Nazi kamplarında Çingeneler ve çoğu Yahudi olan pek çok Polonyalı öldürülmüştür. Geçmişin mağduru, mağduriyetini tekrarlayarak kendini var eder. O yüzden kendi ile birlikte aynı mağduriyeti yaşamış başka bir mağdurun adını söylemeyi ilkin ihmal eder, zaman geçtikçe de unutur.
Hafızalar jenositten aldıkları bir partikülle bütün bir kıyımı hatırlamayla yetinir. Ezilenlerin hiyerarşisi hafızalarda en çok yer işgal eden mağduriyetler üzerine inşa olur.
Mine Söğüt'ün "Deli Kadın Hikâyeleri"nde yazmış olduğu bir hikâye tam da bunu anlatıyor. "Kürt Kediler Çingene Kelebekler" adlı öyküde, odunluğundan tahta çalınan Madam, hırsızı araya dururken, Kürtler "Çingeneler çaldı odunlarını" der.
Çingeneler "Kürtler çaldı odunlarını" der. Bu arada odunluğu da ateşe verirler. Hikâyenin sonunda herkes kendi dilinde çığlık atar. "Bibezin mala Madam dişewite" ve "A be koşun Madam'ın evi yanıyor cayır cayır."
Olan Madam'a olur.
Her mahallenin mülki amirleri ya sayısal çoğunluğa göre ya da geçmiş ve bugününde en fazla hor görülene, dışlanana göre belirlenir. İş bu ya "insanın, insana yaptığı çilenin ayıbının", yüksek sesle düşünmeyi huy edinmiş ajitasyon mahirlerinin dilinden dolayı arada kaynadığı da olur.
Toplum kümelerinde en fazla güruh görülen, ondan daha az güruh görünene kendi zulmünü dayatır. Türkiye'de kenar mahalle, A.B.D'de getto, İngiltere'de banliyo, Brezilya'da favela... Adlarının değiştiğine bakmayın. Neoliberal hazine (maden) yatağında aynı insan rezervlerinden oluşurlar.
Baba paraları olmayan işsizlerin, göçmenlerin, yoksulların, bir türlü kendini sevdiremeyen hadi onu geçtik, saydıramayan etnik azınlıkların belirli bölgelerde bir arada toplanması tesadüf olmadığı gibi planlı da değildir.
Gayri ihtiyari hemen her köyünü terk etmiş aile, birey hemşerisini, ekonomik seviyede hemhal olacağı komşularını, aynı tip sosyal adaletsizlik yaşayacağı, aynı mahrumiyetlere maruz kalacağı insanları gider bulur. Etnik azınlıkların ve etnik çoğunlukların buluşması çoğunlukla devlet ideolojisinin tanımladığı ya da kodladığı içerikle çatışmaz.
Boşnakların, Karadenizlilerin, Kürtlerin, Romanların birbirleriyle yaşadıkları olumlu-olumsuz münasebetler devlet politikasından ayrı düşünülemez. Örneğin "Kürtler, Romanlar şöyledir"den sonra gelen tüm nitelemeler Kentsel Dönüşüm Projelerini hızlandırmıştır. Mahalle boşaltmalarını gerekçelendirmiştir. İhalelerin, projellerin sözüm ona "doğru adreslere" gitmesini sağlamıştır.
Kimse kimseyi sevmek zorunda değildir. Kaldı ki kent içinde "sevme" gibi bir ihtiyaç haline ihtiyaç duyulmaz. Etnik mahalleler, kent kültürünün hemen herkese kabul ettirdiği bu sevmeme halini tek seçenek olmaktan çıkarır. Mahalle kültürünün güzelliği buradan gelir, "sevebilme" olasılığının yüksek olmasından.
Bugün hala "Yeditepe İstanbul" TV dizisinin tebessümle anılmasının nedeni budur.
Yoksulluğun insanları eşitlediği söylenir. Yoksul ama tanınan bir kimliğe sahip olmak ise ezilenlerin hiyerarşisinde sizi bir üst basamağa terfi ettirir. Boşnakların çok olduğu Bayrampaşa'da (ki ekonomik durumları nispeten iyidir) Türkleşmiş Kürt olmadığınız sürece kiralık ev bulmanız zordur. Keza Sultangazi, Karadeniz Mahallesi'nde de öyle. Mahalleliden "biri" değilseniz bakkal defteri de açılmaz kolay kolay size.
Dolapdere'de oturan Roman asıllı S. E. "Türkler Kürtlere yaptı, Kürtler de bize" diyor. "Devlet de hepinize öyle mi?" diye soruyorum. "Hee öyle" cevabını alıyorum. Ezilenlerin hiyerarşisini Türkler aracılığıyla devlet inşa ediyor.
Güzeltepe'de Karadeniz'li olduğunu söyleyen bir kadın "Buraları Kürtler ve Çingeneler mahvetti" diyor. Susuyorum. Yargısını çürütmek için en tepedekilerden başlamam gerek. Vaktim yok.
Bahsettiğim "Etnik Mahalle" tanımlaması Las Vegas'taki Çin mahallesi ya da Almanya'daki Türk Mahalleri'ne benzemiyor anlayacağınız. Bu mahallelerde devletten kaçan bir başkasını kovalıyor. Kaçan kaçana, kovan kovalayana olunca devletin "Dağılın bakalım!" diyerek "Prestij Muhitleri" kurması da kolaylaşıyor.
Kentin karmaşası çoğu tehlikeli kopuşları kendi içinde eritebiliyor ya da görünmez kılabiliyor. Anadolu kentlerinde ise daha tehlikeli ayrışmalar var. Sivas, Alibaba Mahallesi ilk aklıma gelen örnek. Sünniler şehrin bir yanında, aleviler öbür yanında. Diyebilirim ki arada bir duvar örülmediği eksik.
Sivaslılara, Madımak Olaylarına istinaden "Yakanlardan mısınız, yananlardan mısınız?" sorusu bu iki yaka kast edilerek sorulur. Alibaba Mahallesi'nin İstanbul'daki uzantısı Nurtepe'de Sokullu Caddesi üzerinde olan Güzeltepe Mahallesidir, Gazi Mahallesidir. Anadolu'da başlayan ayrışma kozmopolitliğin kaosunda göze çarpmaz.
İki gün önce Okmeydanı Mahmut Şevket Paşa Mahallesi'nde duvar yazılarını fotoğraflarken konuştuğum meraklı bir mahalleli "Niye çekiyorsun kızım?" dedi bu duvarları. "Burada yazılanlar kitaplarda yazmıyor" dedim. "O zaman bizle de konuş" dedi. Tipik kentli refleksle (gene) pek vaktimin olmadığını söyledim. Yokuş yolda pişman oldum ama geri de dönmedim.
Cemal Kafadar, Ezgi Başaran'la yapmış olduğu röportajda birbirimizi tanımanın ders kitaplarına, müzelere ve dile girmediği sürece "Kardeşçe bir arada yaşamak romantik bir diskurdan fazlası değil" demişti. Tepedekiler için evet. Kötü haber, sokaklarda bu diskurdan öteye geçemeyen söyleme hiç de öyle aman aman başvurulmadığı. Ezen-ezilen kesri, pay ve paydasına aynı değeri vermediği sürece eşittir (=)1 olamıyoruz. En azından şu cümlelere alıştığımı (zı) çok iyi biliyorum. "Alevi ama çok iyi insandır, Kürt'tür ama Kürt gibi değildir, Oraları Çingen Mahalleleri! (...)" (FG/HK/IC)