Meraklı yılanları andırır kuşkonmazların yerçekimine meydan okuduğu, osuruk ağaçlarının kızıl filizler patlattığı, hazır mamayla beslenip kısırlaştırılmış olmalarına rağmen kedilerin azdığı ve tüm engellere rağmen güzergâhları sabit kalmış leyleklerin tepemizden süzüldüğü dönemde adadan şehre inmek beni zorluyor.
Evet, İstanbul Film Festivalinde iddialı yabancı belgeseller yok değil, bir de iyi kötü, sansüre takılmamış, Türkiye'den çıkma belgeselleri de izlemek istiyorum.
Fakat başıma geleceklerden haberdar değilim: Neredeyse on gün boyunca bir şantiye halindeki İstiklal caddesine talim ediyorum, üstelik konsolosluklar bölgesinin tam ortasında misafir edildiğim için de güvenlik önlemlerinin enerjisine maruz kalmamam mümkün değil.
Yine de disiplinden feragat etmeden sebatla birçok belgesel seyrediyorum, son yıllarda adadan her ayrılışımdan sonra geri döndüğümde tatsız bir sürprizle karşılaşma korkusunu içimde taşıyarak...
Adadan ayrılırken
Geceleri adadan şehre inmek bende oldum olası bir kırıklık hissi yaratır. Nitekim floresan ışığıyla aydınlatılmış son vapur tenha olmasına rağmen, bazı turistlerin ajite olmuş çocukları sık sık ayağıma çarparak, tüm şirinliklerine rağmen beni zorluyor. Kabataş'taki megalomanik ve tehlikeli projeye girişildikten sonra Şehir Hatları gemilerinin Eminönü'ndeki adalar iskelesine yanaşmasına kısa zamanda alıştım. Hatta çirkin ve ruhsuz olsa da, yeni Galata Köprüsünden yürüyerek şehre ulaşmanın veya adaya dönerken Haliç'ten, tarihî yarımadanın kıyısından yola çıkmanın büyük bir şans olduğunu düşünüyorum.
Fakat o gece son vapur, kaldırım çalışmalarının altüst ettiği Eminönü'nün her zamankinden farklı bir iskelesine yanaşıyor ve daraltılmış parkurlardan şantiyenin içine bazıları pusetli turistlerle alelacele dalarken hepimiz tökezliyoruz.
İstanbul'da kalacağım süre için yanıma birçok kıyafet aldığımdan yanımda küçük de olsa bir bavul var, vapurdan çıkanları bekleyen taksilerden birine binmeye yelteniyorum; belli ki diğer şoförler gibi turist peşinde, Beyoğlu'na çıkmak istediğimi belirtince polis kontrolleri yüzünden yolun kapalı olduğu mazeretiyle beni götüremeyeceğini söylüyor. Asabımı bozmaya hiç niyetli olmadığımdan epey yürüyerek yoldan geçen bir arabaya biniyorum, herhangi bir güvenlik kontrolüne rastlamadan hızla Meşrutiyet Caddesine ulaşıyoruz.
Fakat İstiklal Caddesine çıktığımda başka şantiye barikatlarıyla karşılaşıyorum. Karşıya geçebilmek için Hollanda konsolosluğunun önüne kadar yürümem gerekiyor, telli polis barikatlarının arkasında polis arabaları ve zırhlı bir araç bekliyor. Konsolosluğun önünde siyah kıyafetlerini kuşanmış tüfekli güvenlik mensupları bir çember oluşturmuş, fakat hiç gergin değiller, hatta aralarında tatlı bir sohbet var, arada kahkahalar bile patlatıyorlar. Rus konsolosluğuna doğru ilerlerken oradaki yoğun güvenlik önlemlerini de fark edip evin sokağına sapıyorum.
Gayet yorgun olmama rağmen damperli kamyonların gürültüsünden, yuvarlanan koca koca cüsselerin gümbürtüsünden ve yüksek volümlü bağrışmalardan gece sık sık uyanıyorum, pencereden giren nemli ve kükürt aromalı hava da cabası...
Festival filmleri
Türkiye'de bir kesim insanın ötekileştirilip ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüğüne ve gerekli görüldüğü takdirde katledilebileceğine dair Ah adlı belgeseli Hollanda'nın başkentinde düzenlenen prestijli IDFA'da görmüştüm. Yönetmenliği Mustafa Ünlü'ye ait, 10 Ekim 2015 Ankara katliamı hakkındaki ibretlik yapım, İKSV'nin düzenlediği 36.İstanbul Film Festivalinin Ulusal Belgesel Yarışmasında yer alarak İstanbul seyircisiyle buluşmuş oldu.
