2008 yılında önce ABD’de, sonra da Avrupa ülkelerinde kriz başladığında bir süre bocalayan ekonomi yönetimleri, çok da gecikmeden tedbir almaya başlamışlardı. Gerçi 1929 krizindeki New Deal programı gibi radikal denebilecek çözümlere girişmediler ama en azından umutla piyasanın sorunları çözmesini de beklemediler.
Konut piyasasında her önüne gelene dağıtılan mortgage kredileri ödenemez hale gelince bir dizi finans kuruluşu iflas etmeye başlamıştı. Bunlardan kimini kurtardılar, kiminin de batmasına göz yumdular. Ama her iki halde de batık kredilerin maliyetini devletler üstlendi. Bu uygulama finans kurumlarının zararlarının vergi ödeyenler tarafından karşılanacağı anlamına geliyordu.
Ekonominin topyekun yıkımdan kurtulması için bunu göze aldılar. Fakat bu politikalar yeni tartışmalara yol açtı. Muhafazakarlar piyasanın işleyişinin bozulmasından şikayet ederken, “Occupy Wall Street” hareketini başlatanlar da nüfusun yüzde 1’inin dayattığı politikalar başarısız olunca bunun bedelini yüzde 99’un ödemesine itiraz ediyordu.
Kriz derinleştikçe finans kurumlarının neredeyse hepsinin sorunlu olduğu ortaya çıktı. Karşılığı olmayan varlıklar türev ürünler şeklinde tekrar tekrar piyasaya satılmış, sanal bir zenginleşme yaratılmıştı. Bu duruma son vermek için finans piyasalarına yeni küresel kurallar getirmek konusunda herkes hemfikirdi.
Ancak finans piyasasına kurallar getirilmesinin kredi hacmini daraltacağı, büyümeyi olumsuz etkileyeceği de açıktır. Sistem büyüme olmadan uzun süre varlığını sürdüremez. Bu yüzden piyasayı canlandırma, talebi artırma, büyümeyi sağlama işlevini piyasa dışı aktörlerin, merkez bankalarının üstlenmesi zorunlu oldu.
Piyasayı paraya boğmak
ABD’de Fed ve Avrupa ile İngiltere’nin merkez bankaları piyasaları canlandırmaya giriştiler. Gelişmiş ülkelerin merkez bankaları para arzını artırmak için piyasadan tahvil alımına başladılar. ABD başta olmak üzere bütün ülkelerde piyasaya bol miktarda para sürüldü. Faizler sıfıra kadar düştü.
ABD’de Fed önce her ay piyasadan 40 milyar dolar değerinde tahvil alacağını açıkladı. Sonra bu kadarın yetmeyeceği görülerek ayda 85 milyar dolara çıkıldı. Bu program aksatmadan uygulandı.
Fakat günümüzdeki krizin 29 Krizinden önemli bir farkı olduğu görüldü. 29 Krizi ulusal pazarların olduğu, ulusal politikaların uygulandığı bir dünyaya aitti. Küresel ilişkilerin hakim olduğu bir dünyada Fed’in para arzını istediği gibi artırması da kolay olmuyordu. Fed kararlaştırdığı gibi her ay tahvil alarak piyasaya 85 milyar dolar arzetti. Ancak bu paraların tamamı ABD piyasasında kalmadı, bir kısmı daha yüksek getiri oranlarından yararlanmak üzere ülke dışına çıktı, dünya piyasalarında dağıldı.
Paranın önemli bir kısmı hızla büyüme çabasındaki gelişmekte olan ülkelere gitti. Sürekli olarak sermaye yetersizliği çeken bu ülkeler büyümek ve büyük projelerini gerçekleştirmek için dış kaynaklara ihtiyaç duyuyordu. Uygun kur ve faiz politikalarıyla dünyaya saçılan sıcak parayı çekmek için birbirleriyle yarıştılar.
En karlı yatırım olanaklarını arayan küresel sermaye, bu ülkelerden ‘yükselen piyasalar’ olarak tanımlananlarına akın etti. Gelişmiş ülkeler finansal sorunlarla boğuşurken söz konusu ülkeler küresel sermaye akımlarından yararlandı. Türkiye de bu ülkelerden biriydi. Öyle ki, başbakan “kriz bizi teğet geçti” demiş ve birçok kişi de buna inanmıştı.
Ancak dünyanın neoliberal politikalardan henüz vazgeçmediğini de unutmamak gerekiyordu. Devletin ekonomiye müdahalesi ve enflasyonist politikalar zorunlu kalındığı için çaresizlikten katlanılan durumlardı, ilk fırsatta terk edileceği çok açıktı. Keynesyen iktisatçılardan Galbraith “İş ve bankacılık çevrelerinde Keynesciler, kurulu düzene karşı Marksistler kadar düşman, üstelik daha açık ve somut bir tehlike sayılır. Burada iktisadi yaşamın büyük bir değişmezi yatar; Tam anlamıyla yıkıcı bir felaket ve onu önleyebilecek koruyucu reformlar söz konusu olunca, çoğu kez ilki tercih edilir” diyordu.
Fed “buraya kadar” diyor
Nitekim, krizin sona ereceğine ilişkin doğru dürüst bir veri olmamasına rağmen, Fed 22 Mayıs toplantısında önümüzdeki sonbahardan itibaren tahvil alımını azaltmaya başlayacağını ve 2014 yılı içinde de tamamen sonlandırmayı düşündüğünü açıkladı. Sonbahara kalmadan bütün piyasalar sarsıldı.
