Burgaz’a günübirlik gezmeye gelenlere Kalpazankaya yolunda sık sık rastlarsınız; geriye dönmekte olan bazılarının çehresinde örselenmiş bir ifade vardır.
Ada iskelesinden yola çıkıldığında nispeten düzayak yürünebilen en uzak noktaya ulaşmışlardır aslında, fakat birçoğu hayal kırıklığına uğrar ve adalı olduğunu tahmin ettikleri insanlara “Yol bitti mi? Adanın etrafını dolaşabileceğimiz bir güzergâh yok mu?” gibilerinden sorular yöneltirler. Burgaz’ı her yönüyle keşfedememek, fetih duygusuyla dolup kısa zamanda sahip olamamak hissi ağır gelmiştir belki de!
Çünkü, Kınalı, Heybeli ve Büyükada’da olan tam tur imkânı Burgaz’da yoktur. Ülkede haritaların yıllar boyunca tehlikeli bir unsur olarak görülmesi bir yana, günümüz teknolojisiyle donatılmış cep telefonlarının sunduğu sonsuz imkânlardan yararlanmak da pek azının aklına gelmiştir. Mecburen gerisin geriye dönüp ahırlardan önce, yayılabilecekleri ilk düzlüğe kısa zamanda ulaşırlar.
Bazıları Lavi Levent Kovos korusunu oluşturmak için dikilmiş çam ağaçlarının altına piknik teçhizatını yayar, mangal yakmak için odun toplar, kimi grup halinde yoga yapmaya koyulur, kimi sevgilisiyle el ele tutuşup inşaata boğulmuş Yassı ve Sivri adalara romantik romantik bakakalır.
Bir diğer kısmı ise daha enerjiktir ve bu ziyareti doyasıya değerlendirmek, paylaşmak ve aynı zamanda ölümsüzleştirmek için ağaçlı bölgenin bitişiğindeki açık alanda 32 dişini göstermek suretiyle fotoğraf çekimine girişir. Arka planın en önünde, son zamanlarda Marta Koyu adını almış gayet fotojenik bir coğrafi unsur vardır, onun solunda bir zamanlar taş ocağı olarak kullanılmış Kınalı’nın kızıl yamacı ve hepsinin arkasında uçsuz bucaksız uzanan, çarpık şehircilik şahikası İstanbul’un silüeti. Kimisi sevdiceği ile özçekim yapar, bazısı neşeli ve mümkün olduğunca genç görünümlü suratlar takınarak grup fotoğrafı çektirir, kimileri ise çoktan enflasyona uğramış bir poz için, küçümsenmeyecek tehlikedeki uçurumun en kenarına kadar varıp beceriksizce havaya zıplar, zıplar, zıplar…
O arada engebeli bir yüzeye sahip olsa da genişçe açıklığa bir fayton da gelmiştir. Yabancı oldukları anlaşılan bir grup insan, faytondan inip aslında adanın doğal dokusuna pek de uymayan toprağa basarlar ve onlar da muhteşem manzarayı arkalarına alarak fotoğraf çekimine doludizgin girişirler.
Acaba yerlerdeki ufak tefek kırıntılar inşaatlardan kalma atık malzemeler midir? Cılız çimlerin arasından görünen, rengini epey yitirmiş obje, madde yorgunluğu çeken plastik bir bidonun ucu mudur? Ya denize doğru inen dimdik rampadaki yarıklara ne demeli?
Acaba üzerinde durduğumuz alan, fay hattındaki Adalar’ın doğal ve sağlam kaya kütlesinden farklı, insan yapımı eğreti bir çıkıntı mıdır?
Yoksa burası seneler boyunca adalıların kurtulmak istediği çöpler, bahçe temizliğinden artanlar, hafriyat ve leşler dahil, birçok atığın denize boca edildiği eski çöplük olabilir mi?
Aman fazla zıplama, çökebilir!
Hele hele faytonlar iptal edilip yerine İETT memurlarının kullanacağı, boyutları daima büyümeye endeksli elektrikli araçlardan birkaç tanesi buralara park ettiğinde içinden inecek kalabalık ailelerin oluşturacağı ağırlığı düşünsene!
İBB destekli yeni belediye yöneticileri, resmigeçit halinde adaya gururla soktukları koca koca inşaat ve hizmet araçlarını buraları da ihya etmek için ne zaman kullanacaklar acaba?
Eski çöplükten denize kadar ulaşılsın diye, Sait Faik Abasıyanık müzesinin önünde yıllarca hizmet vermiş sevimli merdivenlerin yerine apar topar kotarılmış ve kısa zamanda dağılacağı tahmin edilen parke taşlardan buraya da mı döşeseler?
