Rıhtımlar bende romanesk duygular uyandırır. Her zaman değil ama. İş çıkışlarında ve işe gidiş saatlerinde hiç değil. Ama bazen yığınlarca insanın vapurlara koşuşturmasında bile bir dinginlik vardır. O iç içe geçmiş telaş taşıyıcıları dalgalarla yitip gittikten sonra rıhtımlarda an'lık da olsa hüzünlü bir sakinlik kalır. Ama gün ışığının kendini karanlığa teslim etmeye başladığı saatlerde başlar asıl benim rıhtımlarım. Belki de "başlardı" demem gerek.
Aslına bakarsanız, şehrin tüm kargaşasının sonlandığı bu yerlerle aramda gelişen özel durumu yitirdim demek daha doğru olacak.
Söylemek istediğim, o kıyılarla aramda, adını henüz koyamadığım yeni bir ilişki gelişmeye başladı şu sıralar.
Oturduğum semtin kıyılarında yürümeyi ihmal etmediğim rıhtım, her zaman olduğu gibi yine kalabalıktı o gün. Gelip geçenlerin çıplak ayaklarıyla peşlerine takılan her yaştan çocuğun "bir ekmek parası" sesleri, su, simit, midye dolma, çiğ köfte satıcılarının seslerine karışırken, cılız ağaçların altına, telefon kulübelerinin köşelerine tünemiş orta yaşlı, yaşlı, genç kadınların sessiz, amaçlı bekleyişlerinin görüntüsü ekleniyordu. Görüntü, vaktinden önce kırışmış, sertleşmiş yüzleriyle yaşları kestirilemeyen yan yana dizilmiş ayakkabı boyacıları, kaçamak yapan aşıklar, konser vermeye hazırlanan körler, işsiz güçsüz takımı ile tamamlamıyordu. Bu panoramayı İstanbul'un küçültülmüş bir hali gibi seyrediyordum nedense.
"Tamam" diyordum her seferinde, "çok uzaklara gitmeme gerek yok, hayatın gerçekliğiyle ilgili izlenimlerimi burada da yapılandırabilirim."
Takıldığım Kadınlar
Aslında ben; yaz, kış demeden, yıpranmış, boyalı yüzleriyle, sürekli bekleyen; yoğun yağmurlarda bile oradan uzaklaşmayara, telefon kulubelerini kendilerine saçak altı yapan kadınlara takılmıştım. Bir gün, bahsettiğim kadınların yakınlarında, neredeyse arkaik çağlara ait görüntüleriyle, ayakta durmuş sürekli birbirlerine bir şeyler anlatan iki adama rastladım. İşte o an, rıhtımdaki tüm görüntüler silinmiş, yalnızca o iki adam kalmıştı. Hararetli konuşmaları, elleriyle birbirlerine bekleyen kadınları ve rıhtıma konuşlanan diğerlerini işaret etmeleri ilgimi çekmedi sadece, asıl beni çeken, onların da benim gibi rıhtıma yansıyan İstanbul'la ilgilenmeleriydi. Bir de, bizim çağımız ve benim rıhtımımla empati kurma çabalarını çok dokunaklı bulmuştum.
Ne konuştuklarını duymak isteyip, yanlarına biraz yanaştığımda, vupurdan inen kalabalık onlara doğru attığım adımları yüz geri etti. Bir uğultu hali başlamıştı rıhtımda. Yaklaşık beş dakika sonra o iki adamı da gözden yitirmiştim. Daha doğrusu bulundukları yerde yoklardı. Zaten hava da bir hayli soğumuş ve kararmıştı. İstemeyerek eve yöneldim. Nasılsa, ertesi gün yine oradan geçecektim. Yine gözlerim, rıhtımı boydan boya tarayacak, neredeyse gerçeküstü bulduğum o kadınlara, kımıltısız yüzleriyle peş peşe dızılmiş ayakkabı boyacılarına ve diğerlerine takılacaktı. Yola çıktığımda, rıhtımda oluşumu daha uzun tutmak için erken bir saati seçmiştim. En azından akşama daha üç-dört saat vardı.
