Bir filmin yol filmi olabilmesi için mutlaka A noktasından B noktasına gitmesi gerekmez karakterlerin. İnsan durduğu yerde de yolculuk yapabilir, yeter ki inancı, müziği ve saflığı olsun.
İçindeki çocuksuluğu kaybetmeyenlere, hem öfkeli hem duygusal olanlara, yağmur ve denizi sevenlere ve tabii giden gemiler ardından hayal kuranlara gelsin...
Sıfır kilometre "romantik punk" film Ferahfeza sinemalarda, yönetmeni Elif Refiğ karşımızda...
Ferahfeza’nın İstanbul Film Festivali'ndeki ilk gösteriminin ardından yaptığınız filmin tarzını "romantik punk" olarak tanımlıyorsunuz. Neyi kastediyordunuz?
Aslında benim uydurduğum bir laf o. Referans olarak kesin bir şey yok ama punk ideolojisinin asıl kriterlerinden kendi başına bir şey yapma, otoriteye karşı baş kaldırma, hayatının kontrolünü eline alma, bununla ilgili gerekirse meydan okuma gibi birtakım temel şeyler var kafamda.
Dikkat edildiğinde punk da düşünsel düzlemde çok da tabana oturmamış, daha davranışsal bir şeydir. Zaten bunun üzerine yazılanlar da derinlemesine sosyolojik ve psikolojik metinlerle ilişkilendirilecek şekillerde değil de daha ziyade bir davranış biçimi ve onun üzerinden hayatı değiştirmekle ilerlemiştir.
Bu bağlamda baktığımızda bunun birçok referansı da var sinemada, mesela Godard'ın A Bout de Souffle'sinden Bağımsız Amerika'nın Bonnie and Clyde'na, daha yeni dönemden Natural Born Killers gibi kanun dışı ikililerin bir şekilde düzene karşı ayaklanmalarını görebiliriz, ama bunu genelde suç çerçevesinde izleriz sinemada.
Bizim filmde daha romantik düzlemde bunu yaşıyor karakterler çünkü biraz daha ruhsal bir yolculuk onlarınki.
Dolayısıyla o ruhsal yolculuğun içerisinde kendi hayallerinin peşinden gitmenin getirdiği birtakım zorluklar var ve bu zorluklarla karşılaşmanın yöntemi de punk yöntemler. Çünkü içinde bulundukları ortam çok daha sert, keskin malzemeden üretilmiş. Gündelik hayatı, gündelik işleyişi çok hayallere müsaade etmiyor o yaşantının.
Tersane ortamı zaten kendinden buna izin vermiyor; yapılan işler ağır; birçok işçi ölümü oluyor. Ama bir yandan da konumları itibariyle baktığında denizin kenarında ufku ve geleceği açık, hayal kurmaya müsait bir yerdeler. Kendi içerisinde kontrast yaratıyor bu.
Türkiye'deki tersaneler zaten dünyadakileri teknolojik olarak yakalayacak düzeyde değiller. Daha zamansızlık hakim bizimkilerde; zaten bir sürü birikmiş malzeme var, neyin ne olduğunu kimse bilmiyor. Geçmişi biriktirme ve sanki hiçbir zaman tam olarak günü yakalayamama gibi bir durumları var bizdeki tersanelerin.
Bu çocukların da kendilerine sunulan hayat versiyonları içerisinde kabul etmedikleri şeylere karşı o hayallerin peşinden gidiyor olmaları, aslında hayallere imkan veren ve aynı zamanda engel de olan bir yapının içinde olmaları ister istemez onların davranışlarını punklaştırıyor.
Filmin türünü birisi sorduğunda düşündüm ve aslında "romantik punk” diye o an uydurdum ilk defa.
Filmin bir yandan da esrarengiz ve tekinsiz bir atmosferi var. Bir süre köpeğin gözünden sadece onun nefes alıp vermelerini duyarak ilerlerken birdenbire karşımıza bir dilek ağacı da çıkabiliyor. Tesadüfen karşılaştığınız bir şey miydi dilek ağacı?
Biz yaptık dilek ağacını mekanın içine, aslında o dünyanın biraz da gizemli olması, hayvanların daha aktif figürler haline gelmesi, daha şamanik figürlerin önplana çıkması, yol gösterici olması gibi şeyler istiyordum.
Köpek de özel bir köpek, herhangi bir köpek değil, gözlerinin öyle olması körlüğünden, şeker var köpekte. Kör olduğunu anlayamayabilirsin ama bir acayiplik olduğu belli.
