10 Aralık 1948’de kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden biri olan İkinci Dünya Savaşı’nın ardından doğdu. İnsanlık, savaşın ve soykırımların yarattığı büyük travmanın ardından, "bir daha asla" diyerek, kişilerin temel haklarını korumayı amaçlayan bir evrensel belgeyi hayata geçirdi. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, insan onurunu korumayı ve eşitliği sağlamayı hedefleyen bir yol haritası olarak, tüm ulusların ortak değerlerine hitap etti. Ancak bugün, bildirgenin 76. yılında, dünya insan hakları açısından trajik bir dönemeçte.
Bugün bu idealin ne kadar uzağında olduğumuzu görmek, etik ilkeler olarak insan haklarını yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Eşitsizlikler, otoriter rejimlerin yükselişi, çevresel krizler ve teknolojik dönüşümlerin yarattığı yeni baskılar, bu bildirgenin yalnızca ideal bir hedef, bir taahhütler manzumesi olarak kalmasına neden oluyor.
Ekonomik, sosyal ve politik hakların yanı sıra çevresel ve dijital haklar gibi yeni kavramların da tartışıldığı bir dönemdeyiz. Ancak çevresel yıkımın derinleşmesi, dijital mahremiyetin ihlali ve teknolojik eşitsizlikler, bu hakların evrensel anlamda kapsayıcı bir çerçeveye oturtulmasını engelliyor. İnsan hakları yalnızca kişilerin değil, toplulukların, hatta gezegenin sürdürülebilirliği ile de doğrudan bağlantılı bir mücadele alanına dönüşmüş durumda. Bugün, ne yazık ki bir tür ‘kıble’ olmak niteliğinden gittikçe uzaklaşıyor.
Dijitalleşme çağında, haklar ve özgürlükler, otoriter rejimlerin kontrol mekanizmaları altında tehdit altındadır. Verilerin izinsiz toplanması, ifade özgürlüğünün dijital platformlarda kısıtlanması gibi uygulamalar, dijital hakların insan haklarının ayrılmaz bir parçası olduğunu göstermektedir. Oxford’un yılın kelimesi olarak 'beyin çürümesi'ni seçmesi, bu çağın insan haklarına nasıl meydan okuduğunu ortaya koyuyor. Her şeye tanık olup BigTech tarafından tesis edilen tekno-feodalizmin algoritmik manipülasyonu ile birer kutu içine tıkılan, arzusu ve düşüncesi belirlenen insanlık için insan hakları uzay boşluğunda birer yıldıza dönüşmüş durumda. Bu nedenle, ne haklar ne de hak ihlalleri yeterince gündeme geliyor. Popüler sosyal medya mecralarında milyonlarca tıklanan içerikler çağında, toplumsal, bölgesel sorunlar ve ekolojik yıkımlar geniş kitlelerin dikkatini çekmiyor, gündemine girmiyor.
Dijitalleşme, yalnızca haklar üzerinde değil, insanın varoluşsal anlam dünyasında da derin etkiler yaratmaktadır. Bir robot tarafından muayene edilmek, yazılımın hakim olduğu bir mahkemede adalet aramak ya da ister bebek, ister yaşlı olsun, bakım verenin bir robot olduğu bir dünyada insanın ruhsal ve manevi olarak neye evrileceği tam bir muamma. İnsan ihtiyaçlarının, anlamdan koparılıp salt teknik meselelere indirgenmesi, kültür ve anlam dünyamız için radikal bir dönüşümü ifade etmektedir. Bu dönüşüm, insanı yalnızca teknolojik bir veri nesnesine indirgenmesi türümüz için ne anlama gelmektedir?
