Anlık paylaşımlardan, tweetlerden, haberleri takip etmeye çalışıyorum. Bizim evin önünden geçen o tankların neler ettiklerinin video görüntüleri. Sesler. Gülmeler.
Gerçek olmasa gerek. Hiç olmasa gerek. Olmasa gerek.
Tam o haberlerin kuyusunun kıyısındayken, İzmir’den bir dostumun mesajını alıyorum. İzmir’de akşam saatlerinde yapılan eylemden ses kayıtları. Sloganları kaydedip kaydedip bana gönderiyordu. Mikrofondaki genç kadın “İnançla barışı haykıracağız, Cizre için ses çıkar” dedikçe ıslıklar, alkışlar, düdükler…
İzmir mümkün olduğu kadar kalabalık ve güçlü eylemler yapıyor hayli zamandır. Fakat bu eylemler de, her zamanki gibi, ana akım yazılı ve görsel basında, bir türlü yer almıyor. Bugün de yine toplanmışlar, mümkün olabildikleri kadar, bana da direk iletişerek seslerini gönderdiler, sağ olsunlar…
Gelen mesajları buralı arkadaşlara gönderdim ben de. “İzmir’den halklara gelsin” notuyla. Gülümseyen yüzler, alkış ve zafer işaretleriyle yanıtladı hepsi mesajları. Vicdanına çok güvendiğim bir Kürt arkadaşım dedi ki “yaz devam et, bak sesine gelen var.”
Dün gelen bir mesajı anımsadım bunun üzerine, İzmir’den çok eski arkadaşlarımdan birisi “Sesin geliyor bize, ama ne yapacağımızı bilemiyoruz ki.” Yazmıştı dün.
Sonra Ümit Kıvanç’ın büyük hayranlıkla okuduğum ‘Türkler Nerede’ başlıklı yazısı geliverdi yeniden yüreğime, “Kazara tebessüm etmeye, yediği şeyin tadını almaya, uyumaya utananlarımız” diyordu.
Ankara katliamı sonrası bir dostum Aleksandır Tvardovski’den bir şiirini paylaşmıştı;
“Biliyorum suçlusu ben değilim
Diğerlerinin savaştan dönmemesinin
Benden büyük benden küçük olan
Ve ölen insanların
Hiç kimse bunu dile getirmez de söylemez de
Başarabilseydim onlar yaşıyor olacaklardı belki
Hiç kimse bunu dile getirmez de… Söylemez de…
Hiç kimse bunu söylemez biliyorum.
Ama yine de, acaba… acaba… diyorum… kendi kendime…”
Mazıdağı, Mardin Merkeze 48 km mesafede bir ilçe. Geçen hafta dolmuşla ilçeye gidiyorum. Duruşma var, normal rutin işime gidiyorum yani. Dolmuş yol boyunca üç farklı noktada durduruldu. Her seferinde dolmuştakilerin kimlikleri toplandı, götürülüp kayıtlarına bakıldı. Aslında dört farklı noktada “güvenlik noktası” vardı, ama birinde sadece dolmuşu yavaşlatıp “kontrollü geçişi” esnasında içine bakmakla yetindiler. Her aramada önde kurşungeçirmez yelekliler, arkada kar maskeliler. Kocaman, ismini bilmediğim, değişik değişik silahlar hepsinin ellerinde.
Diyarbakır’da bir işim var. Caddedeki duraktan kalkan dolmuşa binip gidebileceğim, 90 km mesafede Mardin’in sınır komşusu. Her ikisi de Büyük Şehir. Bir haftadır gitmeyi erteliyorum. Yarın giderim diyorum her gün. Mazıdağı’na bile bu şekilde gidince, hele hava da yağmurlu ve kapalıyken, hep erteliyorum işimi. Yarın giderim, belki biraz daha sakin olur yarın.
İyi ama sakinlikten kastım ne… Yarın belki daha mı az ölür Kürtler.
Olmuyor. Her gün daha da çok ölüyorlar. Çocuk, genç, yaşlı, hamile, işçi, sanatçı, avukat, üniversite öğrencisi… Birilerinin illa ki çocuğu, ebeveyni, kardeşi, yoldaşı, dostu.
Severim Amed’i. Sur içinde ne güzel mekânlar vardır bir bilseniz, bir kahve içimlik sohbetlere ev sahipliği yapan. Kalabalık bir koşturması vardır Mardin’e nazaran, ama ne de olsa İzmir’den gelmişlik var serde. Rahatsız etmez o halleri de beni. Turizm hikâyelerinden hiç ama hiç haz etmesem de, oryantalizmden en uzak halimle bile, severim Mardin Kapıda olmayı. İki kadim şehrin kokusunun sinmişliği. Acısıyla, kederiyle, sevdasıyla, sevgisiyle, öfkesiyle…
Bir terslik var bu işte. Anayasal eşitlik, uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınan haklar, cumhurbaşkanı “bile” olabilmeler, eşit yurttaşlık…
Demek ki cumhurbaşkanı da olabiliyor olmalarının dışında bir şeyler var. Yoksa o Sur içinde, yıkılmamış hane kalmaması olacak iş değil.
Yıktığınız gerçekten sadece duvar değil ey tanklar. Onlar hane. Tekrar mı anlatmalı tane tane…
Bir terslik var bu işte. Bunu biliyorum. Acaba, acaba diyorum kendi kendime.
Acaba… (ÖMD/HK)