Bundan yaklaşık bir buçuk ay önce, 11 Şubat Cumartesi sabahı yola çıktı İstanbul Feminist Kolektif üyesi kadınlar uzun bir yolculuğa çıktı. Bu yolculuk esnasında Diyarbakır'dan, Van'dan ve Şırnak'tan 'kervana' katılan kadınlarla birlikte Şırnak'ın Uludere ilçesine bağlı Ortasu Köyü'ne ulaştılar akşamüzeri, yani Roboski'ye...
Ben de 21 kadından oluşan bu kervanın içindeydim. Bir gece konakladığımız köyden, aklımıza kazınan cümleler, temaslar, hikâyeler, deneyimlerle ertesi sabah uğurlandık.
Bu yazıdan muradım, Roboskililerin acılarını aktarmak, onların adına konuşmak değil. Zaten onlar kendimi yerine koymaya cesaret edemeyeceğim bir iyi niyet, sabır ve kararlılıkla anlatıyor bu acıyı.
Taleplerini de net olarak dile getiriyor. Katliamın üzerinden neredeyse üç ay geçmişken bu cümleleri 'buradan' duyabilmek hâlâ zor olsa da bunun kanalları var; isteyen ulaşıyor, gerçekten duymak isteyen duyuyor.
Uludere'yi ziyaret edenler olarak elbette, 'buradan' görülenlerin ne kadar gerçekdışı ve yüzeysel olduğunu aktarmaya çalışmak gerek. Lakin bu, acının tarifinden daha başka bir şeydir.
Bu yazıda tartışmaya açmak istediğim, gitmek ve kalmak meselesi. Benim derdim buradan 'giden' olmak ve aslında elinden hiçbir şey gelmezken, hatta her şey boş gelirken, seni karşılayan tarafından 'minnetle' karşılanmakla.
Derdim, katliamın muhattabı olan insanların bu süre zarfında köylere yapılan ziyaretlere bir lütufmuş gibi bakması, acısını ezberdenmiş gibi anlatmak durumunda kalmasıyla. Hikâyesini, elinde kaybettiği yakınının fotoğrafını taşıdığı çerçeveye sığdırmaya çalışmasıyla. Derdim, insanların böyle bir pozisyonda bırakılmasıyla.
Gidip gitmemenin, gidip dönmenin, 'oradan' ya da 'buradan' bakmanın önemini/değerini tartışmak da değil istediğim. Tam da önemin/ değerin ne olduğunu, bu tartışmayı ne üzerinden ve hangi bağlamda yürüttüğümüzün ne anlama geldiğini tartışmaya açmak. Gitmek elbete önemli, çünkü bir adımdır.
Adım atmadan yol alınmaz, değil mi? Yürümeden kervana katılamazsın. Yürüyünce de etrafına bakmasan dahi bir şey görürsün. Zaman değişir, mekan değişir, sen de değişirsin. Yol almış olursun.
Gitmek önemli; ama ne için gitmek?
'Gitmiş' olmak için? Acılara 'ortak olmak' için? Tanık olmak için? 'Deva' olmak için? Gitmek konusunda değer atfettiğimiz şey ne ifade ediyor, bizde hangi duyguya, düşünceye ve 'hatta' politik duruşa tekabül ediyor?
Feministler neden Uludere'ye feminist sıfatıyla, yok yok bilakis adıyla gitti sorusunun yanıtı belki burda aranmalı. "Ama bu bir kadın sorunu değil ki, sadece kadınları ilgilendirmiyor," diye düşünenlerin kafasındaki bulanıklığı bir nebze olsun gidermek için burdan açıklanabilir. Feminist politikanın neden sadece kadınları ilgilendirmediğini, hele de sadece 'kadın sorunları' denilen şeylerle alakalı olmadığını bir kez daha hatırlamak için buna ihtiyaç var diye düşünüyorum.
Feministler neden Roboski'ye gitti? Bu benim için ve oraya birlikte gittiğim kadınlar için sadece dayanışmak anlamını taşımıyordu. Esas niyet, bizzat yaşamamış olsan da kendine yapılmış kabul etmekti bu katliamı. Bunu anlatmaya çalışmanın en anlamlı yollarından biri de köye giderek insanlarla konuşmak, insanlara dokunmaktı.
Evet, oraya 'gidiyor' olmak katliamı bizzat yaşamamış olmaya denk düşer, çünkü dışardansındır. Belki köylü değilsindir, belki yoksul değilsindir, belki hayatında böyle çaresiz ve 'değersiz' hissetmemiş, acıyı bunca dibe vurarak yaşamamışsındır.
Belki Kürt değilsindir, ölümün anlamı (ya da yaşamanın fırsatı) senin için kimliğin üzerinden şekillenmemiştir hiç. Söz konusu Uludere katliamı ya da bir başka katliam olabilir. Bunların belki hiçbiridir, belki birkaçıdır, ama tamamı değildir senin durumunu anlatan. Zira dışardasındır.
Kısaca, Roboskilileri kafamızda oturtuğumuz 'çerçeveye' hapsedilmemiştir senin hayatın. Ortaklaştığın, paylaşmaya çalıştığın, kafa yorduğun, bu düzen değişsin diye eylediğin, kendince elinden geleni ardına koymadığın bir çaba olabilir senin için 'katliamın muhattaplarıyla dayanışmak'.
Politik mücadelenin parçası olabilir, en temelde. İşte bu gidiş feministler için tam da burda farklıdır, farklılaşır; çünkü bu yalnızca dayanışmanın, anlamaya çalışmanın ötesindedir.
