Gezegen çapında tanınan duayen sinema eleştirmeni Nick James, genelde Yeşim Tabak'ın sorularına cevap verdiği panelde bir ara gözyaşlarına mani olamamaya başlamıştı. Tamam, mevzu internetin ortaya çıkmasıyla bir dünya kardeşliğinin mümkün olduğunu düşündüğü yıllara dairdi, yerkürenin düşmanlık ve agresyonla dolu günümüzdeki haline bakıldığında müthiş bir hayal kırıklığıyla karşı karşıya kalması normaldi.
Fakat belirli bir yaştaki bir İngiliz centilmeni olarak, zevkli ve eğlenceli geçmekte olan bir panelde sesi titriyor, duygularına bir türlü gem vuramıyordu. Tabak, zaten bitmeye yakın gibi görünen paneli ustalıkla sona erdirdi, James'i teskin ederek hepimizin kendisiyle hemfikir olduğunu belirtti, duygu yoğunluğu yaşayan tecrübeli eleştirmeni teselli etmek zordu. Oysa saygın misafir daha önce Ayvalık'ta olmaktan dolayı ne kadar mutlu olduğunu ifade etmişti…
Geçen sene birincisi yapılan Ayvalık Film Festivali'nden hatırlıyorum, Soğuk Savaş veya Kefernahum gibi sonradan çeşitli kusurlarını irdeleyeceğimiz filmlerden birer paçavra halinde çıkmış, gayet ağır duygusal süreçlere gark olmuştuk. Oysa hepimiz ta eski festivallerden hatırladığımız samimi atmosfer içinde, birbirine yürüme mesafesindeki mütevazı salonlarda film seyrediyor, Ayvalık'ta olmaktan gayet memnun olduğumuzu belirtiyorduk.
Acaba kaotik şehirlerin gümbürtüsünden uzak, nispeten sessiz kasabada içimizdeki sesi duyacak kadar huzura mı kavuşmuştuk? Sinirsek kontrol mekanizmasının boyunduruğundan kurtularak, duyguların doludizgin yaşanabildiği başka bir boyuta mı geçmiştik? Etrafımız yüksek beton bloklar, TOKİ'ler, AVM'lerle çevrili olmadığı için insanca bir etkileşim içinde miydik?
Savaş klasiği
Bu sene de gösterim öncesi hakkında hiç bir şey bilmediğim eserlerden Uzun Kız (Dylda/Beanpole) beni derinden sarstı. Aslında günümüzde çekilebileceğini hiç düşünmeyeceğim, adeta bir Rus edebiyat klasiğinin uyarlamasıyla karşı karşıya kaldığımı sandım.
Cannes'ın Belirli Bir Bakış bölümünde FIPRESCI ödülüne layık görülmüş, ayrıca en iyi yönetmen payesini kapmış Kantemir Balagov imzalı 137 dakikalık eser, savaşın ağır faturasını ödemek zorunda kalmış insanlara girift bir senaryoyla eğiliyordu.
Kimi yakınını kaybetmiş, kimi sakat kalmış, kimi asla iyileşmeyecek arızalarla savaş alanından kurtarılmış insan, Leningrad'daki bir hastanede hayatta kalmaya çalışıyor, İkinci Dünya Savaşı'nın ağır travmasıyla cebelleşiyordu. En başta fimin esas kahramanı Viktoria Miroshnichenko olmak üzere tüm kadro oyunculuğuyla büyülüyor, ışık yönetimi ve kurgu, ustalıkla kotarılmış bir trajediye şahit olduğumuzu hissettiriyordu.
Ayvalık'ta bazıları derme çatma, pek azı da tarihi yapısına uygun restore edilmiş Rum binalarının yanında terk edilmiş, yıkılmakta olan binanın çokluğu bizim savaş geçirmiş bir coğrafyayla özdeşleşmemize mi sebep oluyordu? Göç etmek zorunda kalmış Rumların acılarıyla empati mi kuruyorduk?
Oysa birkaç sene öncesine kadar Ayvalık'ta bir elin parmağı kadar olan kafelerin tescilli sayısı 50'yi geçmişti; ortalık butik otelden geçilmiyordu, her şey ne kadar da güzel olacaktı!
