Hayatta en çok kaçındığımız şeyleri bazen kendi başımıza getirmekten geri duramayız. Bu yazının başına otururken “umarım nostaljiye kaymadan tamamlayabilirim” diye geçirdim içimden.
Nostalji; “Bir zamanlar ne güzel şarkılar dinlerdik, ne mesuttuk, herkes ne kadar da iyiydi, gökyüzü nasıl da parlaktı…” Hepimiz biliyoruz ki kötüler hep vardı, birileri hep zulüm gördü ve dünyada savaşlar hiç eksik olmadı. İflah olmaz barış umudumu bir köşeye koyacak olursam, aklımın o pek gerçekçi tarafı, insan var oldukça ne kötülükler ne de savaşlar son bulacak diyor. Belki şekli, yöntemi değişiyor ve değişmeye devam edecek ama özü asla yok olmayacak. Tıpkı iyi şeylerin de asla yok olmayacağı gibi.
Ne kadar kaçarsam kaçayım, hayatta bazen nostalji de kaçınılmaz oluyor. Belki de mesele nostaljiden kaçmak değil, onu doğru yerde ve zamanda hayatımıza dahil etmenin bir yolunu bulmaktır.
Son zamanlarda insanların durmadan eski Türkiye dizilerini izlediğine dair sosyolojik analizlere sizler de denk gelmişsinizdir belki. Akademisyenler ve medya uzmanları bu patalojik vakayı sıklıkla insanların bugünkü umutsuzluklarına yoruyor ya da geçmiş günleri hatırlatan bu dizilerle birlikte kendilerini daha güvende ve huzurlu hissettiklerine dair yorumlar yapıyorlar. Düşünün, 30’larında ya da 40’larında bir birey, günde iki üç saatini ablasının nişanlısıyla ya da kocasının yeğeniyle yasak aşk yaşayan insanların hayatlarını izleyerek geçiriyor. Burada bir umut ya da güven hissi bulmaya çalışıyorum ve haliyle hiçbirini bulamıyorum.

Sol Baştan: Vedat Verter, Hakan Yılmaz, Emin İgüs, Şebnem Tuncay Ünal
Birkaç gün önce Ezginin Günlüğü’nün kurucularından Hakan Yılmaz’ın paylaştığı bir fotoğrafa denk geldim; “Ezginin Günlüğü’nden önce Ezginin Günlüğü” başlığıyla paylaştığı fotoğraf henüz benim dünyada olmadığım yıllarda çekilmiş olsa da içinde beni büyüten şarkıların ortaya çıkışı, çocukluğumdan hatırladığım sazlı sözlü aile buluşmalarımızın bir temsili vardı.
Buyurunuz öyleyse nostaljiye; 80’li yılların ortaları, İstanbul. Babam ve amcalarım henüz çok gençler. Her biri doğup büyüdükleri Muş’un Varto ilçesinin bir dağ köyünden okumak ve çalışmak için soluğu İstanbul’da almışlar. O dönem en büyük amcam İstanbul Hukuk Fakültesinde, küçükleri ise lise eğitimi alıyorlar. Babam; ne yazık ki ona okuma şansı tanınmamış.
Öyle ya, birinin daha çok çalışıp kardeşlerini çekip çevirmesi gerekir. Avukatlık hayallerine veda eden babam Mahmutbey’de çaycı, Cağaloğlunda kitapçıydı. Annemle genç yaşta evlenen babam bir de gönlünü tiyatroya kaptırmasın mı… Sayıları o zamanlarda bile fazla sayılmayan, bana adımı veren Kıvılcımcılar sol hareketinin içinde, Takva filmiyle tanıdığımız yönetmen Özer Kızıltan’dan tiyatro dersleri alır. Şeyh Bedrettin oyunundan fotoğrafları hâlâ albümlerinin baş köşesindedir. Gelgelelim benim dünyaya gelesim tutar. Kıvılcımcı camiaya bir küçük Kıvılcım katılır. Babam için artık tiyatro da bir hayaldir.
