Bugünlerde kimisi kendine, kimisi yanındakilere soruyor: “Nasıl oluyor da tüm bunlar olabiliyor?”
Akıl olanları almakta zorlanırken her gün yeni kötü haberler geliyor. Nefretin ve cinayetin yeni olmadığı topraklarda yaşadığımızdan, bunca hayret edişimiz ve halen duygusal olarak tepki verebiliyor olmamız bile bir anlamda şaşırtıcı. Bunun sebeplerinden biri sosyal medya sayesinde haber alma imkanımızın hem nitelikte hem nicelikte sınıf atlaması. Doğru bilgi kaynaklarını ve alınan haberleri akıl süzgecinden geçirmeyi öğrendikten sonra internetten edinilen bilgi, on yıl öncesine kıyasla müthiş bir hız ve yayılma alanıyla kişiye ulaşıyor. Ancak “kötülük”ün görünürlüğünün artması, olanları gündeliğin içine sıkıştırmaya, maruz kalınan haberlere doğal bir bağışıklık kazanmaya sebep olamıyor çünkü kötülük de aynı aygıtlarla yayılır hale geliyor ve yayıldıkça eyleyen için normalleşmeye başlıyor.
Haber alma yolları gibi, bir yandan manipülasyon ve propaganda enstrümanları da daha hızlı çalışıyor ve bir merkezden yayılan dalgalar gibi açılıyorlar. Getirdikleri kötülüğün dalgaları ise her seferinde daha büyük bir çapla yayılıp öngörülemeyen yerlere kadar gidiyor; izleyiciyi gördüklerini kanıksayamayacağı kadar şaşkın halde bırakıyorlar.
Haberin ve manipülasyonun dağılım hızları benzerlik gösterse de, akıl filtresinden geçmelerinde tabiatlarından kaynaklanan farklar var. Başbakan tarafından tokatlandığına dair videosu bulunan ve ilk konuşmasında doğal olarak bu tokattan bahseden gencin, birkaç gün sonraki konuşmasında tokatlandığını “zannettiğini” açıklayan ve başbakanı temize çıkaran sözleri konuya dair güzel bir örnek.
Kamera görüntülerinin aracısız olarak sunduğu anı, genç adam söz sanatıyla ve kurgu bir hikayeyle yeniden şekillendiriyor. Peki, ortada görüntüler ve ilk beyan olmasına rağmen, gencin her iki konuşmasını da dinleyen bir insanı tokadın gerçek olmadığına inandıran nedir? Bilgiye ulaşım bu kadar kolayken manipülasyonun arkasından gidiyor olmak safi cehaletle ya da korkuyla açıklanamıyor.
Alman siyaset bilimci Hannah Arendt, kendisinin de bir Yahudi olarak Almanya’dan kaçmasına yol açan İkinci Dünya Savaşı’nı tekrar düşünürken “kötülüğün sıradanlığı” kavramını tartışmaya açmıştı.
Holokost’ta önemli rol oynayan Alman subayı Adolf Eichmann’ın duruşmasını izleyen Arendt, yapılanların aklı zorlayan kötücüllüğünü ve tüm bunların nasıl olup da hayata dökülebildiğini açıklarken, kötülüğün aslında sanıldığı gibi üzerinde uzun uzun düşünülerek yahut yalnızca çok kudretli bireylerce değil, çoklukla sıradan insanlarca ve öylesine yapılıverildiğinden bahseder. Bu yeni tanım, ne Eichmann’ı daha az suçlu yapar ne de Holokost’u daha az korkunç kılar. Ancak zalimliğin zannedildiği gibi “kötü insanlar”dan değil, muhtemelen karısını, çocuğunu seven ve arkadaşları tarafından asla “kötü insan” olarak tanımlanmayacak kişilerden geldiğini anlatır.