'Aşmak' anlamında bir ötesinde olma hali değil elbette; sadece bunu, yani 'yanında olma' halini temel almayan bir gidiştir bu gidiş. Ancak bu, yanında olmanın, dayanışmanın anlamından da ödün vermez, aksine anlamını derinleştirir. Keza gitmek sadece 'başkası' için değil, kendin için yaptığın bir eylem haline gelir.
Bu noktada "Acınız acımızdır" demek sadece sözde kalamaz. Böylece gidince hissettiğin yoğun duygular dönüp de üzerinden belli bir vakit geçince ortadan kaybolmaz ya da gündelik koşturmalarla ötelenmez. Ötelenmemelidir.
Vicdanının ve duygunun yanında aklına, politik duruşuna da sızıverir bu acı. Sıcaklığını hep korur, her an dilinde olmasa da seni var eden cümleler içinde yerini kalıcı olarak bulur. Feministlerin savaşa ve savaş politikalarına karşı aldığı tavır da aynı duruştan temellenir.
Türkiye'deki savaştan mı bahsediyoruz? Feministler için savaşa karşı politika üretmek, savaşın etkilerini en çok yaşayan Kürt kadınlarla 'dayanışmak' demek değildir sadece. Savaş ve savaşın yol açtığı tüm ayrımcılık biçimleri en çok kadınları etkiler. Farklı biçimlerde ve mahiyette de olsa, savaşın birebir ya da dolaylı olarak muhattabı olan tüm kadınları. Dolayısıyla, barışı sadece 'dayanışmak' için değil, kendin için talep etmek gerekir.
Böyle baktığın zaman, savaş politikaları sebebiyle bu coğrafyada yaşanmış ve her gün yaşanmaya devam eden her haksızlıkta ve acıda kendini de görürsün. Kendini neresinde konumlandırırsan orda görürsün. Uludere'ye dair düşününce, 'erkek devletin' diğer katliamlarıyla ortaklaştığı yanı görmeni sağlamaz bu duruş sadece; neden ortaklaştığını bilmeni, öfkeyi ve talep etmeyi bu sebeple kendine mal etmeni gerektirir.
Peki kadınlar? Elbette, feminist adıyla gitmenin bir diğer amacı kadınlarla halleşmekti.
Roboskili kadınlar öyle çok şey anlatıyor. Acıyı, öfkeyi, tükenmişliği, umutsuzluğu, kararlılığı, isyanı. 'Dışardan' duyduğun gibi değil bu hal; karşında, yanıbaşında, o kadar somut ki. Onlar hâlâ anlatabiliyor. Sen dışardansın, şaşırıyorsun.
Yasını tutan birer anne, kız kardeş, eş, çocuk olarak kurulan cümleler, bu sistem içinde var olma mücadelesi veren kadınların hikayelerine dönüşüveriyor. Paylaşılan vakit çoğaldıkça, katliamla başlayan hikayeler, hayata dair başka başka şeylere değiyor. Kendi acıyla var olma deneyimini sorguluyorsun. Bunun bir sınırı var mıdır? Cümlelerde sınır yok, onlar anlatıyor.
Ben hem dinliyorum hem de kafamda şu soru var: insanlar neden yaşadığı böylesine bir acıya dair karşısındakini inandırmak zorunda? Sen dışardansın ve o acıya inanmak zorundasın. Lütfetmişsin çünkü, oraya 'gitmişsin'. Bu katlanılması çok zor bir duygu gerçekten; en azından benim açımdan.
Paylaşmak, dayanışmak, halleşmek, bunların değeri elbette baki. Ancak giderek, 'giden' olarak acısını paylaşmaya çalıştığın insanlara yaşattığın hal de ayrı bir dert olarak kalıyor yanında. Onlar senden medet umarak anlatmıyor elbette; ama kendini buna dahil hissetmemen mümkün değil. Bu sebeple de bu sorumluluğu nerden tuttuğun, nereden anlatmaya, nasıl aktarmaya çalıştığın daha da önem kazanıyor.
Aslında tüm bu sorular, sosyal bilimlerde de karşımıza çıkan ikilemler, halihazırda. Özellikle bir araştırma yaparken, görüşmeler yaparken, bir çalışmayı yürüten kişi olarak sosyal bilimcinin kendine 'konu' edindiği deneyimler, insanlarla yaptığı görüşmeler esnasında yarattığı hal; travmayı/ acıyı/ geçmişi yeniden yaşatma ve 'anlattırma' halinin kişi üzerinde yarattığı etkiler...
Feminist metodolojinin çokça üzerinde durduğu sorunlar bunlar. Bu sebeple feminist analizle sosyal bilim çalışması yürüten kişi, yaptığı çalışmada tüm bu sorunları esas meselelerinden biri haline getirirken kendini de çalışmanın bir parçası kılmaktan çekinmiyor.
Aksine, bunun böyle olması gerektiğini söylüyor; bilimsel çalışmanın nesnelliğini sorunsallaştırıyor. Başka türlü bir yöntem öneriyor. Ufuk açıcı, kafa açıcı, öznelliği, deneyimleri esas alan başka türlü bir bakış açısı.
'Başka türlü sosyal bilim yapmak mümkün'. 'Başka bir politika mümkün'. 'Başka bir dünya mümkün'. Feministler olarak bunları söylerken gerçekten olabileceğini kastediyor ve yapıyoruz da. (BA/ÇT)