Bu zindan...
Yo, tabii ki o iki adamı unutmamıştım. Ama onları tekrar görme konusunda bir beklenti de geliştirmemiştim. Söylemek istediğim onları aynı yerde tekrar gördüğümde neler hissettiğim. İnsan isteyip de hayalini kurmadığı bir şey gerçekleştiğinde nasıl bir duygu yaşar, tahmin edersiniz. Bense onları tekrar görmekle kalmamış, konuşmalarına kaldıkları yerden devam ettiklerini de anlamıştım.
Yanlarına yaklaştığımı söylememe gerek var mı? Zaten biliyorsunuz en çok istediğim buydu. Yaklaştım, bir hayli yaklaştım. Konuşmalarına, daha doğrusu atışmalarına öyle bir kaptırmışlardaki kendilerini, o kadar sokulduğum halde beni fark etmediler bile. Birbirlerine hitaplarından, "Faust", "Mephistopeles" sözcüklerini yakalamış, böylelikle isimlerini de öğrenmiştim. Konuşmalarını dinledikçe, rıhtımla ilgilendiklerini anlamış, bu da merakımı kamçılamıştı. Onlar, iyi, kötü, erdem, suç kavramlarına sürekli vurgu yaparken, bense rıhtımda olan, biten, görünen her şeyin bugünün reel yaşamının pratikleri olduğunu düşünüyordum.
Peki bu adamlar, ait oldukları çağdan buralara gelerek, üstelik, soyutlama düzeyinde konuşarak neye çözüm bulmaya çalışıyorlardı?
Rıhtım sakinlerinin umurunda olmadıkları halde, onlar rıhtım sakinleriyle niye bu kadar ilgileniyorlar diye düşünürken kendimi yakaladım; ben niye ilgileniyordum peki?
Adlarının Faust ve Mepishistopeles olduğunu öğrendiğim bu iki adama beni yaklaştıran rıhtımla ilgili ortak ilgimiz değil miydi!
Konuşmalarını duyuyordum artık. Adının Faust olduğunu öğrendiğim adam "bu zindan"dan bahsediyordu. Yoksa, "bu zindan"la rıhtımı mı kastediyordu? Yani, rıhtımdaki ülke görüntüsünü? Acı çeken bir insan görüntüsü vardı Faust'un yüzünde. Sessizce uzun bir tirad olarak nitelendirdiğim konuşmasını dinledim.
Dünyanın şanı, şöhreti bana tok...
- "İşte, ah! felsefe, Hem hukuk, hem hekimlik, Hem de ilâhiyat ne yazık Okudum hepsini, hummalı hevesle! Okudum da ne oldum, zavallı ahmak!
Hâlâ önceki çaylak; Sanım master, hatta doktor, Nerdeyse on yıl oluyor, Aşağı yukarı eğip büküp, Öğrencileri avutup eğitip - Görüyorum ki, bilemeyiz hiçbir şey! Bu da yakıyor yüreğimi epey. Gerçi zekiyim bütün o boşboğazlardan, Doktor, master, yazar ve papazlardan; Ne vicdan azabı duyuyorum, ne kuşku, Ne cehennem, ne şeytan korkusu - Buna karşılık bütün sevincim bitti, Aklım hiçbir şeye ermedi gitti, Taslamıyorum, bir şey öğretebilirim diye, İnsanları iyiye, doğruya yöneltebilirim diye. Üstelik param pulum da yok, Dünyanın şanı şöhreti bana tok. İt bile istemez böyle yaşamak! Bu yüzden istedim sihirle uğraşmak, Belki ruhun gücüyle dilin imi, Çözer diye kimi gizemi; O zaman döke döke acı terler, Konuşmam her şeyden bihaber; O zaman bilirim dünyayı Ayakta tutan ustayı, Görüp gizilgücü ve tohumu, Kurcalamam artık şu bu mefhumu. Ey, dolunay, baksana, Son bir kez azabıma, Kimi gece yarılarım Bu kürsüde gözümü aralarım: Kitaplar kâğıtlar üstünden sonra, Üzgün dost, görünürsün bana! Ah, gezebilsem dağın doruğunda Senin o sevgili ışığında, Dağın ininde ruhlarla süzülüp, Çayırda alacanla örülüp, Ve sıyrılıp tüm bilgi dumanından, Sağalabilsem yunup kırağından!Vay! hâlâ bu zindanda mıyım? Yere batası, pis oyukta mıyım!"
