2000 yılının Bahar döneminde, Boğaziçi Üniversitesi’nde henüz birinci sınıf öğrencisiyken, yaşça benden büyük arkadaşlarımın aklına uyup, Demografide İleri Konular dersine misafir dinleyici olarak giderdim. Dersin hocası Ferhunde Özbay, onu uzaktan yakından tanıyan herkesin iyi bildiği gibi, hiç yadırgamaz, ama gereğinden fazla da vurgu yapmaz, utandırmaz, “hoşgeldin” der, kenardan dersini dinlememe, ders arasında Amerika’ya doktora başvurusu yapmaya hazırlanan, ondan referans mektubu isteyen heyecanlı öğrencilerine verdiği akıllara kulak kabartmama izin verirdi.
Bir gün, herhalde bir boşluk oldu, benimle konuştu ve bir nevi meslek lisesinden mezun olduğumu duyunca, ilgisini çekti, küçümsemeyen bir merakla sorular sordu. Soyadımızın aynı olduğunu öğrenince de çok güldü; hem cinsiyetçi bulduğu için bu soyadını sevmediğini söyledi hem de beni ikaz etti, “madem aynı soyadını taşıyoruz, ismimizi rezil etme, çalış, iyi bir öğrenci ol”.
Bu nasihatine uymaya çalıştım, elimden geldiğince, aradan geçen on beş yılda verdiği diğer öğütlere de. Şanslıyım çünkü ondan Demografi ve Türkiye’de Güncel Meseleler derslerini almamın yanında, yüksek lisans öğrencisiyken beni ve İlkay Baliç’i kırmayıp, sırf ikimiz için açtığı bir derste de öğrencisi olabildim.
O dönem, onun gözetiminde, “Erkekliğin Ev Halleri” başlıklı bir makale yazdık, Toplum ve Bilim’de yayınlandı. Dönem boyunca farklı yerlerde buluştuk, okuduk, tartıştık ve yazdık. Konu ev mekânı, aile ve cinsiyet olunca, hem onun hayatını ve aile tarihini dinledik, hem de bize anlattırmasıyla kendi ailelerimize, hayatlarımıza başka gözlerle bakmayı öğrendik.
Onun hayatını yönlendiren meseleler de olan göç, aile, emek ve cinsiyetin nasıl iç içe geçtiğini, kendisinin ve bizim hayatlarımızı derleyerek bize gösterdi; bir daha da unutmadık. Hayatının Ankara ve Erzurum evrelerini genelde bu konuşmalardan hatırlıyorum, babasının akşamları eve geldiğinde ondan bir masal anlatmasını isteyip, o gün evde olanları kızından masal formatında dinlemesini de...
15 yıl boyunca, “araştırma yapacağım, sorularıma beraber bakar mıyız” dediğimde de zamanı kıymetli değildi, “ben doktoraya gitmek istemiyorum, ne yapacağım” dediğimde de, “ben ders vereceğim, konuk konuşmacı olarak gelir misiniz” diye sorduğumda da, “yeni yazı yazdım, size yolladım” diye emrivaki yaptığımda da.
Yine araştırma yaptığım bir sırada tezgahtar olarak çalıştığım mağazaya ziyarete ilk gelen de oydu, annemin cenazesinde mezardan koluna girerek çıktığım da. Bugün en sevdiğim lokantaya beni ilk o götürdü tabi, Boğaziçi havuzunda roman okuyarak bir gün geçirmenin güzelliğini de o gösterdi. Bir hoca, eski öğrencisi ile nasıl konuşur, kendini ona nasıl eşiti gibi kabul ettirir (olacak şey mi?), meslektaşa nasıl çevirir, destekle eleştiri nasıl iç içe geçebilir, gülümsemek nasıl her şeyin başıdır, ben hep ondan gördüm.
Hocalık bir tavırdır. Öğrencilere, diğer meslektaşlarınıza, derste tanıştığınız konulara ve hayata bakmak, onlara yaklaşmakla, onları ele almakla ve temsil etmekle ilgili bir tavır. Ferhunde Özbay da bir tavırdır. İnsanlara, sorulara ve meselelere küçümseyen bir eda ile yaklaşmayan, ama eleştirel olmaktan hiç vazgeçmeyen, evet ya da hayırda diretmeyen, “belki de” deyip ihtimalleri sıralayabilen, öğretmekte ısrarcı ama öğrettiğini de gözden geçirmeye her an açık bir tavır. Bütün öğrencisi olmuşların çok iyi bildiği, benim gibi aynı mesleği seçmiş eski öğrencilerinin de sık sık andığı, tatbik etmeye çalıştığı, hep üzerinde düşündüğü bir tavır. Milliyetçiliğe, dini köktenciliğe, homofobiye, kadın düşmanlığına, yabancı düşmanlığına, ırkçılığa hiç toleransı olmayan, Marksist Feminist esaslı, demokrat bir tavır.
Ferhunde Özbay, Princeton ve Cornell’deki eğitiminin ardından, Hacettepe ve Gazi üniversitelerinden sonra geldiği Boğaziçi’nde 1970’lerin sonundan geçtiğimiz Aralık ayına kadar ders verdi. Bir “aktarıcı” yüksek öğretim kurumu olan Robert College’dan “bilgi üreten ve yayan” Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüşümde, o dönüşümün fikirsel altyapısının oluşmasında kilit önemdeki isimlerden biri oldu.
Kendi tabiriyle Pozitivizm’in yükselişine, düşüşüne ve ölümüne şahit oldu, araştırma yapmanın, sahaya çıkmanın ve insanlarla konuşmanın önemini vurgulamaktan da hiç vazgeçmedi. Rekabete değil, dayanışmaya inandı. Zeynep Gambetti’nin dediği gibi, etrafımızda ona şükran duymayan kimseye rastlamadık.
71 yıl, büyük zorluklarla, büyük mücadelelerle yaşadı; Türkiye’de ve Amerika’da, benim bildiğim ve bilmediğim, büyük sıkıntılarla savaştı. Tüm bunlardan kendinden ve kişiliğinden ödün vererek değil, nasıl bir insan olunması ve nasıl bir hayat yaşanması gerektiğine dair bilgece bir tecrübe biriktirerek, pırıl pırıl çıktı. Ve, hep çalıştı. Rahatsızlanmadan hemen önce, göç ve aile hakkındaki yazılarından oluşan bir kitabını bitirip yayınevine yolladı; kadın emeği hakkındaki yazılarını toplayacağı bir ikincisi için çalışmaya başlayacaktı...
Ne onun Aslı Kül adıyla yazacağı anılarını okuyabileceğiz, ne de Bask ülkesine tatile gidebileceğiz. Biz, onun gibi bir kötü gün dostunu, dağ gibi bir meslektaşı, insan seven iyi bir arkadaşı bir daha bulamayız. O, belki de artık annesine, babasına, Dicle’ye kavuşmuştur. (CÖ/NM)
* Cenk Özbay, Boğaziçi Üniversitesi’nde Cinsiyet Çalışmaları alanında öğretim üyesi. Cinsiyet ve cinsellik, küreselleşme ve neoliberalizm, iş sosyolojisi, hareketlilikler ve kent, nitel araştırma yöntemleri, İstanbul ve Türkiye Çalışmaları alanlarında çalışıyor. Eşcinsel Kadınlar: Yirmi Dört Tanıklık, Neoliberalizm ve Mahremiyet: Türkiye'de Beden, Sağlık ve Cinsellik, Yeni İstanbul Çalışmaları: Sınırlar, Mücadeleler, Açılımlar da çalışmaları arasında yer alıyor.