Faytoncuları ve seyisleri de hipodromlarda işe alacaklarmış, duydun mu?
Atlar ahırlarda tek tek ölüyor, bazıları meçhul kaderlere doğru ana karaya sürülüyor. Tüm faytoncuları aynı kefeye koyup adaları elektrikli araçlara boğmaya yönelik politikaların ekmeğine yağ süren hayvanseverlik nöbetçileri nerede şimdi?
Yok yoook, burada çok fazla negatif titreşim alıyorum; şehirde zaten kelle koltukta yaşıyoruz, şu lanet yerde b…k yoluna gitmeyelim, içerilere, ormana dalalım.
Ben ormana girmekten korkuyorum, ya kurt çıkarsa?
Adada bir zamanlar kurt bile yaşamış, üstelik yerli köpeklerle çiftleşip yavru sahibi de olmuş; bu bir ada efsanesi filan değil, düpedüz hafıza!
Vapurda şaka olmaz!
Tarihlerden dört Şubat 2020 idi; 16:30 seferi Eminönü’nden hareket etmiş, Kadıköy’e uğradıktan sonra Şehir Hatları gemisi ada rotasında seyrine tatlı tatlı devam ediyordu. Mevsime rağmen hava gayet yumuşak, güneş parlaktı, lodostan kalma geniş dalgalar etkisini neredeyse tamamıyla yitirmişti. Derken kaptan dümenini aniden ters istikamete dönecek şekilde kırdı ve vapur tekrar Sarayburnu yönünde ilerlemeye başladı. Ufukta gözlerim denize düşmüş birini aradı, fakat bulmakta epey zorlandı çünkü adam sırt üstü pozisyonda, sadece ayakları, elleri, biraz da başı görünecek şekilde suyun yüzeyinde uyuyormuşçasına duruyordu. Acaba soğuk suyun etkisiyle şoka mı girmişti?
Gemi adama fazla yaklaşamadan durdu; yolcular çok olmamasına rağmen hepsi denizdeki kazazedeyi görebilmek için bir tarafta yoğunlaşınca vapur biraz yan yattı. Çoğunluk telefonlarına sarılmış denizdeki adamın fotoğraf veya filmini çekiyordu, fakat motorların adama daha fazla yaklaşmak için harekete geçmesini boşuna bekliyor gibiydik. Vakit geçiyor, denizcilikte uzmanlaştığı belli bir şahıs: “Hipotermiden ölecek!” diyordu. “Kışlık kıyafetler ve bilhassa yün kazak su emdiğinde beni bile aşağıya çeker!” diye de ekliyordu.
Derken kaptan, adamın etrafında genişçe bir daire çizdikten sonra yine benzer bir mesafede duruverdi. Yolcular biraz önce durdukları yerden karşı tarafa transfer olunca gemi bu sefer diğer tarafa doğru eğildi.
Eline turuncu bir can simidi almış, yapılı Arap bir turist kazazedeye hâlâ çok uzak olduğumuzun farkındaydı; elindekini denizdekine ulaştıramayacağını bildiğinden olsa gerek, üzerindekileri çıkarıp, altta pantalon, üstünde beyaz bir atletle suya atlamaya hazırlanıyordu.
Bir şakalaşma anında, epeyce coşkun oldukları anlaşılan Arap turist grubundan mevzubahis kurbanın kendini kaza sonucunda suda bulduğu söyleniyordu.
Fakat her şeye rağmen adam çok sakin görünüyordu. Bir ilk yardım kursunda eğitim almışçasına, asla çırpınmıyor, arada sırada hayatta olduğunu kanıtlarcasına kollarını azıcık hareket ettiriyor, fakat geminin ona yaklaşamamasına karşın o da gemiye yaklaşmak üzere yüzme teşebbüsünde bulunmuyordu.
Vapurdaki işgüzar bir yolcu avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “SAKİN; SAKİN; SAKİİİİN…” Ailece ömrümüz denizlerde geçmiş olmasına rağmen suda donma veya boğulma tehlikesi karşısında bu kadar sakin davranabilen bir insan hiç görmemiştim, hatta bu pasif duruş tahayyül sınırlarımı katbekat aşmıştı. Ayrıca o komutun Türkçesi: “Sakin OL”. Burada şahit olduğumuz vaka, ABD senaryolu bir televizyon dizisinin uyarlaması değil… Asıl sen sakin ol! demek geliyor içimden; sudaki adama da “DAYAAAAN” veya “DİREEEN” diye bağırmak!
Vapurun filikalarından biri şimdiye kadar neden denize indirilmemişti ki? Oysa adam denize düşeli 15 dakikadan fazla olmuştu.