Şu Ayvalık da, yeni Bodrum veya yeni Çeşme haline ne zaman gelecekti?
Burası Cennet Olmalı
Yoksa Ayvalık'a da Filistin'li Elia Suleiman gibi muzip bir yönetmen mi lazımdı?
Yılların ustası Burası Cennet Olmalı (This Must Be Heaven) ile, ironiyi hiç elden bırakmadan bizi memleketinden Fransa'ya, oradan da New York'a sürüklüyor. Filistin'deki absürtlük seviyesini abartılı bir kilise sahnesiyle bize sunarken, Fransa'da özellikle güvenlik kuvvetlerinin uğraşmak zorunda olduğu basit dinamikleri gözümüze sokuyor.
Memleket arayışındaki kahraman rolünü kendine biçmiş olan kara mizah ustası Suleiman, hayat mücadelesi vermekte olan ülkesindeki, halkın trajik vaziyetini filmine katmasa da, insanlarının ulaştığı alegorik duygu durumuna parmak basıyor. Paris'teki bir kafede oturup geleni geçeni incelerken moda dergisinden fırlamış havalı kadınların arasına, duygusal bağ içinde olduğu Yasmine Hamdan'ı katmayı da ihmal etmiyor.
Konforu gayet yerinde görünen Batı dünyasında ihtişamlı atların tören geçidinin hemen peşinden giden yol temizleme makinesini de izliyoruz. Onlarınki gayet efektif biçimde çalışıp okkalı at dışkılarını anında emerken, bizimkiler, özellikle İstanbul adalarında neden tozu dumana katıp huzurumuzu kaçırmaktan başka işe yaramıyor?
Mevzubahis araçların Ayvalık'taki Arnavut kaldırımlı sokaklarda işe yaramayacağı kesin, acaba yeni belediye başkanı her yeri asfaltla mı kaplasa? Hizmet aldığımızı gözümüze ve kulağımıza soka soka hatırlatan o araçlardan birkaç tanesi fiyakasına fiyaka katmaz mı? Arabalar günbegün arttığına göre, özellikle eski gümrüğün oradaki park kaldırılacağına, deniz biraz daha doldurularak acaba alanı genişletilmeli mi?
Festival sözkonusu olduğunda havalandırma hususunun Ma'adra binasında da halledildiğini görmekten ayrıca mutluyduk. Dışarıda hava çok sıcakmış gibi, sonbaharın artık geldiğini kabul etmeyen tişörtlü bazı seyircilerin kendi inisiyatifleriyle kalkıp havalandırmayı söndürmelerine ne demeli?
Ayvalık kesinlikle içinde geniş bir sinema salonuyla donatılmış, çok amaçlı bir kültür merkezine bir an önce kavuşmalı!
Sonsuzluk Üzerine
Yoksa Ayvalık'a Roy Andersson gibi, daha ciddi bir yönetmen mi gerekiyor acaba? Ne de olsa son filminde üç genç kadının dansla eşlik ettiği çok sesli halk şarkısının Türkiye'de en çok sevilen marşların birine ilham verdiği anlaşıldı. Ayrıca İstiklal Marşı megafondan her Pazartesi sabahı ve Cuma akşamı tüm kasabaya duyurulduğunda "Hazırol"a geçen insanların sokakta donakalması tam Andersson'luk sayılmaz mı?
Usta sinemacının bize minimalist bir dille sunduğu coğrafya profili belki de Ege'nin güneşine kavuşunca neşelenir ve daha mutlu insanların coşkun duygularıyla karşı karşıya kalırız.
Mesela iki kocaman atın sırtında Ayvalık merkezinde dolaştırılan iki sünnet çocuğunun yüzündeki gurur ve tasa karışımı gülümseme, unutulmaz karelere dönüşmez mi?
Köylerinden gelip kasabanın en işlek, kalabalık ve gürültülü noktalarına çömelmiş, kekik, karabaşotu, adaçayı, ekmek veya kış inciri satan kadınlardan müteşekkil kartpostallara ne demeli?
Birbirinden ilginç karakterlerle renklendirilmiş, Türkiye'de artık nesli tükenmiş oluşumlardan Ayvalık belediye bandosunun coşkulu performanslarını da unutmamak lazım.
