine benzer konulu Saldırı (The Attack), Haneke'nin Amour'unu hatırlatan politik Son (Hayuta Ve Berl) ve Birleşmiş Milletler nezdinde kabul edilmesi beklenen Filistin devletine ilişkin 194.Devlet (State 194) adlı filmler de ilgi çekiciydi fakat beni asıl şaşırtan Bekçiler (Shomerei Ha'Saf) adlı ifşa belgeseliydi. Ülkenin gizli servisi Şin Bet'in yıllar içindeki yöneticileri kendilerini afişe etmekle kalmıyor, hatalarını ve ümitsizliklerini de itiraf ediyorlar. Başka ülkelerdeki benzer durumlarda olduğu gibi hükümet başkanları ve devletlerinin emirlerini yerine getirdiklerini ifade ederek sorumluluğu üzerlerinden atsalar da durumu ahlaki açıdan sorgulamaktan, hatta eleştirmekten de geri durmuyorlar. Dünyamızın şimdiye kadarki en gizli örgütlerinden sayılan Şin Bet'in son dönemlerdeki müdürlerinden biri, emekli olunduğunda otomatikman sola doğru kayıldığını gülerek ifade ediyor. Dror Moreh'in yönettiği 95 dakikalık sürükleyici yapım, idealist felsefecilerden beklenebilecek bir özrün acımasız yöneticilerin ağzından İsrail adına telaffuzu sanki; bir de şimdiye kadarki uygulamaların iflas ettiğinin kaçınılmaz ilanı.
Tabii insan Lübnan'daki Aynül Hilva mülteci kampında üç nesildir sürgün olarak yaşayan Filistinliler’in halini görünce Ortadoğu'dan dünyaya yıllardır yayılan negatif enerjinin sebebini daha iyi anlayabiliyor; Mahdi Fleifel'in çocukluğundan beri babası ve kendisi tarafından çekilen görüntüleriyle desteklenen olağanüstü belgesel Dünya Bizim Değil/A World Not Ours hem köklerinden koparılmış, hem de hafızaları ellerinden alınmak istenen halkların çığlığı oluyor. Daracık bir alanda yıllardır sıkışıp kalan insanların sağduyularını kaybetmeden yaşamaları ne kadar zorsa durumlarının müsebbiplerini unutmaları da o kadar imkânsız gibi görünüyor.
Müslüman kadınlar isyanda
İslam'ın baskısı altında ezilen kadınlar mevzubahis olduğunda aklımıza ilk gelen Afganistan veya İran olabilir. Massoud Bakshi'nin Saygın Bir Aile (Yek Khanevadeh-e Mohtaram) adlı filminde İslam devrimi sonrasında çürüyen ahlaki değerler erkek kahramanlar üzerinden anlatılsa da, içgüdüleriyle duruma uyanan yine kadınlar oluyor tabii. Yönetmenliğini Atiq Rahimi'nin yaptığı ve yasaklı oyuncu Golshifteh Farahani'nin sürüklediği Sabır Taşı'nın (Syngué Sabour) da bir an önce Türkiye'deki kadınlara en doğal haklarını hatırlatmak üzere sinemalara gelmesini arzuladığımız malum.
Fakat son zamanlarda esen Arap Baharının rüzgârları Suudi kadınları da etkilemiş olduğundan festivalde bir ilk yaşandı ve Haifaa Al Mansour'un Vecide (Wadjda) adlı yapımı sinemaseverlere ulaştı. Bir Suudi kadın tarafından gerçekleştirilip çekimleri tamamen Suudi Arabistan'da yapılmış ilk uzun metrajlı film olarak lanse edilen eserde para kazanabilmek için Kuran okuma yarışmasına katılan hırslı bir kızla tanışıyoruz. Yönetmenin şahsi tecrübeleri ve zıpır aklının birleşimi gibi duran eğlenceli seyirlikte ergen kızımız Vecide yasak olmasına rağmen bisikletle gezmeyi resmen başararak hürriyetini ilan edecektir, darısı baskı altında tutulan tüm kadınların başına. (MT/HK)