Türkiye'de linç kültürünün yükselişine tanıklık eden bir diğer yapım, Kürt futbolcuların çoğunlukta olduğu Amedspor'a dair Yeşil Kırmızı adlı belgeseldi. Yönetmenliğini Ersin Kana'nın üstlendiği yapım bir futbol belgeseli gibi görünse de önyargı, ayrımcılık, ırkçılık, öfke ve şiddet konusunda tartışılmaz bir belge: Fanatik futbol seyircisinin Türk kökenli oyuncular dahil takıma yönelttikleri milliyetçi nefret bir yana, sportif değerleri ön planda tutması beklenen futbol camiası yöneticilerinin haksız yaptırımlarına da kanıt oluşturuyor.
Kadın futbolculardan müteşekkil Hakkâri Gücü takımı hakkındaki Üçüncü Bölgeden Hücum Varyasyonları adlı belgesel, yabancısı olduğumuz bir dünya ile bizi tanıştırdı. Yönetmen hanesinde Sedat Şahin ve Murat Adıyaman adlarını gördüğümüz yapımda erkek egemen bir spor dalında kadınların tabuları yıkarak kimliklerini gururla taşımalarına şahit oluyoruz. Kadının genelde ikinci planda kaldığı bir coğrafyadan özellikle kız çocuklarına cesaret ve ümit aşılayan kendine has karakterler, tüm engellere rağmen ayakları üzerinde durmayı sürdürüyor.
İşitme ve konuşma engelli oldukları için normalde toplum ve sistem tarafından dışlanan iki kardeş Toso ve Çao da, dışa dönük doğaları sayesinde hayata sımsıkı tutunmuş. Yönetmen Taylan Mintaş'ın kuzenleri olan kahramanlarımız Kars'a bağlı bir Kürt köyündeki zor şartlara ailenin kadın fertlerinin desteğiyle de direnirken bizi samimiyetle dünyalarına dahil ediyorlar. İşitme ve konuşma engelli insanların slogan attığı iddiasıyla tutuklanabildiği Türkiye'den, coşkusuna 86 dakika boyunca maruz kaldığınız Sessizliğin Kardeşleri renkli bir insanlık manzarası.
Festivalin ilk günü geceyarısına doğru eve giderken sokağın başının telli polis barikatlarıyla tamamıyla kapalı olduğunu farkediyorum, üstelik orada danışabileceğim bir güvenlik mensubu da yok. Eve nasıl gideceğim diye düşünürken barikatlarla sokağın köşesindeki Arter binası arasındaki daracık geçidi farkedip neredeyse sürtünerek İstiklal'den sokağa sızıyorum.
Azınlık psikozu
Varlıklarını daima arka planda tutmaya özen göstermiş, Türkiye Cumhuriyeti azınlıklarından Yahudiler, Kaybolan Bir Dil, Kaybolan Bir Mutfak adlı belgeselde baskılanmış seslerini duyurdular. Gönül, yönetmenliğini Deniz Alphan'ın kotardığı yapımda her vesileyle karşımıza çıkan Prof.İlber Ortaylı dışında, belki de cemaatten birilerine daha fazla söz verilmesini isterdi.
Festival sırasında özel bir gösterimle seyirci karşısına çıkan belgeselin Beyoğlu sinemasında gerçekleşen gösterimindeki coşku ve samimiyet, milliyetçi bir rejimde yeri olmayan ve hoşgörü kisvesi altında baskı altında tutulmuş bir toplumun kendini ifade etme ihtiyacının bir bakıma kanıtıydı.
Yüzyıllar boyunca direnmesine rağmen, "Vatandaş Türkçe Konuş!" kampanyalarının kurbanı olup utanılacak ve gizlice kullanılacak bir dil haline gelen Ladino'dan, İspanya ve Portekiz'de izlerine rastlanan Sefarad mutfağına ve müziğine şefkatli bir yolculuk yapmış olduk.
Bir zamanlar tabu vazifesi görüp azınlık ailelerinde bile konuşulmayan 6-7 Eylül 1955 olayları son yıllarda kitaplara ve filmlere konu olabildi. Yönetmen hanesinde adını gördüğümüz Nihan Arısoy'un psikanalitik bir çözümleme elde etmek üzere yola çıktığı Mana Mou İstanbul adlı belgeselde hadisenin kurbanları dışında konuya tıbbi olarak yaklaşan analistlere danışılıyor.
Sinema tekniği açısından iddiasını taşımakta zorlanan yapımda, örgütlenmiş kalabalığın azınlıklara yönelik talanları gerçekleşirken kullanılan Julius Fucik'e ait Entry of the Gladiators adlı esere diyecek yok. İçinde askerî marş öğeleriyle birlikte panayır coşkusunu da taşıyan beste, siyah beyaz fotoğraflarda yüzünde hınçla karışık müthiş bir haz okunan çapulculara layıkıyla eşlik ediyor, saldırıya maruz kalanların duygularını da ironik bir tavırla yansıtıyordu.