Derken ta Sarayburnu akıntısının ortasından hızla gelmiş olan heyula gibi gırgırın yanında, nispeten alçak güverteli destek teknesi yaklaşıp duruma müdahale etti. Güçlü balıkçıların büyük çabalarıyla adam zar zor sudan çıkarıldı, ama denize düştüğü andan o ana kadar geçen uzun süre yüzünden kazazedenin hipotermiden ölme riski bakiydi.
Yolcu vapuru tekrar yola koyuldu, bu arada uzaktan Sahil Güvenlik botunun da artık olay yerine hızla yaklaştığı görülüyordu. Adamın denize kazara mı düştüğü, biri tarafından kötü niyetle mi itildiği hususunda ifademizi ise kimse almayacaktı!
Sonra merak edip bir bakayım dedim, A-AAA, bizim vapurun filikaları hiç yoktu ki! Günler boyunca takip ettim, diğer Şehir Hatları gemilerinde de yoktu. Bilhassa yazın, içine çoğu yüzme bilmeyen binlerce yolcu alıp kapasitesinin katbekat üstünde insana hizmet eden vapurlarda acil anlarda denize indirilebilecek filikalar sahiden de yoktu.
Acaba eskiden de mi yoktu? Yoksa bu hafızanın bize bir oyunu muydu?
Balık bolluğu?
Tam da o dönemde, kötümser duygular içinde bir gece Burgaz’ın Aynikola mıntıkasından merkeze doğru yürürken solumda, Kaşık Adasının batı ucunda bir sürü balıkçı ışığı gördüğümde çok şaşırdım ve sevinmem gerektiğini düşündüm. Demek ki iddia edildiği gibi balık tükenmemiş, hatta eskiden olduğu gibi yine akın vardı. Bölge lüferlerin uğrak yerlerindendi; tamam ışıklandırma sistemi teknolojiyle değişmiş, piknik tüpünün ucuna takılan nostaljik lükslerin yerini çağdaş teçhizatlar almıştı. Ama kayıkların sayısına bakıldığında ve denizin ortasından yükselen sevinç nidalarına kulak kabartıldığında, lüferlerin Marmara’ya avdet ettiği barizdi…
Kısa bir süre sonra vaziyetin tahmin ettiğim gibi olmadığını ne yazık ki anlayacaktım. Meteorolojik unsurlar bazen zorlayıcı olsa da denizin ortasını ışıl ışıl süsleyen, genellikle İstanbul’un Anadolu yakasından gelen kayıklarda yeke balıkçıların kontrolünde olsa da gerisi şehir kökenli, balıkçılık turizmi yapanlardan müteşekkildi; yani balıkçılık heveslerini almak üzere kumanya ve içki dahil belirli bir paket sahibi olan bilumum müşterilerdi. Şehirli insanlar için denizden balık çıkıp çıkmaması da pek mühim görünmüyordu. Kendimi, her tutulan balık için vergi verilen veya yakalanan balığın tekrar suya salındığı, nesli tükenmekte olan hayvanların koruma altında olduğu ABD’deki bir milli parkta sandım.
Oysa burası deniz bereketiyle dünyanın ilk büyük kentlerinden birinin kurulmasına vesile olmuş çok özel bir coğrafyaydı. Balıklar Bizans’ın paralarını süsleyecek kadar mühim yer tutmuştu. Nitekim şimdi, içi tamamıyla boşaltılmış kavram ve aktivitelere bu da katılmıştı. Balıkçılık turizmine katılanlar, Burgaz’lı kurt bir balıkçının teyit ettiği şekilde, her gece birkaç istavrite razı olacak kadar alakasız ve iyimserdi.
Vapurlar dahil, toplu taşıma araçlarında maruz bırakıldığımız televizyon spotlarının birindeki levrekler de başka türlü bir iyimserliğin örneğiydi. Levrek balıklarını tanıtan görüntülere eşlik eden bilgi notları arasında levrek balığının denizlerimizde, hangi mevsimde daha lezzetli olduğu anlatılıyor, o mevsimde tüketilmesinin faydalı olduğu duygusu aktarılıyordu. Oysa görüntülerde, birbiriyle tamamıyla aynı boyutlardaki levrekler silsilesi doğal yaşamdan çok uzak, çiftlik şartlarında yetişen ve balık tezgahlarında her zaman nispeten ucuza bulunabilen ısmarlama balıklardı.
Bu arada Kanal İstanbul daha inşa edilmeden bile, sebebi hâlâ anlaşılamamış, sümüğümsü bir magma, hafızamda birkaç sene öncesinden apaçık yer ettiği şekilde, Marmara’nın ve bilhassa Adalar’ın etrafındaki deniz dibini kuşatmakla meşguldü; yoksa kımıldamaya başlayan fay hattından mı sızıyordu? (MT/AS)