* Not: Ezdilere Yezidi denilirdi ama Şengal katliamıyla birlikte Ezidi denilmesi gerektiğine dair bir kanı oluşturulabildi. Ben Ezdi diye yazıyorum. Doğal olarak kafa karıştırıcı bir durum bu. Bana sorarsanız aslında bütün yazım şekilleri doğrudur ama cemaat kendisine her zaman Ezdi demiştir. Onun için ben de cemaatin kendi ifade şekli ve telafuz ettiği fonetik gibi yazıyorum. Uzun lafın kısası: Ezdiler kendilerini hem Ezdi olarak bilir hem de Ezdi olarak tanıtır. Ezdi kavramı cemaat içi bir tanımlamadır.
Bu yazı, sevgili arkadaşım Nurcan Baysal’ın “73. Ferman, Katliam ve Kurtuluş” olarak kaleme aldığı kitabın etik değerine sadık kalarak, Ezdi cemaatinin belleğindeki fermanların anlamına vurgu yapmak için kurgulandı. Dolayısıyla öncelikli olarak, yaşanmış katliamların Ezdilerin tarihsel belleğinde neden ferman ve 72 ferman olarak yer ettiğini anlatmalıyım.
Ezdiler, çok uzun zaman boyunca olup bitenlere bir anlam ve isim veremediler diyebiliriz; veremediler, çünkü olanlar salt onlara karşı uygulanan bir felaketti ve bu, yetkili birimlerce onlar için düzenlenmiş resmi fermanlardan feyz alıyordu. Yaşanan dehşet verici olaylar resmi bir fermana dayandığı için de halk arasında yalnızca ‘ferman’ dendiği tahmin edilmektedir. Zira, insanlığa dair hiçbir söz tam olarak tarif edememiş ve dehşetin büyüklüğü karşısında resmi bir “kanun tebligatı” olan fermanın kendisini kullanmışlardır. Ezdilerin dünya tasavvurundaki hiçbir sözcük yaşananları tarif etmek için yeterli olmamış, hiçbir anlatı acıyı tam olarak ifade edememiş ve hiçbir söz bu insanlık suçunu tanımlayamamış olduğu için Ferman’a ferman demişlerdir. Lakin bu konuda son söz halen söylenmemiştir.
3 Ağustos 2014 tarihinde Şengal’de meydan gelen son soykırıma dek, Ezdi cemaati içinde 72 fermandan söz edilmekteydi. Ezdilerin toplumsal tarihinde ferman, katliam ve soykırım yerine tercih edilmiş yakıcı bir tanımlamadır. Kırım, katliam veya soykırım yerine hangi sebepten ötürü böyle bir adlandırmayı seçtikleri konusunda tam olarak bir fikir sahibi olunduğunu düşünmüyorum, çünkü yazılı kaynaklara yansımış fermanların, tam olarak kaç kez olduğu da bilinmemekle beraber, 72’den az olduğu tahmin edilmektedir. Ancak, sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktarılan kıyımlar, bir sonraki kuşağa katlanarak anlatılmış olabilir. Ezdi cemaatinin inanç kozmogonisini iyi bilen birinin, söz konusu 72 rakamıyla ilgili düşüneceği ilk şey, Ezdilerin günlük dini ritüellerinde 72 milletle kurdukları ilahi muhabbettir. Çünkü Ezdiler, dini inançlarına göre 72 millete de aynı nazarla bakarlar ve sabah dualarında avuçlarını açıp, evreni aydınlatan güneşe önce hemhâl olan 72 millet, sonra kendileri için dua ederler. Buradan hareketle, akla en yatkın gelen görüş “72 milletten gelen, 72 fermandır”. Bu nedenle 72 rakamı, günlük ibadetlerinde aynı nazarla baktıkları bu 72 milletin, her birinin temsili olarak kendilerine bir ferman uyguladıkları serzenişidir. Ezdilerin bu algı dünyası bile, kendilerini ne denli kimsesiz ve savunmasız hissettiklerine dair hazin bir izamdır.