Garip bir görüntü oluşturmuştuk üçümüz. Ama rıhtımda her şey çok garipti zaten. Bu yüzden genel atmosfere ters düşen bir durum yoktu ortada. Tabii, ben arasıra kadınlara bakmayı da ihmal etmiyordum. Hırpani kılıklı, savaştan çıkmışçasına perişan görünümlü adamlar, kadınlara yaklaşıyor, aralarında bir şeyler konuşuyorlardı. Konuştukları her ne ise, kısa sürüyor, iki tarafta bir anlaşma yapmanın zaferiyle tuhaf bir şekilde sırıtıyordu.
Bu aralıkta, diğerinin yani Mephistopeles'in sözlerinin başlangıcını kaçırmış olmalıyım.
Onun karşısındakini her zaman alt ettiğinden emin, küçümser hali sinirime dokunuyordu. İkisi arasındaki tezatlık öylesine göze batıyordu ki, ben de bu durumdan olsa gerek, Faust'u kendime daha yakın bulmuş, neredeyse ona dokunacak kadar, onun omuz hizasında almıştım yerimi.
Yani, ben ve Faust, Mephistopeles'in karşısında, ona karşı birlikte haraket ediyormuşuz gibi bir görüntü oluşmuştu. Ama ben bunu özellikle istemiştim. Mephistopeles ise Faust'un aklını çelmek için elinden geleni yapıyordu.
Boşver düşünmeyi, gel...
- "Güzel beyim, niye her şeyi görmek, Her şeyin görüldüğü gibi; Daha akıllı olmak gerek, Uçup gitmeden yaşam sevinci. Kör şeytan! elbette el ayak Saç baş hepsi senin; Benim değil mi, tadına varmak Peki yeni bir şeyin? Altı aygırın parasını verirsem, Benim olmaz mı güçleri? Makbul bir adamım, sürersem, Yirmi dört ayağım varmış gibi. Öyleyse, boşver düşünmeyi gel, Birlikte gidelim yedi düvel. Dinle beni: spekülasyona dalan herif, Döndürür onu çayırda kötü ruh Bostan beygiri gibi hafif, Oysa çevre taze yeşil ot dolu. Buradan gidelim haydi. Bu ne biçim bir işkence yeri? Bu nasıl bir hayat, Kokutur seni ve çömezleri bayat bayat? Bırak onu işkembeci komşu bey yesin! ... Hor gör usla bilimi, İnsanın en yüce gücünü, Gözbağı ve sihirle yalnız Sahte ruh parlasın yıldız yıldız, Avcuma aldım demektir seni mutlaka - Yazgı ona bir anlak vermiş, Başıboş hep öne atıla atıla, Aceleci gayret görmezmiş Yeryüzü sevincini yalnızca. Onu çekeyim de yaşama öyle müthiş, Sığ anlamsızlıklara, Çırpınsın, katılsın, olsun yapış yapış, Ve doyumsuzluğu karşısında Aç dudaklar önünde yeme içme salınmış; Can bulmak için boşuna yalvaracak, Canını şeytana vermek istemezmiş, O zaman yerin dibine batacak!"