Anneleri saydıkları İstanbul'un kendilerini artık istemediğini düşünüp terk ettikleri vatanlarını bir daha ziyaret edememiş Rumlar'dan bahsediliyor filmde. Bir de azınlıklar dışında İstanbul'daki Türkler'in de günün birinde başlarına benzer şeyler gelebileceğine dair ilk defa korkmuş olduklarından…
"Adada birisi öldüğünde, Hıristiyan, Müslüman fark etmez, çanı çalıyorum, sonuçta adalıdır, gidene veda, yakınlarına saygıdır". Belgeselci Handan Erdil'in unutamadığı, Mihal Şişko'nun bir cümlesi. Kınalıada'da yaz kış ikamet eden son Rum hakkındaki Son Yaprak'ın ulusal belgesel yarışması kapsamında yapılan gösteriminde de yoğun anlar yaşandı. Mihal'in yardımcısı ve yoldaşı Ayşe duygulanarak konuşamadı, Mihal'in kızkardeşi Marika da abisinin vasiyetini yerine getirerek zangoçluk yaptığı kiliseyi ayakta tutmaya çalıştıklarını boğazı düğümlenerek ifade edebildi.
Gözümüzün önünde kaybedilmekte olan değerlere dikkat çeken yapımın yönetmeni Erdil bu vesileyle gönül borcu olduğunu belirttiği Beyoğlu Sinemasının Emek Sinemasıyla aynı kaderi paylaşmaması için hazır bulunanlardan destek istedi.
Bu arada evden sinemaya gidip gelirken bilhassa sabahları sokağımızın başında göz göze geldiğim bazı güvenlik mensuplarını artık tanıyor gibiyim. Gergin değiller ama dikkatli oldukları kesin. Bazılarıyla seviyeli selamlaşmalarımız başlamış durumda, ortam müsaitse "Kolay gelsin" diyerek yanlarından geçiyorum, ilk şaşkınlıklarını atlattıktan sonra teşekkür ediyorlar. İstiklal'deki inşaat da son hız devam ediyor, koca koca çukurlar açılıyor, bazılarının içine kamyon dolusu mıcır ortalığı toza dumana katarak boşaltılıyor. Yağmurlu günlerde su birikintileri ve çamurlu yüzeyler dışında en fenası, yayaların geçebileceği alanlar barikatlarla daraltıldığından, kalabalığın daracık koridorlara sıkışıp ritmimi yavaşlatması.
Ödüllü filmler
Ulusal Belgesel Yarışmasında yer alan Aşk Bitti adlı film için davetiye alırken festival görevlisi aramızdaki samimiyetten yola çıkarak "Karışmak gibi olmasın ama bugün herkes Manifesto için yer istedi, siz izlemeyecek misiniz?" diyor nazikçe. Yönetmenliğini Mert Kaya'nın üstlendiği, Gezi olaylarını Brezilya ile buluşturan belgeseli bir şekilde izlerim ümidiyle, seyretmekten çok zevk aldığım Cate Blanchett'ın 13 farklı karakteri canlandırdığı filme heyecanla koşuyorum. Aslında bir video enstalasyonu olan Julian Rosefeldt'e ait malzeme, görsel ve zihinsel, bitmez tükenmez bir ziyafet. Özellikle sanatın günümüzdeki tezahürlerini sorgulayan manifestolar birbirinden absürt mizansen ve taklitle ifade buluyor, usta oyuncu seyirciyi lunaparktaymışçasına oradan oraya savuruyor.
Ermeni soykırımından kurtulup Anadolu'da yaşamaya devam edebilmiş Ermeniler'den Derdo Ana'nın iki akrabasıyla kamera karşısındaki performansları da Lady Macbeth'teki Üç Cadı karakterinin cümbüşlü coşkusuna sahip. İKSV'nin düzenlediği 36.İstanbul Film Festivalinde en iyi belgesel ödülünü alan Serdar Önal'ın Derdo Ana ve Ceviz Ağacı adlı yapımı Türkiye'de ve bilhassa Anadolu'da Ermeni olmanın ne demek olduğunu layıkıyla yansıtıyor. Kocası öldürüldüğünde adaletin tezahür etmemesi sonucunda sekiz çocuğuyla Bitlis'teki köyünden İstanbul'a göç etmek zorunda kalan kahramanımız memleketine tekrar geri dönmeye karar verdiğinde kendine ait mülke sahip olabilmek için de 9 sene boyunca hukuk mücadelesi veriyor.
Bir zamanlar toprağa gömülmüş hazinelerin hayaliyle yanıp tutuşan komşularının göz koyduğu ceviz ağacı ve çevresini özenle korumayı sürdürüyor. Belgeselde irdelenen konular arasında kıyım sırasında ve sonrasında hayatta kalabilmek ve baskıdan kurtulabilmek için Müslümanlığa geçmiş olanlar var, son zamanlarda köklerini yadsımaktan vazgeçip Hıristiyanlığa dönüş yapanları da unutmamak lazım.