Dünya Bankası’nın Gini katsayıları (ekonomik eşitsizliği ölçmek için kullanılan istatistiksel bir göstergedir. 0 ile 1 arasında bir değer alır) küresel gelir eşitsizliğinin giderek derinleştiğini ortaya koyuyor. Afrika ve Güney Asya gibi bölgelerde milyonlarca çocuk temel eğitimden mahrum kalırken, gelişmiş ülkelerde bile gelir adaletsizliği, toplumsal kutuplaşmayı artırarak ekonomik ve sosyal hakları tehdit ediyor. Bu eşitsizlikler, toplumların sağlık, eğitim ve sosyal hizmetlere erişimini sınırlandırarak barış iklimini bozuyor. UNICEF’e göre; dünya genelinde her dört çocuktan biri aşırı yoksulluk içinde yaşıyor, bu da eğitim, sağlık ve barınma gibi temel haklara erişimi neredeyse imkânsız hale getiriyor. Kadınlar ve çocuklar savaş bölgelerinde sistematik şiddete maruz kalırken, kadına yönelik şiddet birçok toplumda normalleştirilmiş bir sorun olarak varlığını sürdürüyor.
Freedom House ve Uluslararası Şeffaflık Örgütü raporları, insan haklarının demokrasi, özgürlük ve şeffaflıkla bağlantılı krizlerini vurguluyor. Demokrasi ve özgürlük göstergelerinde dünya genelinde ciddi bir gerileme yaşanırken, basın özgürlüğünün kısıtlanması ve bağımsız yargının zayıflatılması otoriterleşmeyi artırıyor. Türkiye gibi ülkelerde, gazetecilerin hapsedilmesi ve medyanın susturulması, insan haklarını daha da savunmasız bırakıyor. Yolsuzluk oranlarının artması ve kamu kaynaklarının sosyal transferler ile toplumsal eşitliği sağmaktan çok “mutlu azınlık” lehine tasarrufu, bölüşümü daha da adaletsizleştiyor. Bu da hesap verebilirlik mekanizmalarının zayıflamasına, insan haklarını koruma çabalarını baltalıyor. Bu göstergeler, insan haklarının küresel ölçekte sistematik bir tehdit altında olduğunu ortaya koyuyor.
20. yüzyıl, insan haklarını koruma iddiasındaki ideolojilerin çatışmalarına sahne oldu. Tarih, ideolojik sistemlerin insan haklarını nasıl araçsallaştırdığını ve yozlaştırdığını açıkça gösteriyor: Sosyalizm, eşitlik idealini otoriter rejimlerin bir paravanı haline getirdi; kapitalizm, özgürlüğü üstünlük ve rekabetin bir aracı olarak kullandı; neoliberalizm ise bu ikisinin kesişiminde tüketimi teşhir nesnesi haline getirerek insan haklarını birer 'satın alınabilir ürün' seviyesine indirdi. Kapitalizm, özgürlüğü piyasanın sınırlarına hapsederken, sosyalizm eşitlik idealini kolektif bir kontrol aracı olarak kullandı. Bugün bu ideolojik kalıpları aşmak ve insan hakları mücadelesi için yeni bir paradigma yaratmak, giderek büyüyen bir sorun olarak karşımızda duruyor. Artık, yalnızca nasıl bir dünyada yaşamak istediğimizi değil, yaşadığımız gezegeni de gözeterek bunu yeniden düşünmek ve sorgulamak zamanı.
Günümüz, insan hakları kavramını yalnızca kişiler arası ve toplumsal bir mesele olarak değil, aynı zamanda çevresel ve ekolojik bir mücadele alanı olarak da ele almayı gerektiriyor. İklim krizi, temiz su ve hava hakkı gibi temel hakları tehdit ediyor. Ormansızlaşma, biyolojik çeşitliliğin kaybı ve kontrolsüz endüstriyel faaliyetler, insan haklarının gezegenin sürdürülebilirliği ile doğrudan bağlantılı olduğunu gösteriyor. Temiz bir çevre hakkı, yalnızca yaşam kalitesini değil, gelecekteki nesillerin yaşam hakkını da korumayı gerektirir. Çevresel yıkım, insan haklarını küresel bir adalet meselesine dönüştürüyor. Bu nedenle insan haklarını koruma mücadelesi, hakikat, adalet, dayanışma, sanat, barış, çevre ve mutluluk kavramlarının gözetilmesi ile yeni bir paradigmanın kapısını aralayabilir.