Yeni doğmuş ben, annem, amcalarım yani geçindirilmesi gereken evin giderleri artınca işlerine bir duvar boyacılığı eklenir. Diğer amcamlarım da okul çıkışlarında başka kitapçılarda harçlıklarını kazanırlar. En büyük amcam o dönem hem okulun parlak öğrencilerinden hem de eylemlerin ön saflarını tutanlardan.
Yıllar sonra ağzında sigarası, uzaklara attığı gururlu bakışıyla bana; “biz sabah okulda, öğlen çamurlu mahallelerde eylemlerde, akşam da çamurlu ayakkabılarımızla opera dinlemeye giderdik” diyerek şimdiki gençliğin nasıl lümpenleştiğinin altını çiziyordu. Zaman değişti diyorum. Bir zamanların o çamurlu mahallelerinde artık devrimci gençler yerine mafyalar cirit atıyor. O küçük sevimli gecekonduların yerinde ise zindanlardan farksız beton yığınları göğü deliyor.
Ailemin o dönemler onca imkansızlığa rağmen sanattan ve düşünceden hiç kopmamış olmaları, kitaplara sımsıkı sarılmaları ve 1990’da taşındıkları İzmir’deki evimizde kocaman bir kütüphane kurmuş olmaları belki de Kıvılcım’ı Kıvılcım yapan günlerin başlarıydı. Ruhi Su, Sümeyra, Hasret Gültekin, Edip Akbayram, Ezginin Günlüğü, Cem Karaca ve daha nicelerinin kasetleri, Deniz Türkali, Ferhan Şensoy, Yıldız Kenter oyunları, meydanlar, eylemler, MKM’nin kalabalık konserleri - oyunları, şiir dinletileri, sabahlara kadar süren politik tartışmalar…

Biz en iyisi 80’li yılların ortasına, biraz da sonlarına doğru geri dönelim. 80 Darbesinin üzerinden henüz çok uzun bir zaman geçmemiş, baskılar devam etse de sol hareket yeniden bir toparlanma sürecindedir. İşte tam da bu atmosferde, kentli protest müziği hakkıyla icra eden Ezginin Günlüğü, 1985’te Seni Düşünmek adlı ilk albümünü yayınlar.
Bu albüm, aile tarihimde olduğu kadar sol gençlik ve işçi hareketinin kentle kurduğu yeni ilişkinin de fon müziği gibidir. Ardından Sabah Türküsü (1986), Alagözlü Yar (1987) ve Bahçedeki Sandal (1988) albümleri yayınlanır. Darbenin gölgesinde apolitikleşme dayatılırken Ezginin Günlüğü gibi gruplar sol gençlik ve işçi hareketi için bir tür nefes alma alanı, kolektif hafızanın müzikal kaydı demekti. Amcalarımın gündüzleri Cağaloğlu, Beyazıt çevresindeki kitapçılardan açtıkları “Bahçedeki Sandal” şarkısı, babamın duvarları boyarken mırıldandığı “Çamdan Sakız Akıyor” şarkısına karışıyor aklımda.
Grubun alameti farikasına kendi ailemin perspektifinden bakınca, göçle büyük şehirlere gelen sol tabanlı öğrencilerin ve sendikalı işçilerin şehirleşme serüveninde, bu şarkıların içinde kendilerini evlerinde hissettiren bir duygu bulmuş olmaları pek muhtemel. Halihazırda kentli ve iyi müzikten anlayan işçi, öğrenci ve entelektüel kesimle onları bir araya getiren de kentlinin kendine daha sıcak bir liman arayışıydı belki. Hep bir ağızdan umut veren şarkıların söylendiği, baskılara rağmen bir arada olmanın değer ürettiği ve kolektif hafızayı ürettiği geçmişin sembolü oldu benim için Ezginin Günlüğü.