Lusin Dink, Ayşe Polat ve Erkan Aktuğ'dan müteşekkil jürinin mansiyona layık gördüğü Blue ise nostaljiye zaten meyilli biri olarak beni üniversite yıllarına, zaman tüneline girmişçesine döndürdü. Zengin arşiv görüntülerinin elde edilmesinde epey çaba sarfedildiği belli olan yapım son yıllarda seyretmekten zevk aldığımız müzik konulu yabancı belgesellerin seviyesine yaklaşıyor.
Yönetmenliğini Mehmet Sertan Ünver'in başarıyla kotardığı 100 dakikalık yapımın Beyoğlu sinemasındaki gösterimi sırasında seyircinin hararetli tepkilerine şahit olduk. Değerli müzisyenler Kerim Çaplı ve Yavuz Çetin'in ön planda olduğu, Blue Blues Band hakkındaki belgesel, kahramanlarının iç dünyalarına bir şekilde nüfuz etmemizi sağlarken 90'lı yıllardaki İstanbul müzik dünyasına geniş açılı bir bakış atıyor.
Festivale gerçek anlamda damgasını vuran ise bence Pınar Öğünç oldu: Pera müzesinde gerçekleşen Evbark adlı kısa filminin konusu içinden yol geçecek olan bir hanedeki fantastik değişimlerdi. Tesadüf o ki, Orhan Pamuk'un da hazır olduğu gösterim sırasında kentsel dönüşümden çoktan payını almış olması beklenen Odakule'den gelen matkap seslerine engel olunamadı, nezih müzenin sinema salonunda bir hayli rahatsız edici volümdeki inşaat sesi Sevinç Erbulak'ın sürüklediği parodimsi filme karıştı, memleket halleriyle bütünleştik...
Burgaz'a dönüş
Festival'in sonunu beklemeden, haftasonu ve referandum yoğunluğunun iyice arttığı İstiklal caddesinden kendimi adaya zor atıyorum ve inanmakta zorlansam da huzurlu Burgazada'da bile matkap, kepçe ve kamyon sesleriyle karşılanıyorum. Geçtiğimiz senelerde ortalama on günlük seyahatlerimden döndüğümde mesela, kışın inlerin ve cinlerin top koşturduğu, gayet sakin bir mahallede sessizliğin gece yarısı veya sabahın köründe bir güvenlik alarmıyla yırtıldığına şahit olmuştum.
70'li ve 80'li yıllardaki inşaat furyasında ya tamamıyla yıkılmış ve yerine apartman dikilmiş veya restorasyon kisvesiyle ucubeye dönüştürülmüş ahşap evlerle süslü adamızda, olduğu gibi muhafaza edilebilmiş bir köşkün bahçe duvarlarının yükseltildiğini, dikenli tellerle kuşatıldığını, güvenlik kameralarıyla donatıldığını da gördüm, sokağa açılan sade demir kapısının yerine yerleştirilen altın kulplu salon kapısıyla bahçesindeki büyükçe fil heykelini de.
Ya Büyükada ve Heybeli'ye göre adamızda örneklerine ender rastladığımız neoklasik tarzdaki güzelim ahşap köşkün bahçesinde, hafiften liken tutmuş beton merdivenlerin banyo fayanslarıyla kaplanmasına ne demeli? Eskiden özellikle mutfak ve banyolarda kullanılan mermer parçacıklı renkli karoların yerine, ıslandığında bir tuzak haline gelen son nesil fayansların döşenmesi engellenemez bir histeri halinde.
Küçücük Burgaz Adasına hâkim heyula gibi mezarlığın inşaatı sırasında, 2003'teki büyük yangın sonrası ekilip zar zor tutmuş bazı çam ağaçlarının yerlerinden sökülüp götürüldüğü esnada da yoktum. Mevzubahis mezarlığa ulaşan kısa yol dışında, adanın ta arkasından, yangından kurtulmuş ender orman alanlarından birinin içinden geçen asfaltı tekrar tekrar hatırlatmakta da fayda var. Adalardaki tüm toprak yolları potansiyel "karayolu" olarak görenlerin varlığını kim inkâr edebilir?
Bu yakınlarda seneler boyunca duvarları çatlamış halde bekleyen Burgazada vapur iskelesinin aniden yok oluşunu da kaçırdım, fakat şu andaki vaziyetten gayet memnunum ve yerine inşa edilecek yeni binanın mümkün olduğunca geç ortaya çıkmasını diliyorum. Şimdiki prefabrik binanın önüne monte edilmiş, geceleri gözümüzü aldığı yetmezmiş gibi gündüzleri de sık sık açık unutulup devletin masraf etmesine sebep olan projektör bize yetiyor!