Ezdiler, maruz kaldıkları saldırılara katliam, kırım ya da kıyım değil de ferman diyerek, aynı zamanda katliamların sorumlularına da işaret etmenin bir yolunu bulmuşlardır. Bu durum her ne kadar bilince çıkarılmış olmasa da, burada katile dolaylı bir gönderme vardır. Belki de, bu bilgiyi taşımayacağı için katliam kelimesi özellikle tercih edilmemiştir. Hükümdarın resmi ve yazılı emri olan ferman, Ezdilerin toplumsal tarihlerinde, sürgün ve kırımı anlatan tek kelimedir. Çünkü maruz kaldıkları her bir kıyım, Osmanlı otoritesi tarafından yazılı olarak eyalet beylerine, oradan da sancak beylerine bir fermanla iletilir ve buna uygun olarak kıyımlar yapılırdı. Söz konusu fermanların ancak 16. yüzyıldan itibaren, yazılı tarihe de girmeye başladığını söyleyebiliriz. Ezdilerin Osmanlıyla karşılaşmaları muhtemelen bin yılların başına denk gelmektedir. Tanışmaları ise Ezdilerin talih ve tarihinin tersine döndüğü on altıncı yüzyıldaki Osmanlı hâkimiyeti ile olmuştur. O zamana kadar çok renkli ve hoşgörülü olan Mezopotamya’daki hayat, yerini fanatik-dindar ve katı bir zihniyet dünyasına bırakmıştır.
Çok sayıda dini veya kültürel cemaat yerlerini terk etmek zorunda kalmış veya bazıları tamamen yok edilmiştir. Yerel halklar ve kültürler düşüşe geçtikçe, içinde yaşayan inanç cemaatleri de zarar görmüş, kültürel ve dini farklılıklar yok olmaya başlamıştır. Giderek hâkimiyetini mutlaklaştıran Osmanlı, İslamiyet’in “kâfir” nitelendirmesine sadık kalarak “Ehli al-Kitab” olmayan bütün inançlara karşı amansız davranmaya hiç ara vermemiştir. Bu nedenle Ezdiler de, Osmanlı hukuk sistemi içinde kendilerine hiç bir zaman yer bulamayarak dışlanmış, fermanlara tabi tutulmuş ve çoğu zaman İslam’a döndürülmeye zorlanmışlardır. Bu yüzden Evliya Çelebi’nin “Saçlı Dağın Hikâyeleri”nde aktardıkları, akla ziyan diyebileceğimiz bir vahşetin anatomisini canlı bir şekilde gözler önüne sermektedir. Seyyahın not defterine kaydettikleri, bugün bile insanım diyen herkesin kanını donduran nitelikte kitlesel katliamlardır. Evliya Çelebi’nin de, kâfir olarak gördüğü Ezdilere yönelik “nihai çözüm” olarak gerçekleştirilen duman zehirlenmesiyle öldürmeye sıcak baktığı aşikârdır. Söz konusu fermaların sonucu dağlara kaçan ve orada hayatta kalmaya çalışan Ezdilerin sığındıkları “güvenli” yerlerin başında mağaralar geliyordu. Mağaralarda saklanan Ezdilerin buğday sapları ve samanlar yakılarak dumanla boğularak öldürülmesini, Evliya Çelebi serinkanlı bir sakinlikle tarihe not etmiştir. Bu yeni deneyle kazanılan tecrübe, katliamların devamında Osmanlı birliklerinin işine çok yarayacaktı. Bu yönteme başvurma anı, bütün Ezdilerin soyunu tüketme kararının da verildiği gündür.
Naziler 300 yıl sonra sistematik bir şekilde gaz odalarını inşa edip, kadim Yahudi halkının münhasır varlığına kastederken, kötülüğün kültürel mirasından feyz alıyorlardı belki de.
Ezdiler tarih boyunca defalarca soykırıma uğradıklarını bilirler, ancak bu son yaşanan felaketle, söz edilen fermanların ne olduğunu tam olarak idrak etmeye başladıklarını söyleyebiliriz. Her ne kadar toplu ölümler, sürgünler ve din değiştirmelerle sonuçlanmış olsa da Ezdiler, nitelik ve nicelik açısından aynı özellikleri tanımlayan ve 20. yüzyılın ortalarında ortaya çıkan soykırım (jenosit) kavramını kullanmamıştır. Muhtemelen fermanların onlar için hukuki haklarından ve konumlarından ziyade, ruhsal dünyaları üzerindeki tahribat öncelikli bir yere sahip olmuştur. Kuşkusuz bu tahribatlar, bütün ilkel ve tekinsiz yönleriyle halkın ruhsal yaşamında derin izler bırakmıştır. Ferman uygulamaları her ne kadar bir topluluğu fiziksel olarak ortadan kaldırma odaklı olsa da, ana hedefi o toplumun kültürel aktarımını ve tarihle olan bağını bütünüyle koparmaktır. Dolayısıyla erkeklerin kesilip öldürülmesi ve kadınların ganimet olarak alınıp köleleştirilmesi, tam da bu mantığa hizmet etmektedir. Çünkü kadın kültürün ve aktarımın ana taşıyıcısı olduğu için onu imha etmek yerine kendisi için kullanıp tarihsel aktarımından yararlanmak istenmektedir. Temel amaç, kadim değerlerin temsili olan kadının şahsında, bir toplumu tümüyle tarihten silmektir. Bu durum Şengal’de eksiksiz bir şekilde devreye girdi ve bugün halen devam etmektedir.