Köpek de ek çekimlerde eklenmiş bir şey çünkü senaryonun ilk yazıldığı zaman çok daha matematiği olan, olayların daha aksiyon üzerinden gittiği bir ilk “cut” çıkmıştı filmden. Ama ondan sonra filmin ruhunu öyle bir matematik içerisinde çok yansıtamadığımı düşündüğüm için senaryonun bazı kısımlarını değiştirip sona doğru filmin dünyasının daha gizemli bir dünyaya evrileceği bir şekle karar verdim.
Ali ve Eda karakterlerini canlandıran oyuncular yeni yüzler. Nasıl seçtiniz oyuncuları?
Tanınmamış yüzler olsun istedim. Oyuncularımdan çok memnunum. İlk filmini yaparken hesapçı sinemacılar oyuncunun seyirci çekmesini hesaplar diye düşünmüştüm. Ama sinema öyle bir şey değil. Tanınmış oyuncular da iyi oyuncular olabiliyor ve filmin devamı için onların da bir faydası olacaksa neden olmasın...
Şu anda baktığım yerden artık biraz böyle görüyorum durumu ama o zamanki ruh halimde herkesin istediği şekilde ilişki kurabileceği bir kız ve oğlan istiyordum. "Aaa bu da şu diziden" densin istemiyordum, ki ikisiyle de çok güzel çalıştık ve inanılmaz fedakarlıklar yaptılar. Role her şeylerini verdiler, tanınmış oyuncularla olsaydı belki o derece bir fedakarlık olmazdı.
Anadolu turnesi adını verdiğimiz bir şey yaptık. İstanbul, Ankara, Eskişehir ve İzmir'deki bütün konservatuar taramalarını kapsadı. Uğur Uzunel’i İzmir'den bulduk, Sitare Akbaş’ı İstanbul'dan. Sitare, uzun bir süredir Akasya Durağı'nda Zeyno karakterini oynuyordu ama sinemada kendini geliştirmek istiyordu.
Filmin karakterleri hikayeyi ilk düşündüğünüzden beri böyle miydi?
Eda daha silik bir tipti. Daha çok Ali üzerinden gidiyordu film. Sonra bir şekilde eşitlendiler. O da herhalde benim kadın olmamla ilgilidir. Çünkü aslında Ali'nin de güçlü ve ilginç tarafı kadınsı tarafı; içindeki inanç, umut, güç... Bunlar hep benim kafamda kadına atfettiğim özellikler.
Erkek daha rasyonalite, daha hesap kitap benim için. Yani sonuçta birisi ay, birisi güneş.
Mitolojik anlatıya bakarsak da bu böyle. Dolunayından hilaline kadar farklı şeyler yaşıyor ay, güneş ise doğuyor ve batıyor sadece, o aradaki yolculuğundan çok fazla bir şey olmaz güneşin.
Ama dolunay ile yeniay arasında ciddi fark vardır. O yüzden de Ali'nin duygusal dünyası biraz böyle; kadınsı vasıfları sayesinde daha enteresan. Bir şekilde ilginç gelen bana bu oldu; ötekinin de tam tersi olması, yani Eda'nın da kadınlığıyla barışık bir karakter olmaması aslında; tavırları, sertliği, geçitsizliği ya da biraz daha aşağılamaya ve püskürtmeye yönelik bir tavrı...
Eda filme celladına benzeyen mahkumlar gibi başlıyor. Dürrenmatt'ın kitabı vardır: Yargıç ve Celladı adında; sen ister istemez, zaman geçtikçe sana kıyan, seni bozan, seni yok eden şeye benzemeye başlıyorsun.
Eda da bir şekilde babasına benzemeye başladığında, babanın yokluğu ve ona duyduğu öfke ile Eda aslında ona doğru evrilen bir süreç içerisinde, nefret ettiği şeye duyduğu öfkeden ötürü ona benziyor aslında. Tam o noktada Ali giriyor işin içine, Ali ile kurduğu ilişki aslında asla babasıyla kuramadığı bir ilişki.
Ferahfeza ismine nasıl karar verdiniz?
Aslında filmin müziklerini yapanlardan Okan'ın fikriydi. Çok güzel oturdu, zaten konuştuğumuz bir konuydu ferahfeza makamı ve filmin müzik dokusu.
O sırada benim refere ettiğim edebi eserlerin içinde geçiyordu. Örneğin Tanpınar'da da hep şu vardır ya; sosyal olarak imkansız atfedilen birtakım ilişkileri zorla ve inatla başka zamanlarda ve başka sosyolojik ortamlarda kovalamak. Ama Tanpınar'ın ferahfeza makamından bahsettiği noktalarda hep dışarıdan bir soluk giriyormuş gibi olur esere, edebi yapının içerisinde bir nefes alma yeridir o ferahfeza.