Adaya bu son devamsızlığım sırasında vuku bulan hadise, evden çok da uzak olmayan bir mesafede, yıllardan beri atıl kalmış, bir zamanlar şebeke suyunun depolandığı su sarnıcının yıkımı.
Adanın ihtiyacını karşılayan suyun, denizin dibine yerleştirilmiş boru hattıyla ulaştığı zamandan beri kullanılmayan büyükçe sarnıcın tekrar fonksiyonel hale getirilmesini isterim tabii ki; ne de olsa elektriğin, doğalgazın, suyun kesilebildiği çağdaş İstanbul'da hizmete muhtaç pasif vatandaşlar olarak özellikle adada kendi imkânlarımızla hayatta kalma ihtimalimiz güngeçtikçe zayıflamakta!
İSKİ'nin paslanmaz çelikten yeni bir sarnıç yapmaya giriştiğini öğreniyorum, bu da demektir ki uzun süre adanın yüksek kesimlerine kamyonlar yine kum, çimento ve bilumum inşaat malzemesi taşıyacak, kepçeler kamyonlara hafriyat yükleyecek, kamyonlar atıkları taşıyıp bir yerlere yığacak, çimento çuvalları en başta olmak üzere çeşitli kirlilik unsurları ortalıkta uçuşacak.
Acaba sonumuz Yassıada'dan hallice olur mu? Oysa eski sarnıç nasıl da kamufle olmuştu!
SİT alanın ortasında stil açısından ada mimarisine ne kadar yakışacağı meçhul bir bina olma ihtimali bir yana yeni sarnıç acaba başka amaçlara da hizmet eder mi?
Tepeden inme kararlara karşı zayıf görünen küçük çaplı yerel yönetimler veya mülki amirler, en azından mevzubahis girişimlerin önüne iş tanımıyla ilgili bir tabela koydursalar fena mı olur?
Yoksa herkesin, Kristina Grozeva ve Petar Valchanov'un bol ödüllü Kol Saati'ndeki (Slava) demiryolu işçisi Tsanko misali, eline İngiliz anahtarını alıp gevşeyen contaları şahsen sıkması şart olamaz...(MT/NV)
Megaloman faşist D’Annnunzio, mütevazı komünist Berlinguer
Faşizan hezeyanlara kapılmış milliyetçi şair D’Annunzio ve Batı dünyasının en büyük komünist partisinin lideri Berlinguer hakkında, birbirinden çok farklı iki film.
İtalya edebiyatının en meşhur simalarından Gabriele D’Annunzio, yazarlığı, şairliği ve dramaturgluğuyla hatırlandığı gibi, asker, siyasetçi, gazeteci, hatta vatansever kimliğiyle de kayıtlara geçmiş, sansasyonel bir vaka.
Fiume veya ölüm! (Fiume o morte) adlı belgeselde bir lejyonerler grubunun başına geçerek Fiume kentini işgal edişine şahit oluyoruz.
Yönetmen ve senaryo yazarı hanesinde adını gördüğümüz Igor Bezinović 2025 Hırvatistan yapımı 112 dakikalık filmde bizi 1919 - 1921 seneleri arasında 16 ay sürmüş tuhaf işgale mizahla dahil ediyor.
Kentin İtalyan döneminden kalma çok küçük bir azınlığı hâlâ barındırmakta olan şimdiki adıyla Rijeka, bu saçma sapan anekdotu mazisinden silmeye çalışsa da Uluslararası Rotterdam Film Festivalinden iki ödülle çıkmış şirin belgesel sayesinde tarih adamakıllı kurcalanmış oluyor.
Fakat filmin klasik anlamda bir tarih belgeseli olduğunu sanmayın!
Faşizmin hem İtalya’da, hem de tüm gezegende tekrar yükselişe geçtiği günümüzde megaloman D’Annunzio’nun gülünç macerasıyla resmen dalga geçiliyor. Kendilerine gülünmesinden, mizahtan ve ironiden asla hazzetmeyen faşistlerin zavallı haline bakıp eğlenmekten başka ihtimal var mı?
Filmde savaş simsarı D’Annnunzio’nun büyük tiyatro oyuncusu Eleonora Duse dahil, kadınları baştan çıkarma maharetinden ve onlarla sansasyonel aşklar yaşamasından da bahsediliyor. Zevkine fazlasıyla düşkün taşkın karakterin mütemadiyen kullandığı uyarıcı madde kokain.
Barbarlar olarak aşağıladığı bölgedeki Balkan halklarını ırkçı D’Annunzio’nun ezmeye girişmesi, işgalin eski Yugoslavya coğrafyasında faşizmin ilk mühim icraatlarından biri olarak algılanmasına yol açmış.