Ezdilerin katliam, kıyım, soykırım hafızası ciddi biçimde canlıdır. Çocuklara anlatılan hikâyeleri bu katliamlar ve kötülerle baş eden kahramanlar üzerine olmasına rağmen, tarihte nadiren aktif bir özne olarak rol almışlardır. Ezdi cemaatinin dünya ile kurdukları ilişki, canlı tuttukları bu tarihsel hafıza üzerinden inşa edilememiştir. Aksine zihin dünyalarında, yaşananların karşısında dehşete düşme biçiminde kendisini göstermiştir ve kitlesel travmaların yarattığı içe çekilme, yaşananların dile getirilmesini kolaylaştıracak toplumsal oluşumların dışında kalmayla sonuçlanmıştır. Ezdilerin intakt bir topluluk olması, maruz kalmış oldukları fermanlar ve onların ruhsal etkilerinden bağımsız düşünülemez. Yaşananlar ve aktarılanların yarattığı yoğun acılar, katliamın tekrarını ve aynı dehşetin doğmasını engelleyememiş, oldukça pasif bir konumlanmaya yol açmıştır.
Ezdilerin sözlü tarihinde, kuşaktan kuşağa aktardığı inançsal bilgilerin ve ilahi sırların yanı sıra katliam, sürgün ve zorla müslümanlaştırma hikâyelerinin ayrı bir önemi vardır. Bu kadim coğrafyada Ezdi olarak doğan her bireye katliam ve sürgün, bir nevi kader olarak aktarılmıştır. Ezdi olmak doğası gereği söz konusu saldırıların hedefi anlamına geldiğinden, her çocuğa yaşamı boyunca bu saldırıları hesaba katması gerektiği iletilir. Sözlü tarih ona, bir nevi sürekli korku dolu bir dünyada olduğunu anlatır. Ezdilere çok pahalıya mal olan bu hakikat, ne yazık ki belirli aralıklarla gerçeğe dönüşmüştür.
Dünyada kıyıma uğrayan veya soykırıma maruz kalan çok sayıda topluluk olduğunu biliyoruz. Hiç şüphesiz Ezdilere uygulanan şiddet ve soykırımla sonuçlanan her olayın arkasında birebir Doğu’nun yıkıcılığı ve İslamiyet’in yayılmacı ideolojisi yatmaktadır. Bütün soykırımların genel motifleri her ne kadar birbirleriyle benzerlik gösterse de, Ezdilere karşı uygulanan soykırımların ana ekseni İslamiyet’in kendisi ve kitap sahibi inançların dışında hiçbir inanç grubunu kabul etmemesiyle ilgilidir. Dolayısıyla Ezdiler de bu kategoriye dâhildir ve doğrudan saldırı hedefidir. Bu saldırıların amacı salt fiziki olarak bir cemaati ortadan kaldırmak değil, aynı zamanda onun tarihle olan ilişkisini ve kültürel mirasını tamamıyla yok etmektir. Bu, selefi yorumu olan bir İslamiyet fenomenidir. Her ne kadar etnik temizlik kavramı Avrupa'nın uyguladığı ve mucidi olduğu bir kavram olsa da, bunun Protestan etik yapısına aykırı olduğunu düşünüyorum. Çünkü söz konusu olan bu etik hakikat, tarihte dinler savaşı olarak geçen yıkımların küllerinden doğan batının evrensel değerleridir. Buna karşılık doğu, kendi kadim değerlerini muhafaza edemediği gibi evrensel değerler skalasını da bir türlü oluşturamamıştır. Daha doğrusu, son bin yılı aşkın bir süredir bütün kadim değerleri kesintisiz bir şekilde aşağı çekilmektedir. Ne var ki bu olgusal hakikat, Doğu'nun, şiddetle olan ilişkisini ve kâinatı dehşete düşüren vahşetini gösterdiği en yalın gerçeğidir. Maalesef bu hakikatin gerçeğe dönüştüğü nokta, insana ait olan "ilk beşiğin" yakılması ve "Tanrı'nın bizzat ölümünü" bile kapsamaktadır.