Siz de tahmin edersiniz ki, bu ikisi arasındaki konuşma, hiç de öyle ikisini bağlayan bir şey değildi. İki yüz yıl önceden buraya, bu rıhtıma gelmiş, bundan sonra da, yani sonraki yüzyıllarda da başka yerlere gideceklerdi. Benim çağımla, rıhtımımla kurdukları empatiden de acayip mest olmuştum. Bu arada, ne olup bitiyor diye çevreme bakayım dedim; ilk anda hiç bir şey algılayamadım. Bir dakikayı buldu görüntüleri yerli yerine oturtmam. Rıhtımın tüm sakinleri, bir tiyatro izleyicisi ciddiyeti ve tavrıyla düzenli bir şekilde sıralanmış bizi izliyorlardı. Üstelik, söylenen her sözü havada kapıyor, kendi aralarında tartışıyorlardı da.
Peki, bütün bunlar Faust ve Mephisto'nun hangi konuşma aşamasında gerçekleşmişti?
Bu iki adam (Faust-Mephisto), tüm çağları dolaşıp, reel yaşamın en görünür mekanlarına yerleşerek neyi amaçlıyorlardı?
Anlaşılan o ki, varlıklarıyla yarattıkları etkilerin farkındaydılar ve hedeflerini de ulaşıyorlardı.
Zaman kıt, sanat zor...
Kalabalıkla onlar arasında çoklu bir konuşma başlamıştı şimdi. İzleyici kalabalık her sözün arasına giriyor; gerek Faust'a, gerekse Mephisto'ya sorular soruyordu. Ben sahnede gereksiz bir ayrıntı olarak kalmıştım. Sahne diyorsam, tasarlanmış bir platform düşünmeyin siz de. İzleyicilerle hayali sahne arasında bir iki adımlık mesafeyi göz önünde bulundurun yeter. Her gün önlerinden geçerek izlediğim rıhtım sakinlerinde ne cevherler varmış meğer (?)
Onlardan birisi kolumdan hoyratça çekerek, "sen de çekil şu aradan" diyerek beni olmam gereken yere iteledi. Sonra da, Faust ve Mephisto'nun söyledikleriyle neredeyse eş düzeyde olan ifadeleriyle, ikisi arasındaki diyaloğun parçası olmayı başardılar. Konuşulanları birbirine karıştırmaya başlamıştım.
Daha doğrusu ortaya atılan fikirlerin hangisi Faust'u ya da Mephistopeles'i temsil ediyor anlamıyordum. Ancak kestirebiliyordum. Ama rıhtımın bedenlerinin işçisi kadınlarından birinin söylediklerini çok net duyduğumu hatırlıyorum.
Sanırım Faust'a cevap niteliğindeydi söyledikleri.
- "İyi güzel de senin söylediklerin sadece laf. Şimdi sana bu yola istemeyerek düştüm desem, diğerleri gibi cevap vereceğinden yaptığım iş kadar eminim. Bana, doğruluktan bahsedeceksin. Daha yüce, daha erdemli bir şekilde hayatımı kazanmam gerektiğini söyleyeceksin. Bütün bunları sanki bilmiyormuşum gibi. Öbürü, yani, yanındaki şeytan kılıklı adam da, bana değil sana şunları söyleyecek:
Bütün soylu nitelikler...
-"Buna eyvallah derim! Ama bir endişem var; Zaman kıt, sanat zor. İsterseniz, ders veririm. Bir şairle birleşin, Bey düşünceden düşünceye gezsin, Ve bütün soylu nitelikleri Saygın tepenize yığsın, Aslanın cesaretini Geyiğin hızını, İtalyan'ın ateşli kanını, Kuzeyin devamlılığını. Size sırrını bulsun, Hileyi keremle buluştursun, Sımsıcak gençlik güdüleriyle Âşık olmanızı sağlasın. Ben de isterim böyle bir bay tanımayı Bay mikrokozmoz kordum onun adını."