Feza ve ferah, kelime anlamı olarak baktığında da görsel olarak canlandırdığı şey de, her şeyden bağımsız düşündüğün zaman, ferah gökyüzü oluyor mesela ve onunla ilgili umudu çağrıştırıyor.
Müzikleri yapan Okan Kaya ve Ahmet Bilgiç ile çalışmalarınız nasıl başladı?
Aslında müzik ve ses tasarımı için hep birlikte başladık. Ses tasarımcımız Murat Çelikkol o zamanlar Ankara'da askerdeydi, ben ona senaryoyu götürdüm, senaryoyu orada okudu. Aynı zamanda senaryoyu Ahmet ve Okan'a da götürmüştüm. Bir tarafla müzik dünyasını, diğeriyle de ses dünyasını konuşuyorduk. Endüstriyel ortam, onun o baskıcı hali ve tüm bunları ses dünyasına nasıl yansıtacağımızı düşünürken, müzik için de ona karşıt yani onun içerisinden ama umuda yönelik bir şey nasıl çıkartabiliriz diye baktık.
Jenerik müziğini Ahmet ve Okan senaryoyu okudukları günün sabahına getirdiler, hemen yapmışlardı. Daha film bile çekilmemişti yani. Şarkı bir kez Açık Radyo'da çaldı. Henüz internette yok, çünkü yeni mix yapacaklar ve onu bekliyorlar ama ben galiba yükleyeceğim, soundcloud'a koymamıştık, belki de koyarız yakında.
Film 2012’de, İstanbul Film Festivali'nde gösterildikten sonra vizyon bulabilmek için neden bu kadar bekledi? Şimdi Başka Sinema kapsamında izleyebildik.
Başka Sinema olmasa bir yolunu bulurduk diye düşünmek istiyorum ama gerçekten vizyonla ilgili durum çok sıkıntılı şu aralar. Birkaç kere vizyona sokmaya çalıştık mesela, hatta girecek gibi oldu ama olmadı bir şekilde. Bir tanesinde son anda sinema salonları vazgeçti.
Bu tip bağımsız filmlerde gerçekten uzun vadeli vizyon planlaması yapılamıyor. Sektör olarak buna bir alan açılmıyor, eşit değil güçlerimiz.
Filmin üreticisi ve filmin göstericisi arasındaki ilişki daha ziyade işçi-işveren ilişkisi gibi. Halbuki öyle olmamalı çünkü üretici olmasa sinema salonları ne gösterecek ki?
Zaten sinema salonu da bizim gibi filmcilerin üretimiyle birebir ilgilenmiyor genel tabloya bakarsak. Ticari olmamaları açısından çok değer verilmiyor bu tarz filmlere maalesef.
Onur Ünlü'nün Sen Aydınlatırsın Geceyi filmiyle başlattığı dağıtım şirketlerini protesto edip kendi filmini salon salon, üniversite üniversite gezdirme fikri başarılı ilerledi. Bu yol sizi de etkiledi mi?
O iş aslında çok ciddi bir prodüksiyon işi, senin sinema salonları ile konuşman, oralarda organizasyonlar yapman, insanları toplaman... Bu tamamen enerjini neye harcamak istediğinle alakalı bir soru aslında. Onur Ünlü zaten bunu yapmaya başladığında Başka Sinema diye bir şey yoktu. O zaman herkes, ben de, çok merak ediyorduk ne olacağını.
Ayrıca filmin oyuncularının çok ciddi bir şekilde televizyonda tanınırlığı vardı. O anlamda Onur Ünlü'nün böyle bir şey yapması mantıklı ama Ferahfeza için böyle bir şey yapsaydık muhtemelen harcadığımız çabaya değmezdi.
İnsanlar televizyonda izleyip takip edip sevdikleri insanları bir şekilde sinemada da takip ediyorlar. Bu anlamda Ferahfeza için bu seçenek çok zor olurdu ama mecbur kalsak yapardık tabii. Her şeyden öte kendine film çekmiyorsun ki, göstermek için çekiyorsun, kimse kendine film yapmıyor.
Kişisel duraklarınız var mı filmde? Film aslında bir yere gidil(e)meyen bir yol filmi, duygusal bir yol filmi yani, fiziksel değil.
Var tabii, bu film sonuçta biraz da bizim yaşadığımız gençliğe de ithafen oluştu.
Bu açıdan baktığımızda aslında bir sürü ilk filmde böyle bir şey vardır. Mesela Çoğunluk filmi ya da Sonbahar filmi de öyledir; başka başka düzlemlerde ama kendi gençliğiyle hesaplaşmalardır.
Orada durduğun yerle şimdi durduğun yer, ya da orada hissettiğin şeyle şimdiki, o kitleyle kurduğun ilişkiyle şimdi kurduğun ilişki falan... O anlamda kişisel bir gençliğine veda filmi diyebiliriz Ferahfeza'ya.
