Fazıl Say "memleketin yüzde 70'i türbanlı, biz azınlığız artık. Kızımı da alıp bu ülkeyi terk etmeyi düşünüyorum" diyerek, aslında belki de uzun yıllardır ülkede yaşanan değişimin kültür-sanat alanındaki olumsuz yansımalarının dışa vurulmasına, tartışılmasına ortam yarattığı için pek de olumlu bir şey yaptı diye düşünüyorum.
Yaşanan değişim
Yaşanan değişim tanımıyla: Olanakları elversin, ya da vermesin, toplumun genelinin, ne kadar ürettiğini sorgulamaksızın sınırsız bir tüketim hırsına kapılması, insanlığın ortak kültürel değerlerinin gündelik yaşamda giderek kaybolmaya yüz tutması ve bunun yerinin, pop-arabesk-magazin kültürü ile doldurulması, yaşam kültüründe özgün olanın değerini kaybederek, yerini, moda olan davranış ve tarzlara terk etmesi, başka bir deyişle de, bireylerin kendi yaşamlarına ve sorunlarına yabancılaştırılma projesinin hayata geçirilmesi sürecinin yaşamımızdaki yansımaları kastettiğim. Bir yandan tümüyle bencil-bireysel davranış biçimleri benimsenirken, bir yandan da topluca-bir arada yaşama, bir amaç uğruna bir arada uğraş verme davranışlarının kaybolmaya yüz tutmasının toplumda giderek yaygınlaşması, "yaşanan değişim" tanımıyla kastettiğim…
Tüm bu saydığım değişim kendi kendine olmadı elbette. 12 Mart darbesiyle başlayıp 12 Eylül darbesiyle tamamlanan toplumsal dönüşüm projesinin bir parçası olan bu yeni insan tipinin yerleşmesi için, birileri, ilgili kurumlar yoluyla ellerinden geleni yaptılar. Başka bir deyişle, bazı kurumlar, bu insan tipinin yeşermesi için, asli görevlerinden giderek uzaklaştılar, ya da uzaklaştırıldılar.
80'li yıllardan bu yana türban yasağı ve ona karşı çıkanların çekişmesine rağmen, türbanlılar yüzde 70'e ulaştıysa, yasaklar, istenmeyeni çoğaltmaktan başka bir işe yaramamış demek ki diye düşünmek yanlış mıdır bilmem?
Oysa, içinde yaşadığımız, yaşamlarımıza yön veren sistem, toplumsal yaşamımızı belirli bir hedefe uygun olarak düzenlemek için var ise, türbanı ve temsil ettiği dünya görüşünü yasaklayarak azaltmayı, yok etmeyi hedeflemek yerine: yaşamını düzenlemekle, planlamakla sorumlu olduğu insan topluluklarına, türbanı öneren yaşam ve inanış biçimine sarılmak yerine, başka bir dünyanın varlığını bildirerek, toplumun geniş kesimlerinin 'insanlığın ortak kültürel mirası' diyebileceğimiz kültür ürünlerine kolayca ulaşmalarını hedefleyen bir proje ortaya koyabilse idi sonuç bu mu olurdu? (Tüm iletişim organları yoluyla, kalabalıkların önüne kadın ver erkek modeli olarak bilim, sanat, kültür insanları konulsa idi sonuç böyle mi olurdu?)
Yıllık görev planları farklı olsaydı...
Mesela: devletin finanse ettiği sanat kurumlarının yıllık görev planları arasında,
Ülkemizin her kentinde yılda en az 1 bale-opera gösterisi, 1 konser yapmak olsa idi. Böylelikle; son yıllarda iyice tartışılır hale gelen ve neredeyse sanki atıl kurumlar durumuna düşürülmeleri için gizli bir plan varmışçasına, etkinlikleri çeşitli kaynaklar **kısılarak azaltılan sanat kurumları; devletin sırtında bir kambur durumuna düşürülmek yerine gerçekten bu toplumun yararına nasıl daha iyi işletilir konusu üzerinde emek harcansa idi…
Ki, Erol Gömürgen'in Opera Bale genel Müdürlüğü döneminde denenmiş, GAP bölgesine yapılan bale ve opera turneleri hem sanatçıları, hem de o yörelerin halkını çok mutlu etmiş idi, her ne hikmetse devamı gelmedi.
70'li yıllarda, Ankara Devlet Balesi'nde dansçı olarak çalıştığım yıllardan anımsıyorum: "Point shoes bulamıyorlarsa mes giysinler" ile başlamıştı kaynaklarımızda kısıntı, 2 yıl kadar öncesinde de Senfoni orkestrası Müdürü'nün, konser akşamları tuvalet musluklarından su akmasını sağlamak için su kartını kendi bütçesinden ödeyerek doldurduğunu anımsıyorum!
Hiç değilse bölgelerde yer alan merkezi kentlerde birer konservatuar açmanın yolları aransa ve oluşturulsa idi. Devlet okulları sistemi içerisinde yer aldıkları için, zengin yoksul, okumuş, okumamış ailelerden geldiklerine bakılmaksızın, salt çocukların yeteneklerinin göz önüne alındığı sınavlarla seçilen çocukların eğitildiği konservatuarlarda ve Türkiye'nin her yerinde sanat eğitimi verilseydi.