1990’da çok sevdiğim albümlerinden biri olan Ölüdeniz yayınlanır ve ikinci perde açılır.

Grubun üyeleri değişir, pek tabii şarkılar ve beraberinde kitlesi de değişir. Babamın, amcalarımın ve halalarım Ölüdeniz albümünden sonra yayınlananlara pek de sıcak bakmazlar. Ezginin Günlüğü artık evde nadiren dinlenen bir nostaljiye dönüşür. Ta ki ben liseye başlayana kadar. Lise ikinci sınıfta Her Şey Yolunda albümünü satın almamla Ezginin Günlüğü yeniden evde yankılanmaya başladı.
Bu ikinci perdede yalnızca politik duyarlılığı olan gençlik değil, daha geniş bir kentli orta sınıf kitlesi de gruba yakınlık duymaya başlar. Lise–üniversite çağındaki gençler arasında duygusal, içsel, biraz da melankolik bir ses olarak benimsenir. Tam da neoliberal bireyselleşmenin hız kazandığı bu dönemde, Ezginin Günlüğü bireysel duygulara kolektif bir ses olur. Grup artık yalnızca bir politik ifade aracı değil, aynı zamanda kişisel duygu dünyasını ifade etmenin de bir aracıdır.
Bir zamanlar sadece sol tabanlı insanların dinlediğini sandığım Ezginin Günlüğü’nü seküler ülkücü gençlerin bile dinlediğine tanık olmak belki de beni en hayrete düşüren şeydi. Üniversite yıllarımda bahar şenliklerinde gelmesini en çok beklediğimiz gruptu Ezginin Günlüğü. Kocaman kalabalıklarla bir ağızdan avaz avaz söylerken gerçekten içimize bahar doluyordu;
“Leylaklar açmış gördün mü?
Dallardan bahar inmiş duydun mu?
Karanlıklar içinde bir ışık var
Mor mor mor leylaklar”*
“Ezginin Günlüğü dinliyorsa özünde kesin iyi bir insandır” diye düşünüp, bugün hâlâ devam eden dostluklarımın varlığını da buraya not düşmeliyim. Şarkılardan daha birleştiren başka ne var ki yeryüzünde?
Ezginin Günlüğü babamın gençliği, benim hem çocukluğum hem de gençliğim. Babamla benim aramda bir köprü, sağcı ile solcu arasında bir köprü ve dünya görüşü ne olursa olsun baharın er ya da geç geleceğine inanan, kalbinde hâlâ iyiliklere yer açan insanlar arasında kırılgan ama ısrarla ayakta duran 43 yıllık bir köprü.
Hadi, entrikası bol-küflenmiş dizileri bir kenara koyalım. Mümkünse sabah akşam bize ne yapmamız gerektiğini buyuran, atarlı -giderli hesaplarla istila edilmiş sosyal medyamızı da bir kenara alalım. Eski dönem, yeni dönem ne fark eder… Ezginin Günlüğü’nden bir şarkı açalım. Son ses! Ve o köprüde buluşalım. Çünkü belki de bugün en çok ihtiyacımız olan şey, o köprünün üstünde yeniden buluşabilmek.
“Seni Düşünmek Güzel Şey” ile başlamaya ne dersiniz? Ben şarkıyı son ses açıp eşlik etmeye başladım bile;
Seni düşünmek güzel şey,
Seni düşünmek ümitli şey,
dünyanın en güzel sesinden
en güzel şarkıyı dinlemek gibi birşey...
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum…**
(KA/EMK)
* Hişt / Ezginin Günlüğü / Söz: Hüsnü Arkan / Beste: Nadir Göktürk / Seyhan Müzik / 2002
** Seni Düşünmek Güzel Şey (Aynı İsimli Albüm) / Ezginin Günlüğü / Şiir: Nazım Hikmet Ran / Beste: Nadir Göktürk / 1985