Gelişmiş ülkelerde faiz sıfır düzeyinden yükselişe geçti. Bu ülkelerde faiz oranı sıfır düzeyindeyken küresel fonlar riski göze alıp gelişmekte olan ülkelerde getiri arayışına girebiliyordu. Artık, faizler hala düşük bile olsa, riskli ülkeleri terk edip, gelişmiş ülkelerin az karlı fakat güvenli ortamına geçmeyi tercih ediyorlar.
ABD’de 22 Ağustos günü Federal Açık Piyasa Komitesi (FOMC) toplanarak, tahvil alımlarını azaltma kararının uygulanacağını açıkladı. Hindistan ve Endonezya başta, Brezilya, Rusya, Güney Afrika, Türkiye gibi ülkelerden sermaye kaçışı hızlandı. Artık bu ülkelerde kriz zamanı.
Bazıları, kapitalizmin sürekli olarak sektörden sektöre balon transfer ederek krizleri ertelediğini düşünür. Son dönemde yükselen piyasaların da, emlak sektöründeki gibi bir balon yaşadığı ve şimdi bunun sonuna gelindiği gibi bir hava var.
İsabetli tahminleri nedeniyle kendisinden “Houdini” gibi söz edilen iktisatçı Roubini söz konusu ülkelerin zaten durgunluğa gireceğini, Fed kararının bunu hızlandırdığını söylüyor. Roubini’ye göre bu ülkeler; aşırı büyüme nedeniyle enflasyon hedeflerini aşmışlardı, para politikalarını sıkılaştırmak zorundaydılar; gelişmiş ülkelerdeki durgunluk ister istemez bunları da etkileyecekti; özel sektörü destekleyen reformları yavaşlamıştı; bazılarında cari açıklar büyümekteydi ve bunu kısa vadeli, döviz borçlarıyla kapamaya kalkışmışlardı. Fed kararı bütün bunların üzerine gelmişti.
Türkiye’de neler olacak?
Bu durumda Türkiye ekonomisi nasıl etkilenecek, diye sormanın çok anlamı yok. Türkiye ekonomisi küresel fonları çekerek canlılığını koruyordu, bu fonların yön değiştirmesiyle durgunluğa giriyor. Göstergeler değişmeye başladı bile.
Borsa düşüyor, muhtemelen düşmeye devam edecek. Küresel fonları çekebilmek için faizler, dış ticaret dengesini sağlamak için döviz fiyatları yükseltilecek. Faizin ve dövizin yükselmesi firmaların maliyetlerini artıracak. Firmalar hem borsa değerleri düştüğünden hem de yüksek faiz nedeniyle kredi kullanmakta güçlük çekecek, yatırımlar azalacak. Bu durum öncelikle iç talebi kısarak durgunluğa yol açacak ki bunun doğrudan sonucu işsizliğin artmasıdır. Yalnız, dış finansmanın güçleşmesi firmaları ara malı ihtiyacını yurt içi üretimden karşılamak zorunda bırakabilir, bu da istihdam üzerinde bir miktar olumlu etki yaratabilir.
Ayrıca faiz ve dövizin yükselmesi maliyetlerde hızlı bir artışa yol açacağından, büyük projelerin finansmanı zorlaşacak. Zaten uluslararası kredi değerlendirme kuruluşları da ülke puanlarını yeni duruma göre ayarlayacak. O çok tartışılan çılgın projeleri bundan sonra tartışmaya pek gerek kalmayabilir.
Türkiye bunları belki daha az şiddetle yaşayabilirdi. Fakat Roubini’nin gerekçeleri söz konusu ülkeler arasında en çok Türkiye için geçerli. Türkiye pazarın bereketli olduğu dönemde har vurup harman savurdu. Cari açık dediler aldırmadı, kısa vadeli aşırı borçlanma dediler tınmadı. Şimdi bir yıl içinde ödenecek 150 milyar dolar dış borç ve 60 milyar dolar cari açıkla yakalandı. Başladığı ve başlamak üzere olduğu prestij projeleri ile birlikte.
Peki, bütün bunlar konuşulduğu halde neden tedbir alınmadı? En başta, sınır tanımayan siyasal hedefleri nedeniyle büyümeden en ufak bir taviz vermeyi kabul edemeyen bir başbakandan söz etmek gerekiyor. Bir de yatırım iştahı doymak bilmeyen, yurt sathına yayılmış bir kadrodan. Ayrıca, ülkenin dış politikada içine düştüğü duruma yol açan nedenler galiba burada da geçerli. Aşırı özgüven yüzünden sınırlarını tayin edememe sorunu var. İkaz edenleri dinlemeyen, zaten insanları ikaz etmeye cesaret edemeyecek kadar korkutan bir yönetim anlayışının sonuçlarını yaşıyoruz.
Şimdi, krize girmemek için, yine iddialı konuşmalar yapılıyor. Çok kritik bir durum olmadığı, ekonominin bu sorunları kolaylıkla atlatabilecek güçte olduğu söyleniyor. Ekonomide asıl olarak beklentilerin belirleyici olduğuna ilişkin güçlü bir inanç var. Morallerin bozulmaması gerekiyor.
Bugüne kadar iktidar partisinin gücü ve başbakanın otoritesi, küresel sermayeye politikaların sürdürüleceğine ilişkin güven verdi. Başbakan bunun farkında. Beklentileri yüksek tutmak için otoritesini sürdürmek isteyecek. Bu yüzden otoritesine ilk güçlü meydan okuma olan Gezi direnişini aklından çıkaramıyor, sürekli lafı oraya getiriyor.
Bu durum nasıl bir kriz yönetimi olacağına ilişkin ipuçlarını da gösteriyor. Gösterilerin sertlikle bastırılmasına hazırlıklı olmak lazım. Göstericilere yönelik nefret dilinin yaygınlaşmasına da. (BD/HK)