Tam bu noktada, Adanalı ve eğitimci bir velinin "ben kızım bu okulda eğitime başlayana dek, bale eğitimini, konservatuar eğitimini, zenginlerin çocuklarına aldırabileceği bir eğitim sanıyordum. Öyle olmadığını, üstelik herhangi birinin çocuğunun da çalışması ve yeteneği ölçüsünde başarılı olabileceği bir eğitim kurumu olduğunu anlamak şaşırttı ve sevindirdi beni" sözcüklerini de eklemeliyim sanırım.
Ve, bu düşüncesini bütünsel bir proje olarak tasarlayan ve ilgili kurumlara 60'lı yıllarda, bundan 40-45 yıl öncesinde sunan kültür sanat insanları, hayatları boyu "sakıncalı kişi" olarak addedilmeseydiler.
Medya
Anlı şanlı medya işverenlerimiz, gerçekten ülkemizin insanının daha iyi, daha insanca yaşamasını amaç edinmiş ise, TV'lerde, reytingi en yüksek olan saatlerde, hangi kanalı açsak kim-kimle hangi klüpte basılmış programları yerine, program yapımcılarından: insana, insan olmanın değerini anımsatan, duyumsatan programlar, ülkemiz insanının evrensel ölçülerde ulaştığı başarıları konu edinen, içeren programlar talep etseydiler...
Ekonomik gücü düşük olan kesimin en yaygın olarak yararlandığı kitle iletişim araçları olan TV'lere RTÜK abur cubur yasaklar koymak yerine,(ya da neleri yasaklayacağını düşünen bir kurum olmanın yerine) eli yüzü düzgün kültür-sanat programları yayınlamalarını, toplumun her kesimim yaratıcılığa, üreticiliğe, sahip olduğu yetenekleri değerlendirmeye yönelten programlar yayınlanmasını, yayıncılığın bir koşulu olarak talep eden bir kurum olsa idi…
Türkiye'nin bestecilerinin, yazarlarının, koreograflarının ortak çalışmalarıyla ortaya koyabilecekleri, bu topraklara ait hikayeleri, masalları, efsaneleri dile getiren sanat yapıtları, baleler, operalar yaratılmasını amaçlayan projeler yürürlüğe konulsaydı... Pek seyrek de olsa bir turne vb. nedeniyle kentlerinde sunulan ve tümüyle batılı yaratıcılara ait olan eserleri ilgi ile izleyen Anadolu insanı, kendi sesini, sözünü bulabildiği sahne eserleriyle buluşsa ve bu sanat dallarını içselleştirseydi…
Yukarıda, aklıma düştükçe sıraladığım değerlere sahip çıkan, bu değerlerin topraklarımızda yerleşmesini benimseyenler, çeşitli dönemlerde, çeşitli yollarla baskılanmasa, sakıncalı ilan edilmese, otellerde yakılmasaydı…
"Heykelin içine tüküren" belediye başkanları da, "balenin belden aşağı bir sanat" olduğunu iddia eden (eski İstanbul belediye başkanı) günümüzün başbakanları da böyle bir toplumsal yapı içerisinde yer bulabilir yüzde 70 oy alabilir miydi?
Fazıl Say'ın çıkışı
Fazıl Say öfkesinde, kırgınlığında ve öfkesini dışa vurmakta (söylemi tartışmaya açık olmakla birlikte) haklı olabilir. Hele, öfkesini dışa vurmakla, çoktandır tartışmamız, kamuoyu ile paylaşmamız gereken bir konuyu gündeme taşımakla çok isabetli bir iş yapmış olduğunu düşünmekteyim.
Fazıl Say'ın, bu çıkışıyla, içinde yaşadığımız toplumun bir kesiminin kaygılarına tercüman olduğu gerçeğinin haklılık payını teslim etmeliyiz. Ancak, ülkemizi terk eder mi, etmez mi sorusunu tartışmayı bir yana bırakıp, ne yapmalıyız, nasıl yapmalıyız konusu üzerine düşünmek ve harekete geçmenin vaktinin de çoktandır geldiğini düşünmekteyim: Yüzde 30'luk dilimin içerisinde yer alıp da ülkeyi terk etmeyi düşünmeyenler için, yüzde 70'in var olmasına sebep olan koşulları doğru tespit etmek, içinde yaşadığımız koşulları dönüştürmek için uğraş vermek, bu uğraş için güç birliği sağlamak, üzerimize yayılmış olan rehavetten kurtulmak ve vargücüyle işe koyulmaktan başka yol yok. Son 6-7 aydır her yükselen öfke seliyle Anıtkabir yollarına kendini atmakla, toplumsal görevini yapmış sanmak yanılsamasına bir son vermek zamanı geldi de geçmiyor mu?
Şimdi iş zamanı.. Antepli Ayşe, Niksarlı Hasan, Vartolu Fatma da bu ülkenin yurttaşı olup da bu olanakları hak etmişken; bu olanaklara ulaşabilecekleri bir ortamda doğmuş, fırsat bulmuş oldukları için bu ülkenin olanaklarıyla eğitim almış her bir bireyin, bu ülke insanına verecekleri çok şey olduğunu düşünerek yeni yollar aramasının ve belki de kültür ve sanatta, pop-magazin kültür, ya da İslami kültürü benimsemeyenlerin bir araya gelip güç birliği oluşturmasının zamanı gelmiştir.. Ne dersiniz? (MA/TK)