Kürt açılımıyla demokratikleşmeye evrileceğiz derken, toplumda bölünme korkusu baskın çıktı, Türk-Kürt çatışması kışkırtıldı, Demokratik Toplum Partisi (DTP) Anayasa Mahkemesince kapatıldı, DTP'li 19 milletvekili Türkiye Büyük Mllet Meclisi (TBMM) üyeliğinden istifa kararını açıkladı.
Yokolma korkusu PKK'yi de dağlarda tuttu. TBMM'de kavgalı oturumlar izliyoruz. Sokakta çatışma var. Ancak başımıza gelen bu durumu ilk defa yaşamıyoruz. Son yıllarda, ne zaman bir demokratikleşme hamlesi ilan edilse kaygı ve telaşla, Eyvah! İşler daha da karışacak, kısıtlı demokratik haklarımız daha da kısılacak diye düşünürüm. Böyle bir ruh hali nasıl oluştu? Fazlaca gerilere gitmeden 1980 askeri darbesinden sonrası siyasi yaşamımıza bir göz atalım.
Dört yılı cuntanın yönettiği, açık, yedi yılı Turgut Özal başbakanlığındaki Anavatan Partisi (ANAP) Hükümetinin yönetiminde şal örtülerek, gizlenmiş, 1980-1991 arası onbir yıllık faşist bir dönem hiç bitmeyecek gibiydi. Ancak Berlin duvarının yıkılmasının ve küresel pazar ekonomisinin tsunami benzeri salvosunun dünyada estirdiği değişim rüzgarlarının da etkisiyle Türkiye de bir değişime adım atacaktı. Bu misyonu sağda Doğru Yol Partisi (DYP) solda Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) üstlendi. Bu iki parti,seçim kampanyalarında 12 Eylül rejimine karşı muhalif bir dil kullandılar. Statükoya karşı kullanılan bu dil hepimizin kulağına hoş bir sada gibi gelmişti. Halk destekledi ve Kasım 1991 de DYP ve SHP, Süleyman Demirel'in başkanlığında hükümeti ortaklaşa kurdular.
Türkiye'nin polis devleti imajı değişecek, "şeffaf karakol" dönemi başlayacak, bir genel afla cezaevleri boşalacaktı. PKK'nin ateşkes ortamı değerlendirilecek Özal'ın gündeme alarak çözüm aradığı Kürt sorunu çözülecekti. İnsan Haklarından, kadından, çevreden sorumlu bakanlıklar kurulmuştu. Hülasa; 12 Eylül cehenneminden kurtulacaktık. TC, İnsan haklarına dayalı demokratik bir hukuk devleti olacaktı.Umutla doldurulduk. Sevinçliydik. Kuş palazları gibi kanat çırpıyorduk.
Sevincimiz kursağımızda kaldı. Hükümet, 25 haziran 1993'te görevi bıraktığında Türkiye 12 Eylül cehenneminin yedi kat dibine doğru batmaya başlamıştı. Savaş tırmanmış, Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgeleri hallaç pamuğu gibi atılmaya başlamıştı. Kürt köyleri hızla yıkılmış -yakılmıştı. Yüzbinlerce insan zorla göçettirilmişti. Faili meçhul cinayetler, toplu öldürmeler, işkenceler, kaybolmalar büyük rakamlara ulaşmıştı.
Devlet katında planlanan provokatif eylemler ve devlet içindeki çatışmalar da şiddetliydi. Bingöl'de terhis olmuş 33 er öldürüldü. SHP listesinden milletvekil seçilmiş ve sonradan Demokrasi Partisi'ne (DEP) katılmış Ahmet Türk'le bir TRT programına çıktıktan sonra, Kürt sorununa adını koyarak yaklaşımıyla bilinen ve barışçıl çözüm arayan Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis şüpheli bir uçak kazasında, JİTEM'in kurucularından Bahtiyar Aydın bir kaza kurşunuyla yaşamlarını yitirmişlerdi. Derin devlet, devlet içinde de iş başındaydı.
1993-1997 yılları arasında Tansu Çiller, Necmettin Erbakan; Mesut Yılmaz Başkanlıklarında kurulan hükümet dönemlerinde karanlık devamlıydı. Ölümler yıkımlar daha da arttı. Bu dönem zaten demokratikleşme adına hiç bir şey vadetmedi. Bir soygun ve zulüm dönemiydi. Psikolojik harekat çerçevesinde bin operasyonla Kürt aydın ve işadamlarına yönelik siyasi cinayetlerin işlendiği bir evreydi. Sivas'ta 34 insanımız yakıldı. Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) bünyesinde Anayasacı Prof. Dr. Bülent Tanör'e "Demokratikleşme" raporu hazırlatan Sakıp Sabancı'nın kardeşi Özdemir Sabancı öldürüldü. Erbakan'ın Başbakanlığı döneminde sistem içinde gerilim arttı, 28 Şubat kararlarıyla asker, İslami yükselişe balans ayarı yaptı.
Bu dehşet verici savaş döneminin ardından, yeni bir umut dalgasına kapıldık. 1999'a gelindiğinde Türkiye için tarihsel sayılacak bir karar alındı. Avrupa Birliği (AB) Zirvesi Kopenhag'da Türkiye'yi aday ülke olarak kabul etti. Kopenhag Kriterleri ışığında demokratikleşecektik. Umut fakirin ekmeği. Yeniden heyecanlandık.
