Sevgili Ferhunde Hoca’nin ardından bir şeyler yazma cesaretini kendimde buluyorsam, onunla olan birebir konuşmalarımızda hep hissettiğim yüreklendirmedendir. Bizleri yazmaya, soru sormaya, fikir açıklamaya, dayatılan gibi değil istediğimiz gibi bir kadın olmaya teşvik edişini minnetle hatırlıyorum ve hatırlayacağım.
Doktora tezimi yazdığım şu dönemde, zaman zaman mezuniyetin hemen ertesinde bölümdeki ofisinde yaptığımız sohbeti hatırlıyorum, gülümseyerek yüksek lisans ve doktora için beni yüreklendirmesi geliyor aklıma ve içime serin sular serpiliyor, yazmaya kaldığım yerden devam ediyorum.
Ferhunde Hoca’nin yazdıklarıyla, araştırmaya bakışıyla ilgili çok şey söylenebilir, söylenecektir de. Ama ben burada sadece 19 yaşında üniversitedeki ilk dersine giren bir öğrenciye nasıl yaklaştığını, “öğretmen” olmaya ve “öğretme” eylemine verdiği değeri ve duyduğu saygıyı bana hatırlatan bir şeyler yazmaya çalışacağım.
Kendi upuzun öğrencilik tarihimde Ferhunde Hoca’yı tanıdığım birçok kişiden ayıran öğrencisine duyduğu sevgi dolu saygı ve öğretmeye verdiği değerdir. Bu özelliği de onu ürkütücü, dışlayıcı, küçük görmeyi ve cesaret kırmayı kendine ilke edinmiş vulgar akademik dünyada çok özel bir insan yapar.
Sosyolojiye dair büyük bir merak ve hevesle ama Boğaziçi gibi “havalı” bir üniversiteden deliler gibi korkarak kendimi 2001 Eylülü’nde Boğaziçi Sosyoloji’de buldum. İlk sosyoloji dersini de TB’nin Güney Meydan’a bakan küçük bir sınıfında Ferhunde Hoca’dan aldım. Bu detayları ölümünün ardından kişiyi ve onunla ilgili anıları romantize etme niyetiyle vermiyorum, o gün hiç aklımdan çıkmadı o yüzden yazıyorum.
O sınıfa ilk girdiğimde Ferhunde Hoca içeri girene dek çok gergin olduğumu , sosyolojiye dair aklımda çok az şey olduğunu düşünüp utandığımı, bir şey sorarsa ve ağzımdan aptalca bir şeyler dökülürse diye tedirgin olduğumu hatırlıyorum. Boğaziçi’ne gelerek boyumdan büyük işlere giriştiğimi düşünüyordum.
Her zamanki güleryüzlülüğü ile içeri girdi, “Ben Ferhunde Özbay, bölümün en yaşlılarından olduğum için bölümün en gençlerine sosyolojiyi tanıştırmam uygun olur diye düşündük, ama önce sizlerle tanışalım” dedi, “Herkes hangi liseden geldiğini söyleyip kısaca kendini tanıtsın” diye ekledi. “Hadi siz utanmayın ben başlıyorum adım Ferhunde, Ankara Kız Lisesi Mezunuyum, Boğaziçi Sosyoloji’de hocayım” dedi. Çok rahatladığımı hatırlıyorum.
Bu satırları okuyanlara ne anlam ifade eder bilmiyorum ama pedagojik olarak çok doğru bir yaklaşımdı, benim gibi üniversiteden ürken, kendini Güney Meydan’ın ortasında ne yapacağını bilemez halde hisseden 19 yaşında bir öğrenciye çok iyi gelmişti bu tanışma, hoca dediğin, yukarılarda ulaşılamayan, tek amacı öğrenciye kendinden daha az bildiğini ve hep öyle olacağını hatırlatmak olan biri olmak zorunda değildi demek ki.
O tanışma dersi esnasında bizlerle konuşurken masanın üzerine oturduğunu ve hep gülümsediğini hatırlıyorum. Ona adımı soyadımı lisemi söyledim ben de sınıftaki diğer arkadaşlarım gibi, o günden sonra da hep adımla hitap etti, hepimizin adını öğrendi, bu üniversitede çok sık deneyimlenebilecek bir ayrıcalık değildi ve insana kendini çok değerli hissettiriyordu. Sonra sosyolojinin ayrı bir dili olduğunu ve bu giriş dersinde de o dili öğrenmeye başlayacağımızı söyledi.
Sadece o dille değil üniversite ile de tanıştırdı bizleri. Kütüphaneyi nasıl kullanacağımızı, kütüphaneyi kullanmamız gerektiğini anlattı mesela, “Boğaziçi’ne gelmeyi akıl etmiş, buraya cv parlatmaya gelip şirketlerde çalışacaksa, kütüphaneye de gitmezse gitmesin, ya da sosyolojiyle bu denli ilgiliyse kütüphaneyi zaten keşfetmiş olmalıydı” demedi, üşenmedi, anlattı.
Dönemin ortasında bir gün “Kütüphanenin “reserve” bölümüne bir makale bıraktım, amacınız bu dersten geçmek ve sosyoloji diploması almaksa okumasanız da olur, ama istediğiniz daha fazlasıysa gidin alın” demişti, hem zorlamayarak hem de teşvik ederek, cesaretlendirerek, Herbert Marcuse’dan bir kitap bölümüydü hafızam beni yanıltmıyorsa.
Yine aynı giriş dersinde bir kısa çay molasında Harry Potter kitapları okuduğunu söylemişti, o sıralar ben de Harry Potter kitaplarına bayılıyordum, ama “koskoca hoca” miti kafamda hala tam yıkılmamış olmalı ki çok şaşırmıştım Ferhunde Hoca’nın böyle bir best-seller dizisini okumasına.
Okuyanlar hatırlayacaktır, 7 kitaplık Harry Potter dizisi Hogwarts isimli bir büyücülük okulunda geçer. Ferhunde Hoca “Okuyorum, okurken de oradaki kötü öğretmen karakterlerine çok dikkat ediyorum ki onlar gibi olmayayım” demişti gülerek.
Ferhunde Hoca’dan lisans yıllarım boyunca başka dersler de aldım, hepsinde de kendimi çok iyi hissettim, merakımın bildiğimden fazla olması beni utandırmadı aksine daha da heyecanlandırdı, daha çok şey okumak, daha uzun düşünmek istedim.
Ferhunde Hoca’ya en son birkaç yıl önce Güney Kampüs’te “manzara”da rastladım, mutlaka bir öğle yemeğinde buluşmak üzere sözleştik, o yemeği yemek için buluşamadık ama ölümünü duyar duymaz telefon ettiğim Ferhunde Hoca’nın eski öğrencilerinden sevgili Didem Danış’ın da bana dediği gibi; bugüne dek paylaştıklarımızla akademide bize yol göstermeye devam edecek. (AK/BA)
* Ayşecan Kartal, Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde Araştırma Görevlisi, Boğaziçi Üniversitesi’nde doktora öğrencisi