Kamu Yönetimi Lisans eğitimi sonrası ‘Kadın Çalışmaları yüksek lisansı yapmaya başladığımda benzer konulara daha farklı - hatta zıt- bir perspektiften yaklaşan bir eğitimle ufkumu genişleteceğimi zannediyordum.
Ben nereden bilebilirdim hayatımın daha da zorlaşacağını.
‘Kendi ayakları üzerinde duran kadın’lığı, kendi hayatımın dışına çık(a)madan yorumladığımdan çok rahatmışım yıllardır. Para kazan, kariyer yap, bir evin olsun, hatta araban da…
En azından tanımlaması kolaydı. Gücümü kendi ev-dünyasında yaşayan kadınların yaşamlarını ezip, üstüne tırmanarak kuracaktım.
Bir gün Susan Glaspell’in “Önemsiz Şeyler”ini okuduğumda… Sadece sihirli kelimeyi söylediğinizde size görünen ‘kadının gizli mutfağını’, sırf cinsiyeti nedeniyle yaşamını geçirmek zorunda bırakıldığı ama içinden koca bir dünya ve kültür yarattığı mutfağını, bir reçel kavanozunu düşündüm.
Meğer ben koca bir dünyayı es geçmişim, yok saymışım.
Sonra kendi hayatıma geri döndüm. Bir iş bulup, çalışmalıydım. Bu hem tercih, hem zorunluluktu. Henüz gerçekleşmediyse de…
Bir anda Maria Dalla Costa tuttu beni omzumdan, çevirdi kendine “Bir montaj hattına kölelik, bir mutfak tezgahına kölelikten daha özgürleştirici değildir” dedi bana.
Ahh, feminizm, ahh…
Aile daha önce benim için sadece büyüklerin doğruyu bildiği bir yuvaydı.
Sonra bir cümle çalındı kulağıma “Ben bugüne kadar babamdan bir fiske yemedim, senden hiç yemem!”
Peki ya o fiskeyi yediysem babamdan? Bu sana benim bedenime şiddet uygulama hakkını veya bana bunu kabul etme şartını mı getirir?
Anne-babanın çocuğu yönetme hakkının meşru zemini sevgiyse, beni seven herhangi bir kişinin de hakkı olmadığını kim söyleyebilir?
Bu hak birini hayata getirme inisiyatifinden kaynaklanıyorsa, o zaman pazara sürülmeyi bekleyen bir anne-baba ürünü olmam mı ben? Düşün dur şimdi.
Arkadaş sohbetlerinde, televizyondaki komedi programlarını izlerken eğlenemez oldum.
Meğer bizi gülmekten koltuğumuzdan düşüren; çok korktuğumuz, hani şu sözünü bile edemediğimiz eşcinsellikmiş.
Algıda seçicilik işte. Ah, evimin baş tacı televizyon, sen nelere kadirsin. E, hani transseksüeller canavardı? Değil işte.
Ne yapacağım şimdi, tüm öfkemi kusmak için, kime diyeceğim; “ben normalim, sen değilsin, hadi git buradan!”
Aslında bir yolu daha var(dı) bu öfke boşalmalarının hedefi olabilecek.
“Sapıklar”.
Onlar zavallı, ne yaptığını bilmez, hatta deliydi. Hiçbir zaman “ben” değildi, hep “o”ydu. Toplumdan ayıklanması gereken zararlı insanlardı ve aslında hepsi de bu kadardı.
Tam da burada Barbara Mehrhof ve Pamela Kearon’un “Tecavüzcü Bir Terör Fiili” makalesindeki ‘tecavüz’ tanımı çıkıyor karşıma.
“Tecavüz bir bireyin bir başkasına karşı uyguladığı keyfi bir şiddet olayı değildir; politik bir baskı altına alma eylemidir…
Tecavüz güçlü bir sınıfın üyeleri tarafından, güçsüz bir sınıfın üyelerine karşı uygulanır.”
Şimdi düşünüyorum; taciz, tecavüz bir anlıksa, ne oldu cinsel politika?
Tecavüz bir delilik ise "kadınlar hiç delirmez" diyerek mi çıkacağız yani işin içinden.
Yoksa aslında tüm derdim “En sonunda yiyeceğim seni, çıldırtıyorsun beni” diyen bir çikolata reklamı mı?
Hadi diyelim ki bu sorun çözüldü. Zaman zaman ben de şöyle okkalı bir küfretmek istiyorum. Seviyorum hem ben argoyu. Seviyordum yani.
Ama şu feminizm girdi hayatıma, argosuz bıraktı beni. Bu benim kişisel problemimdir, yani politik bir taleptir, feminizmden acilen cinsiyetçi olmayan küfürler talep ediyorum!
Ben de isterdim, dünya kadar insan etnik ve/veya cinsel kimliği nedeniyle, bir kenara itildiğinde, sokakta şiddete karşı eylem yapan kadınlar polis zoruyla dağıtılmaya çalışıldığında, “Kim bilir ne yaptılar! Vardır devlet babanın bir bildiği” demeyi.
Ben "en normali, yani sizin istediğiniz oldum" diye gerinmeyi. Çok kolay olurdu o zaman mutluluk; ama olmuyor işte…
Burada amacım feminizmi övmek değil, yermektir.
Çünkü erkekliğin, erkekten çok daha kocaman ve yıkıcı halini sokar gözünüze. Yorgunluğunuz aslında “deyip geçmeden” önce eleştirmekten, yapıcı yollar aramaktan kaynaklanır.
Evet, feminizm hayatınızı zorlaştırır ama tüm bunların yanında, bir sürü güzel insan katar hayatınıza, kadının bedeninden utanmadığı, sokaklarda doyasıya dans ettiği hayaller verir. Rengarenk bir dünya olur umudunuz. Hem insanları sevmekse bu işin özü, şimdi nasıl vazgeçerim ki ben feminizmden? (BT/EZÖ)
* Bahar Toker, Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları A.B.D Yüksek Lisans öğrencisi