Uluslararası güçlerin kontrolü altındaki Fiume’nin İtalya’ya tekrar bağlanması gerektiğini savunan D’Annunzio’nun bir süre sonra kendi devleti tarafından bile inkâr edilmesinin ve çılgın misyonunu sona erdirmesi yönünde uyarılmasının narsist kahramanımıza ağır geldiğini tahmin edebiliriz şüphesiz.
O dönemde Fiume’yi ziyaret etmiş olanlar arasında faşizmi resmen başlatmak üzere olan genç Mussolini’nin de adı geçiyor. Milliyetçi dava adına gaza gelip Fiume’ye koşan birçok asker adayının kendilerine ve mevzubahis kepazeliğe faydaları pek olmamış ya, neyse…
Yeterince çılgın olmasa da belgeselin oyuncaklı diline kendimizi rahatça kaptırıp şaklaban İtalyan’ı hatırlayan ve hatırlamayan Rijekalı vatandaşlarla tanışıyor, amatör oyuncularla gerçekleştirilmiş canlandırmalara memnuniyetle eyvallah diyoruz; çekim dinamiklerini kusurları, tekrarları, kazalarıyla izleyip kentin hem mazisini hem de bugününü, mümkün olduğunca derinden, mizah yoluyla tanımaya çalışıyoruz.
Meselesini samimiyetle işleyen eğlenceli belgeselde altı çizilen dinamiklerden biri, işgal sırasında
D’Annunzio’nun adı verilmiş sokaklara, meydanlara ve kurumsal binalara Hırvatistan devletinin başka isimler yakıştırmış olması. Oysa İtalya’da bu garip askerî operasyonla alakalı mitoloji muhtelif yer adlarıyla yaşatılmaya devam ediliyor.
Ya İtalya’nın resmen rezil olduğu birçok dinamikten birine şaşaalı imzasını atmış D’Annunzio’nun heykelinin 1919’un yüzüncü yıldönümünde, Rijeka’ya komşu Trieste şehrinin Borsa meydanına dikilmiş olmasına ne demeli? Derin devlet propagandasıyla milliyetçilik kurbanı olmuş Trieste’nin günümüzdeki sağcı belediye başkanı RobertoDipiazza’nın öncülüğünde gerçekleştirilmiş bu garip hareketin İtalya ile Hırvatistan arasındaki diplomatik ilişkileri bir kez daha gerdiğini hatırlamakta da fayda var.
Uzlaşmacı komünist
Roma Film Festivalinde en iyi aktör ödülünü ElioGermano’ya kazandıran Enrico Berlinguer karakteri için ise D’Annunzio’nun tam tersi diyebiliriz. %25’lik oy oranı, bir buçuk milyon üyesiyle Batı Blokunun en büyük komünist partisi sıfatını hak eden İtalya Komünist Partisinin mütevazı başkanı Berlinguer, Büyük emel (Berlinguer – La grande ambizione/The great ambition) adlı biyopik filmde masaya yatırılıyor.
Antropolojik bakış açısıyla takdir toplayan AndreaSegre’nin elinden çıkma 2024 İtalya-Belçika-Bulgaristan ortak yapımı 95 dakikalık film bizi 1973 - 1978 seneleri arasındaki döneme layıkıyla taşıyor. Berlinguer’in bazılarına ütopik gelebilecek büyük emeli, sosyalizmi demokrasiyle aynı potada eritmekti. Özveride bulunarak anlaşmak durumunda olduğu parti ülkeyi yıllardan beri yöneten Hıristiyan Demokrasi Partisi olunca işinin ne kadar zor olduğunu anlamakta zorluk çekmezsiniz!
Filmde aklıselim Berlinguer’i siyasi faaliyetleri dışında özel hayatında, eşi ve çocuklarıyla vakit geçirirken de izliyor, ciddi ve disiplinli olduğu kadar iyi huylu ve şefkatli bir insan olduğunu da apaçık görüyoruz.
Fakat Berlinguer, ülkeyi sosyalizm ve komünizmden “temizlemeye” ant içmiş ABD güdümlü Batı blokunun Gladyo’su bir yana, dogmatik Doğu blokuna da yaranamıyordu.
Filmdeki ilk çarpıcı sekansların birinde Berlinguer’i, Jivkov yönetimindeki Bulgaristan’a yaptığı resmî bir ziyaret sırasında suikastten kıl payı kurtulurken izliyoruz.
Öngörülü Berlinguer Allende’nin başına gelenler İtalya’da yaşanmasın diye çabalarken, normalde partiye destek olmuş Moskova’yı ziyaretleri sırasında da en az alkışlanan liderlerlerden biri haline gelmişti.