Derdi zaten duygularını yitirmiş bir toplumu yansıtmak olan ve son filminde Korkunç İvan veya Hitler gibi kötü karakterleri de trajikomik tablolarına dahil eden Andersson'un, Ayvalık ve çevresindeki göçmen trajedisine de kayıtsız kalacağını sanmıyorum.
Türkiye ile Avrupa arasındaki, ne idüğü belirsiz anlaşma sallantıya girdiğinden beri göçmen sayısının 2015'i hatırlatan yoğunlukta arttığı, AB'nin muhtelif ülkelerinden müteşekkil FRONTEX filosunun vaziyeti idare edemediği, Türkiye Sahil Güvenlik kuvvetlerinin de ellerinden geldiğince duruma müdahale etmeye çalışmasına rağmen başarıya ulaşamadığı gözlemleniyor.
Gözü dönmüş insan kaçakçılarının buldukları her türlü deniz aracına göz koyup faaliyetlerine alet etmeye çalıştıkları söyleniyor. Ayvalık kanalından çıkıp adalara ulaştığınızda özellikle gece trafiğinin yoğunluğu karşısında şaşkınlık içinde kalma, denizin dibinde çanta, kıyafet, hatta cesetlerle karşılaşma ihtimaliniz yüksek!
Parazit
İnsanların bu gezegenin parazitleri olduğu kesinleştiğine göre Altın Palmiyeli Parazit'in (Gisaengchung/Parasite) vaziyetimizi coşkuyla betimlediğini söyleyebiliriz. Fakat Bong Joon-ho'nun belki fazla didaktik bulunacak, günümüz toplumun her kesiminden sinir bozucu hırs manzaraları sunan ve uzun süre boyunca seyirciye kolay çözümler sunan filmin meselesi daha çok sınıflar arasında oluşan parazitlik durumları.
Sonuçta her zaman, her yerde olduğu gibi Kore'de de birileri sefaletle boğuşurken birileri lüks içinde ferah bir yaşantı sürdürmektedir. Tufan gibi çevre krizleri filmde de yoksulları vurur. 132 dakikalık uzun bir film olduğu için usta sinemacı konuyu epeyce uzatıp seyirciyi avucunun içine alıyor, sonradan dayak yemişe çeviriyor. Bu sadece barındırdığı şiddet sahnelerinden değil, insanın acımasızlığını dışa vurduğu, hayat mücadelesi içinde neye dönüşebileceğimizi hatırlattığı için.
Varsılların sarayımsı villasına sızmış olan yoksul ailenin karşısına çıkan, evin bodrumunda uzun süreden beri saklanmış hayaletimsi adam, sanki parlak bir imajın altında saklanan kirli çamaşırları temsil ediyor de denebilir. Aslında bu durumdan orada oturan zengin aile sorumlu değildir, hatta ufak erkek çocuklarının travmatik olmasının sebebi de yıllar önce karanlıkta karşılaştığı bu hayaletimsi siluettir.
Ayvalık'ta bir gece seansından çıktıktan sonra normalde beslendiğim yerlerin hepsi kapalı olduğu için Ayvalık tostu çarşısına uğrayıp festival sırasındaki tek tostumu yemiştim. Arabaların, gece daha seyrek de olsa vızır vızır geçtiği ana caddeye burun kıvırıp ara sokaklara daldığımda, son yıllardaki soylulaştırılmış Ayvalık imajının aslında fazlasıyla kısmi olduğunu farkettim.
Tamam, bazıları kara para aklamak üzere göstermelik bir sürü müessese cilalı bir imaj sergilemeye çalışıyordu fakat hiç aydınlatılmamış dar sokaklara saptığımda manzara adeta gotikti. Son lodos fırtınasından beri bir türlü temizlenemeyen çamur ve taşmış lağımların kalıntıları üzerinde sessizce yürürken bir birikintiye basınca ürperdim. Kimbilir gün boyunca seyrettiğim filmlerden içimde ne tortular kalmıştı; yoksa Rumlar giderken lanetli hayaletlerini geride mi bırakmıştı?
Bunu gelecek sene, festivali coğrafyaya daha da uyumlu biçimde düzenleyecek organizatörler sayesinde anlayacağız umarım… (RL/AS)