Kendi gözüyle gördüğü bir videoya inanmaktansa, kurgusallığı ortada olan ve pek çok açık veren bir masala inanmak, Arendt’in kötülüğün banalliği hakkındaki düşüncesiyle açıklanabilir. Apaçık gerçeklerden göz çevirmek pek de meşakkatli düşünsel süreçlerden ve ihtimalleri ayrıntılarıyla değerlendirmekten geçmez. Tepkisizlik ve bir saniyelik gözardı ediş bile başlı başına bir kötülük eylemi olur, şüphe uyandıran böylesi konularda her iki ihtimali de ölçüp biçip içsel sorgudan geçirmek yerine bu aşamayı tamamen atlayıp şartları en kolaylaştıracak olana inanıvermekle eylem tamamlanır. Tıpkı 6-7 Eylül’de komşusunun evini yağmalamakta beis görmemiş veya 1915’te tecavüz ettiği Ermeni kadınıyla evlenerek onu kurtardığını iddia etmiş ve buna inanmış pek çok “sıradan” insan gibi, 14 yaşında 16 kiloya düşerek ölmüş bir çocuğun annesini sırf biri istiyor diye yuhalamak, eline sopa ya da silah alıp sokağa çıkmak, koskoca bir maden katliamının sebebinin kader olduğunu dillendirmek de kötülüğün derin fikirlerle, büyük hedeflerle değil, aksine aktif düşünme faaliyeti olmaksızın, öylesine yapılıverdiğini ve çoklukla da basit eylemlerde ortaya çıktığını gösteriyor. Üstelik meşruiyet de içerir bu kötülük, çünkü ahlaki olarak yanlış da olsa güncel siyaset söyleminin içindedir ve korunaklıdır. Bu durumda her yerden duyulan iktidarın kötücül sesi, şüphe etmemeyi ve ondan duyulan her söze inanmayı normlaştırır. Elinde tuttuğu hakimiyete bir de dinin ezilemez güçteki sesini katınca, kötülük belki de hiç olmadığı kadar kolaylaşmış olur.
Tahakküm sesten kurtulabilmek, diğer ihtimali düşünmek sorgulamayan için iki katı zorlaşır ve kişi tüm bunların içinde sadece eylemsiz kalarak bile ve hatta tam da eylemsiz kaldığı için kötülüğün içine çekilmiş ve faili haline gelmiştir.
Çocuğunu kaybetmiş bir anneyi yuhalayan kişi, bunun kötülük olduğunun ayırdına varamayacak kadar vasattır, kendi eyleminden bihaberdir ve en basitinden kendi anneliği ile ilişki kuracak vasfa sahip değildir. Bunun aptallıkla alakası yoktur, düşünme eylemini angaje biçimde gerçekleştirmemekle ve söyleneni yaparak akışa kapılmayı tercih etmekle alakalıdır.
Kötülük eylemi sandığımız gibi bilinci ve farkındalığı açık bir fikirden değil, herkesin yaptığını yapıvermekten doğar. İktidarın ve “herkes”i oluşturan bireylerin karşılıklı olarak birbirini onayladığı, onaylandıkça karşı durmanın güçleştiği bir döngü oluşur. Böylece gözle görülür somut bir çıkarı olmayanlar, hatta zarara uğrayanlar bile döngüye kapılıp kötülüğü onaylamaya devam ederler.
Bu döngü, tıpkı Eichmann ya da Yahudi komşularını ele vermiş sıradan Alman vatandaşları örneğindeki gibi, bireylerden suçu ve sorumluluğu almaz. Fakat bu sorumluluğun anlık kararlarda, bazen de sadece bir söz ya da tezahüratta vücuda geldiğine işaret eder.
Son söz Arendt’ten gelsin: “(Akıl) ahlâkî ve siyasî değeri tarihin nadir zamanlarında ortaya çıkar. Her şeyin paramparça olduğu, merkezin çevreyi taşıyamadığı, kanunsuzluğun dünyaya hakim olduğu o zamanlarda. Ve en iyilerin ilkelerini yitirdiği, vasatların coştuğu günlerde. Böyle hayatî anlarda akıl siyasette marjinal bir mesele olmaktan çıkar. Hemen herkes düşünmeden sürüklenip gitmeye razı olduğunda akledenler açıkta kalır, göze çarparlar. Çünkü sürü psikolojisine kapılmayışları bir tür eylem olur.”*
*Arendt, Hannah. Kötülüğün Sıradanlığı (Eichmann Kudüs'te)