Filmde, din güdümlü muhafazakâr İtalya’da boşanmayı mümkün kılan kanun geçtikten üç sene sonra iptal edilebilmesi için hükümetin düzenlediği manevramsı referandumun komünist parti faaliyetleri sayesinde bertaraf edildiğini de görüyoruz.
Nümayişlerdeki “Aile köleliktir!” sloganı en akılda kalıcı sloganlardan biri.
Siyasal olarak gayet canlı dönemde filmin kahramanını fabrikalarda işçilerle, sendikacılarla, sokak ve meydanlarda nümayişçilerle kol kola izliyoruz. Projesinde başarıyla ilerlemesi FİAT imparatoru Agnelli gibi ülkeye yön veren güçlü sanayicilerle görüşmelere ve karşılıklı istişareye bile yol açıyor.
Hürriyet, eşitlik ve demokrasi bayrağını azimle taşımaya devam eden Berlinguer, ayrıştırma yoluyla zedelenmek istenen birliğin gücüne inancını daima koruyor. Kapitalizmle özdeşleşen rekabetin yerine sosyalizmin dayanışma gücünü öneriyor. Toplumdaki sınıfsal problemlerin bilhassa çalışanların lehine çözülmesi gerektiğini ısrarla ifade ediyor.
Fakat ne yazık ki bir taraftan Gladyo, bir taraftan da filmde Doğu blokunun maşası olarak tanıtılan Kızıl Tugaylar, İtalya Komünist Partisinin programını aksatıyor ve Hıristiyan demokrat Aldo Moro’nun öldürülmesiyle de Berlinguer’in planları suya düşmüş oluyor.
Filmin senaryo yazarı hanesinde de adı geçen tecrübeli sinemacı Andrea Segre memleketinin mühim bir dönemini hakkıyla irdeliyor. İtalya’nın neo-liberalizme teslim olmadan önceki son ümitli zamanlarının ışıltısını yansıtırken bunu cilalı, romantik veya nostaljik bir tavırla değil de, bir belgesel hakikatine yaklaşır biçimde gerçekleştiriyor. Mesela dış ülkelerde Berlinguer’e tercümanlık yapan kişilere ve genel manada tercümanlık mesleğine hürmet göstererek, seyircinin anlamadığı bir dilde sarfedilmiş sözlerden sıkılma ihtimaline rağmen altyazıya yer vermiyor, dolayısıyla içerik tercümanın ağzında dillendiği zaman anlaşılıyor.
Filmde dönemin çarpıcı arşiv görüntüleri canlandırma sekanslarına zarafetle yedirilirken Berlinguer’in her yerde sık sık tekrarladığı bacak jimnastiği hareketleri veya memleketi Sardunya Adası denizlerinde ailesiyle yelken sefaları gibi anekdotlar da biyografik anlatıya güç katıyor.
Adil bir toplum şiarını ön planda tutarak yoluna dirayetle devam etmiş olan Berlinguer’in hayalleri İtalya’nın kanlı “kurşun yılları”nda ne yazık ki yavaş yavaş buharlaştı; günümüzde faşizmle arasına pek mesafe koyamayan Meloni İtalya’sına kadar varmamız tesadüf değil mi yoksa?
Berbat mı bilmem ama kuir bir anne: BBA Merve Özcan!
Norm bozan, ‘kutsal’ olana ‘berbat’ diyen, seyircisini kız kardeşlik gücüyle örtük bir direnişe davet eden, alternatif kimlikleri görünür kılmaya çalışan seti ve podcast programıyla: Sen kuir bir annesin Merve Özcan!
Merve Özcan’ın aynı isimli podcast’inden sahneye uyarlanan bu tek kişilik performansı izlerken, daha onuncu dakikada bu yazının başlığını telefonuma not ettim: kuir bir performans! Önce Merve Özcan’ı takdim edelim, sonra da “kuir performans” kavramını ve BBA ile bağlantısını konuşalım.
Merve Özcan, iç içe geçmiş, örülmüş ve şaşırtıcı bağlantılarıyla girift bir setle sahneye çıkıyor. Bekârlar-evliler, parlamenterler-her şeye muhalif olanlar, çocuklu hayat-çocuksuz dün, annelik-babalık, flörtözlük-Konya Ovası’nda yüzüne bakacak adam bulamamak gibi kentli çatışmaları, kıvrak sahne enerjisi ve dinamik komedi zamanlamasıyla seyirciye sunuyor.
Stand-up izlemeye Seda Yüz ile başlamış, ardından kendimi Merve Özcan’ın sahnesinde bulmuştum. Stand-up’a pek aşina olmadığım için yazımı, performansın hissettirdikleri ve politik yükü üzerine kurmak istiyorum. "Berbat Bir Anne" ismi başlı başına provokatif.