Eğer Ezdiler başka topraklarda yaşamış olsalardı, salt zararsız meleklere inandıkları için bu denli ısrarlı bir soykırıma veya din değiştirme baskısına maruz kalmayacaklardı. Çünkü Batı'nın şiddet kültürü aydınlanmadan sonra toplumsal sözleşmeyi temel almıştır. Zira sözleşmenin "dışına çıkma" istisnası olarak adlandırabileceğimiz Holokost bile, insanlığın utanç duyduğu en büyük çaresizliğidir. Çünkü Batı, Yahudi medeniyetini "ateşle yakarak", aynı zamanda kendi medeniyetini yıkmıştır. Başka bir deyişle toplumsal sözleşmenin dışına çıktığı andan itibaren kendi varlık nedeni olan etik ve ahlakı da yerle bir etmiştir. Bunun en iyi örnekleri Birinci ve İkinci Dünya savaşlarıdır. Ahlak ve etik çöküşünü yaşayan Avrupa, bin bir zorlukla tekrar kendi küllerinden doğmuştur. Batı'da tarihsel bütünlük bağlamında durum böyle iken, Doğu’da hakikat tarihten kopuk olarak bunun tam tersidir. Lakin Doğu ve onun egemen din anlayışı kendi dışındakileri, yani “ötekileri” yok ederek daha tahakkümcü ve hegemonik bir dünya inşa etmeye çalışmaktadır. Doğu’yla batı arasındaki temel farkın bu olduğunu düşünüyorum.
Doğuda, iki bin yıldır bitmeyen yıkım ve vahşet devam ederken, Batı’da ikinci dünya savaşı ve onun münasebetsiz ardılı olan soğuk savaştan sonra jeo-stratejik, sosyoekonomik ve kültürel anlamda zorunlu bir birlik-kimliği oluşmuştur. Dolayısıyla Doğu’da, bin yıllardır bitmeyen yıkım ve vahşet nedeniyle, Batıda olduğu gibi ne çoğulcu bir demokrasi kültürü ne de öznel bir birey doğmuştur. Onun yerine despotizmi temel alan, kabile, aşiret ve dini cemaatler güçlerini arttırmış ve inşa ettikleri iktidar modellerine "ilahi güç" atfederek, bu gücü kurgusal bir "düşmana" karşı kullanmıştır. Dolayısıyla coğrafyamızdaki son iki bin yıldır dinler savaşı olarak adlandırılan bütün yıkımlar, Ezdilikle açıkça belirginleşen bu kurgusal düşmanlığın bir sonucudur. Doğu dünyasının bu mekruh düşman kurgusu, hemen hemen bütün azınlıkları kapsamaktadır.
Ezdi olmak, fermana ve sürgün veya kendi yerinde tedirgin bir yaşama yazgılı olmak demektir. Yukarda bahsettiğim gibi, ferman sadece olumsuz bir anlam taşısa da, öte yandan keskin ve değişmez bir birlik kimliğini oluşturur. Çünkü bu yazgıya karşı durmanın en basiretli yolu, bir birlik-kimliği oluşturarak dayanışmacı bir ilişki kurmaktan geçer. Dolayısıyla tarihin talihsiz bir musibeti olarak ruhlara sirayet eden Ferman, aynı zamanda tarihle yeni ve farklı bir ilişki kurmanızın önünü de açabilir. Bu dönüşüm, yaşanmış fermanların pasifleştirici ve hükmedici etkileriyle baş edebilme veya yaşanacak olası bir Fermana karşı kendinizi koruyabilme konusunda da olanaklar sunabilir. Bu bağlamda Fermana karşı kendini savunma ve direniş, yaratıcı bir inşadır. Ezdilerin tarihine 73. Ferman olarak geçen ve sürmekte olan saldırılara karşı, belki ilk kez ana toprakların savunulması fikri doğmuştur. Son fermanla, Ezdiler tarihlerinde ilk kez dış dünya ile başka bir deyişle Kürt modern hareketiyle bir ilişki kurmuş ve bu yeni tutum, kendileri üzerine düşünmek için yeni bir alan doğurmuştur. Yani üzerlerine çöken karanlık, aynı zamanda güneşe açılan o kadim kapıya bakmalarını da sağlamıştır. Henüz başında olunan bu yolda, hem diasporanın hem de Kürt modern hareketinin büyük bir katkısı olduğunu özellikle vurgulamak gerekir. (AB/HK)