2001 yılı kasım ayında yapılan genel seçimlere kadar, Bülent Ecevit Başkanlığındaki Demokratik Sol Parti (DSP)- Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) -ANAP Koalisyon Hükümeti işbaşındaydı, Bu sefer Demokratikleşme bir zorunluluktu, zira AB'ne üye olacaktık. PKK lideri Abdullah Öcalan Türkiye'ye getirildi. Özüne dokunulmadan 1982 Anayasa'sının bazı maddeleri değiştirildi. Ölüm cezası kaldırıldı. Türkçeden başka dillerde kursların açılmasına izin çıktı. Ancak bunun bir izinden ziyade kısıtlayıcı ve kurs açılmasını zora sokan bir düzenleme olduğu anlaşıldı. Açılan bir kaç kurs kısa süre sonra kapandı. TRTde haftada bir, yarım saatlik Kürtçe yayın programlandı. Bunlar da siyasi yaşamımızda bir demokratikleşmeye yolaçmadı. Bu döneme de demokratikleşme değil yolsuzluklar damgasını vurdu.
Üçüncü ve en büyük demokratikleşme umudu 2001 yıl sonunda, beş geleneksel partiyi saf dışı ederek Parlamentoda çoğunluğu sağlayan ve tek başına Hükümet kuran Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile yeniden doğdu. Kılavuzumuz 'ılımlı islam'dı ve bu kez, Allahın izniyle -inşaallah demokratikleşecektik. Bu çok yakın bir tarih olduğu ve hafızlarda tazeliğini koruduğu için ayrıntıya girmeyeceğim. Gökten yağarcasına Demokratikleşme paketleri hazırlandı, pek çok yasa maddesi değiştirildi. Olağanüstü Hal'den (OHAL) normal rejime geçtik. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği görev alanı alabildiğine daraltıldı, bu yetkiler içişleri Bakanlığına devredildi. Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) kaldırıldı, bunların yerine özel yetkili ağır ceza mahkemeleri ihdas edildi.
İşkenceye sıfır tolerans dendi, işkenceciye tolerans yaygınlaştı. Suç işleyen güvenlik görevlileri korundu,cezasızlık kural oldu. Ayrıca, 2004 yılı sonunda AB zirvesi Türkiye'nin tam üyelik için müzakere sürecini başlatınca, AKP Hükümeti, 2005 yılından itibaren özellikle gözaltı rejimine getirdiği iyileşmeleri geri aldı. Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanununu, Terörle Mücadele Yasası (TMY) ve Ceza Muhakemeleri Kanunu (CMK) değiştirerek OHAL dönemi öncesini aratacak adımlar attı. İfade ve örgütlenme özgürlüğü, toplantı ve gösteri özgürlüğü, basın özgürlüğü, Yaşam hakkı gibi temel haklar ağır ihlale uğradı. "Ergenekon" davasında da, Başbakan nereye kadar giderse gitsin dediyse de askeri darbelerle hesaplaşma yarım ve eksik kaldı.
Sonuç olarak umduğumuz dağlara hep kar yağdı. Başka türlü olamazdı zaten. Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra başlayan iç düşmanı yoketme politikası, son 30 yılda daha da geliştirildi. İnsanımız iç düşmanlara karşı savaşan neferlere dönüştürüldü. Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın düzenleyicisi olduğu VI.Toplumsal Politik Ruhsal bir olgu olarak Travma Uluslararsı toplantısına sunulan bir araştırmaya göre bu güne kadar PKK ile savaşın içine fiilen girmiş asker sayısı üç milyon kadar. Aile ve yakın sosyal çevremizi düşmanlık duygusu nasıl sarmasın?
Halklar savaşına dönüştü bu çatışma. Yukarıda da özetle anlatmaya çalıştığım da buydu. Toplum kesintisiz olarak savaşa yönelik bir siyasi öğretiyle beslendi yönlendirildi. Bunun için çok büyük bir enerji harcandı. Ellerinde satırlar kalaslar ve tabancalarla milis kuvvetlerin son günlerde tanık olduğumuz linç girişimlerinin, sokakta yeniden sahne alabilmelerinin nedeni budur. Bu nedenle resmi söylem hep sahte bir demokratikleşmeyle yetindi. Uzlaşma hep askeri zeminde ve savaşa devam için oluştu.
Sosyal temeli olmayan bir demokratikleşme olabilir miydi? Düşmanlık nefret ve öcalma duyguları yerine kardeşlik ve hoşgörü duygularını yaymaya, toplumsal uzlaşmayı bu zeminde sağlamaya ihtiyacımız var. Günümüzün temel sorunu budur. Gerçek bir demokrasiye adım atabilmek için gerçek kardeşliğin ruh halini yaratmaya yönelmeliyiz. Günümüzde siyasete hakim siyasi partilerden böyle bir beklenti nafiledir. Türkiye'nin güncel ve dayatan siyasi ihtiyacı insani değerleri ve gerçek barışı yaşamla buluşturmaktır. Barışa ve demokrasiye açılımı, beyinlerimizde ve yüreklerimizde gerçekleştirmeden siyasi nutuklarla başarıya ulaşılamaz. Nitekim böyle oldu.(YÖ/EÜ)