Çok şaşırdınız değil mi? İnanın ben de öyle. Üstelik fantastik bir dünyanın içinde gezindiğimi hissediyordum. Bir rüyada olduğumu sandığımı da söyleyebilirim. Rıhtımın sakinlerinden beklemediğim tepkilere ve diyaloglara tanık oluyordum.
Bu arada, Faust, Mephistopeles'e yanıt vermekte gecikmemişti:
- "Defol, pezevenk!"
Faust'un böyle aniden parlamasından hoşlanmamıştım, bu kadar güçsüz davranmasını istemiyordum. Zaten gelişmeler öyle bir hal almıştı ki, yüceleştirilmiş, soyutlanmış düşünceler nasıl oluyorsa oluyor, bizim rıhtımdaki kalabalığın yaşamıyla aynı düzlemde buluşuyordu.
Bu arada, Mephistopeles de, Faust'a kendince haddini bildirmekle meşguldü;
-"Güzel! Siz sövün, ben güleyim.Oğlanı ve kızı yaratan Tanrı, Bildi hemen en saygın mesleği, Dedi, bunu da kendim halledeyim.Durma git, ne büyük bir sefalet! Sevdiğinin odasına gitmene kefalet, Yoksa ölüme değil."
Mahvolalım birlikte...
Mephistoyla, Faust'un arasında gidip gelen sözler, rıhtımdaki yaşamlara dokunuyor, rıhtım sakinleri de tüm sefil hallerinden kurtulup, hiç olmadıkları bir dünyanın eşiğinde bulunuyorlardı. Tüm bu konuşmalardan sonra, hayatın bir başka yönüne tanık olmuşlardı olmasına ama, kendilerine kadar ulaşan sözlere de bir şey eklemeden edemiyorlardı. "Bu oyunun içinde biz de varız" demek istiyorlardı sanki. Ama bu bir oyun değildi ki. Yani Mephisto ve Faust arasında gelişen diyalog bir oyun muydu?
Peki oyun değilse, bu rıhtımı niye seçmişlerdi?
Her şey önceden tasarlanmış gibi, nasıl olmuştu da, izleyicilerini böyle kolaycacık bulmuştu?
Üstelik her bir izleyicinin yaşam evrelerinin tonlarca ağır çektiğini, benim fikrimce, bu ikisi de çok iyi biliyordu.
Nasıl saf dışı bırakıldığımı biliyorsunuz. Faust ve Mephistopeles'in yanında istememişti beni kalabalık. Olan biteni izlemek için her iki tarafı da görebileceğim bir köşeye çekilmiştim. Gördüklerim bana yetmişti. Rıhtım da benim eski rıhtımım değildi artık. Ardımda, Faust'un kırılgan sesini bırakmıştım:
-"Nedir onun kollarında görkemli sevinç? Bırak onun göğsünde ısınayım dinç! Duyumsamıyor muyum hep onu sefil? Değil miyim kaçak, yersiz yurtsuz, Amaçsız ereksiz insandan başkası, Kayadan kayaya çağlayan su, Kudurmuş istekle uçuruma doğru? Ve yana doğru o, çocuksu duyularla bunaltıcı, Kulübecikte küçük yaylada, Ve bütün evcil başlangıcı Kuşatılmış o küçük dünyada. Ve ben, Tanrı'dan kargışlı, Yetmedi bana, Kavrayıp kayaları Etmek paramparça. O, bozmalıydım onun huzurunu. Sen, cehennem, istedin kurban bunu! Yardım et, şeytan, korkunun süresini kısalt, Ne olacaksa olsun hemen! Çökecekse üstüme yazgısı, çöksün salt, Mahvolalım birlikte o ve ben! (AS/EÜ)
_____________________________________________________________________________
Not: "İtalik ve Bold" olarak dizilmiş bölümler Goethe'nin "Faust" adlı eserinden alıntılanmıştır.