Son zamanlarda "kadın filmi" diye nitelendirilen filmlerin sayısında da bir artış var. Siz nasıl yaklaşıyorsunuz bu kadın filmi - erkek filmi değerlendirmelerine?
Mesela Mavi En Sıcak Renktir bazı feminist ve LGBT ortamlar tarafından sahiplenilen, lezbiyen bir ilişkinin anlatıldığı, kadın filmi olarak lanse edilen bir film gibi ama bana göre hiç öyle değil. Hatta daha “voyeur “bir yönetmeni görebiliyorsun orada.
Mutlaka kadın filmi diye bir şey var ama kadın karakteri gerçekten anlayıp anlatabilen her film kadın filmi olabilir. Zamanında Atıf Yılmaz'ın yaptığı filmler için acaba bunlar kadın filmi mi, kadın filmleri neden erkek yönetmenlere kalıyor gibi tartışmalar da vardı.
O konuda çok net bir düşüncem yok ama mesela François Ozon'un filmi Kumun Altında bence bir kadın filmi ama kimse de onunla ilgili "kadın filmi" sıfatlı bir şey yazmadı. Ben kadın filmlerini biraz daha kadınsı (bunu da kadınsı şudur erkeksi şudur gibi cinsiyetçi bir ayrımla kullanmıyorum) ve hem duygusal hem de zihinsel olarak erkeğe göre daha güçlü gösterildiği filmler olarak görüyorum.
Kadın bir kere yaratan bir şey ve bu çok önemli aslında, ciddi bir güç kadındaki. Bu şekliyle kadının varlığını algılayıp buna yeterli özeni gösterip, yeterli zihinsel ve duygusal yatırımı yapıp ortaya bir şey çıkartmak kadın filmidir benim için, ki mutlaka ona o ismi takmak da gerekiyor mu bilinmez. Bu da sayının çok az olması ve ister istemez pozitif ayrımcılığa itilmekle alakalı bir şey.
Kendini graffiti üzerinden tanımlayan bir karakter Eda. Film 2012'nin. 2013'te de Gezi süreci yaşandı, yine kadın çok önplanda, sokaktaki sanat da önplanda. Bu noktada filmin yerini nasıl görüyorsunuz?
Ben aslında bu nedenle filmin vizyonunun doğru zamanda olduğuna inanıyorum. Bu gecikmelerin bir şekilde bazı şeylerin yerli yerine oturmasıyla çakışması güzel oldu. Sonuçta sokak, bizim aslında derdimizdir ya, kendimizi en rahat biçimde ifade ettiğimiz ve insanlarla iletişime geçtiğimiz yer. Ve sokağın sanatı çok önemli bir şeydir.
Sokağın kendini ifade etme biçimleri türlü türlü: sokak müzisyenleri var, sokak ressamları var ve duvarlar da çok önemli çünkü aslında belirli süreler içerisinde oraya bir şey tükürüyorsun ve insanlar onu görüyor. Oradaki “zeitgeist”a çok hizmet eden bir şey sokak.
Bir şeyin ruhunu yakalamak için sadece sokakta durup biraz izlemek orayla ilgili bir şeyleri anlaman için yeterli aslında. Ve bizim filmdeki çocuklar da dışarıyı seven tipler ve bu nedenle kendilerini ifade etme biçimleri hep sokakta. Filmde kurulan dünyadaki sokak, evet şehir sokağı gibi değil ama bir şekilde bir sokak.
Filmin sürprizi Sırrı Süreyya Önder, yani Mahmut Ağabey, sonradan mı dahil oldu filme?
Hayır, aslında hep vardı. Hep Sırrı Süreyya Önder olsun istiyordum, ama o zaman hiç tanımıyordum kendisini. Sırrı Ağabey o zaman benim için çok değişik bir figür tabii; hem sinemacı, hem gazetede yazıyor, hem hapisten çıkmış gizemli bir tip.
Geçmişine dair çok bir şey bilmemene rağmen bizden olduğunu anlıyorsun ya... Bir persona olarak zaten bence Mahmut Ağabey’in çok karşılığı birisiydi.
Bu vesileyle tanışmış olduk, senaryoyu okudu ve çok beğendi. Oynamayı kabul etti. Sonra da siyasete atıldı zaten, şimdi bulana aşk olsun.
Ben onu siyasette görmekten çok mutluyum; vicdanen hür bir yapısı var, devamlı ne olursa olsun hayata karşı duruşundaki o noktayı kaybetmiyor. Öfkelense bile asla sinikleşmiyor. Bunlara ihtiyacımız var. (PÇ/YY)