Bilet alırken, podcast’i açarken, hatta bu yazıyı yazmaya karar verirken bile insanı harekete geçiren bir çağrışım gücüne sahip. Özcan, bir röportajında programının adını, kendisine sorduğu “Ben berbat bir anne miyim?” sorusundan hareketle koyduğunu söylüyor. Bu soru, kendiliğinden bir cevap doğuruyor. O cevap da, bu soruyu sorduran toplumsal kodlara, annelik/babalık mitlerine ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklı yük ve sorumluluklara usul usul yükselen bir orta parmak gösteriyor.
Özcan, toplumun ona sorduğu ve kendi sesinden duyduğu bu sorudan yola çıkarak onlarca podcast bölümü ve sahnede bir set üretiyor. Ama burada yalnızca annelik rolleri veya biçimlerinden bahsettiğimizi sanmak yanıltıcı olur. BBA’nın karşısına aldığı asıl muhatap “erkeklik”.
Bu, yalnızca bir cinsiyete ait olmaktan öte, erk sahipliğinin kurumsallaştığı, erkek olmaya dahi gerek duymayan, salt iktidar talebiyle şekillenen bir ‘fikir’.
Merve Özcan, set boyunca bu fikre karşı net bir pozisyon alıyor: “Hmm… Bence bu o kadar da iyi bir fikir değil.” diyor. Gösterinin metni, podcast formatında alıştığımız içten ve doğal anlatımı sahneye başarıyla taşıyor. Ancak en dikkat çekici nokta, Özcan’ın seyirciyle kurduğu doğrudan ve samimi iletişim. Gösteri tek kişilik olmasına rağmen, bu bağ sayesinde son derece etkileşimli ve katılımcı bir hal alıyor. Salondan çıkarken, sanki birlikte Moda’da yürüyüş yapmışız ya da uzun bir günün ardından iki arkadaş olarak koltuğa yayılıp biralanmışız gibi bir hisle ayrılıyorum. Kız kardeşlik duygusu ve gücüyle.
Stand-up’ta bu hissi yakalamak zor, ama Özcan bunu başarmış. Erkek izleyicilerin tepkisi de bir hayli ilginç. Ataerkil düzenin sunduğu konfor alanından pek çıkmamış olanlar için, Merve Özcan’ın söyledikleri şoke edici olabilir. Ancak mizahın alt metni, farkındalığı kaçınılmaz hale getiriyor ve en büyük sarsıcı etkiyi yaratıyor.
Bu da gösterinin yalnızca kadınlara hitap etmediğini, toplumun her kesimine ulaşabildiğini kanıtlıyor. Ve gelelim, bu performansı neden “kuir” olarak nitelediğime… Kuir performans, toplumsal cinsiyetin ve seks pozitif anlatının sahnede, gösteride veya gündelik yaşamda nasıl ifade edildiğini inceleyen bir kavram. Judith Butler’ın “toplumsal cinsiyetin performatifliği” teorisinden ilham alarak, cinsiyet kimliklerinin veya rollerinin sabit olmadığını, aksine akışkan, özdeşliğini farklılıktan kuran bir performans ile inşa edildiğini vurgular.
Özcan, ‘boşanmış bir kadın olmak’, ‘çocuklu bekâr bir kadın olmak’, ‘çocuklu, boşanmış ve cinsellik konuşabilen bir kadın olmak’ gibi kadına yüklenen rolleri aynı eksende ele alıyor. Onları eğip bükerek, sistemin tanıdığı kadın ve anne olmayı reddediyor.
Norm bozan, ‘kutsal’ olana ‘berbat’ diyen, seyircisini kız kardeşlik gücüyle örtük bir direnişe davet eden, alternatif kimlikleri görünür kılmaya çalışan seti ve podcast programıyla: Sen kuir bir annesin Merve Özcan!
Önümüzdeki günlerde gerçekleşecek olan gösterilerin tarihleri için IG @merveozcanakabba hesabını takip edebilirsiniz.
Hukuk öğrencisi, aynı zamanda toplumsal cinsiyet eğitmeni. Nesin Sanat Köyü ve Nesin Köyleri Derneği’nde gönüllü faaliyetler yürüttü. Sanatta Yeterlilik dersini informel olarak Prof. Dr. Zeynep...
Hukuk öğrencisi, aynı zamanda toplumsal cinsiyet eğitmeni. Nesin Sanat Köyü ve Nesin Köyleri Derneği’nde gönüllü faaliyetler yürüttü. Sanatta Yeterlilik dersini informel olarak Prof. Dr. Zeynep Sayın'dan alıyor. Biletinial isimli biletleme firmasında tiyatro eleştirmenliği, senarist-yönetmen Deniz Akçay’ın senaryo grubunda hikaye asistanlığı yapmaktadır. İleriye dönük hedefi ise Avrupa'da ‘barış ve çatışma çalışmaları’ alanında akademik çalışmalar gerçekleştirmek ve kendi yazdığı metinleri yönetmek.