Hakikat, insan haklarının korunması için en temel referanstır. Dezenformasyon ve manipülasyon çağında hakikati savunmak, kişi özgürlüklerini, eşitliklerini ve onurlarını korumanın ön koşuludur. Hakikat, yalnızca doğru bilgiye ulaşmayı değil, bu bilginin şeffaf ve adil bir şekilde topluma sunulmasını sağlar. Aynı şekilde, adalet, insan haklarının yalnızca teorik bir ideal olarak kalmaması için pratikte hayata geçirilmesi gereken bir değerdir. Ekonomik ve çevresel adalet, insan haklarının daha kapsayıcı bir çerçevede ele alınmasını sağlar; örneğin, iklim krizinin düşük gelirli toplumlar üzerindeki yıkıcı etkisi, çevresel adaletin insan haklarıyla ne kadar iç içe olduğunu gösterir.
Dayanışma, kültürler, topluluklar ve ekosistemler arasında işbirliği ve empatiyi teşvik ederek insan haklarını güçlendirir. Sanat, insan hakları ihlallerini görünür kılmak ve toplumsal farkındalık yaratmak için güçlü bir araçtır; barış ise bu hakların sürdürülebilirliği için vazgeçilmez bir zemindir. Geniş anlamıyla çevre, ekolojik yıkım ve iklim değişikliği gibi krizlerle mücadele etmek, gelecek nesillerin haklarını korumak bakımından yaşamın koruyucu şemsiyesidir. İnsan haklarının tacı bir anlamda mutluluktur çünkü mutluluk, Aristotelesçe söylersek insanın işidir. İnsan, mutlu olmak ister. İnsanlar ancak temel haklarına eriştiklerinde ve onurlu bir yaşam sürdürebildiklerinde mutlu olabilirler. Mutluluk, kişisel bir duygu olmanın ötesinde, toplumsal barışın, adaletin ve dayanışmanın bir sonucu olarak ortaya çıkar. İnsan hakları aynı zamanda anlamlı ve tatmin edici bir yaşamın olanağıdır.
Şimdi asıl soru şu: İnsan, hem kendisi hem parçası olduğu topluluklar hem de gezegeni paylaştığı diğer canlılar için neler yapabilir? Bu soruyu hep birlikte sormak ve yanıtını birlikte aramak, insanlığın kolektif sorumluluğudur. Daha da önemlisi, konuşamayan türler ve cansız varlıkları da karar süreçlerine dahil etmek, hatta bunu yapay zekâ gibi araçlarla mümkün kılmak, kendi varlığımızı ve çevremizi gözetmek anlamına gelir. Bu, niteliği "yaşanabilir gezegen" olan yeni bir yaşamın ilk adımı olabilir.
10 Aralık, insan haklarının yalnızca anımsandığı bir gün değil, insanlığın geleceği için bir eylem planı oluşturması gereken bir dönüm noktasıdır. İnsan haklarını koruma mücadelesi, sadece bireysel değil, toplumsal ve çevresel bir varoluş mücadelesidir. Yukarıda anılan yedi kavram temel alınarak inşa edilecek bir paradigma, hem bugünün hem de geleceğin sorunlarına çözüm üretecek kapasiteye sahiptir. Gezegenimizi yaşanabilir kılmak, haklara erişimi ve adaleti sağlamaktan geçiyor. İnsan hakları, yalnızca bir metin değil, insanlık ve doğa için bir yol haritasıdır. Şimdi, bu haritayı yeniden çizmek için birlikte harekete geçme zamanı.
Gezegenimizi yaşanabilir kılmak, haklara erişimi ve adaleti sağlamaktan geçiyor. İnsan hakları, yalnızca bir metin değil, insanlık ve doğa için bir yol haritasıdır. Ancak bu haritayı yeniden çizmek, adaleti, özgürlüğü ve haklara erişimi sağlamak için harekete geçmek, yalnızca bir zorunluluk değil, aynı zamanda insana özgü bir sorumluluktur. Sorumluluk, etik bir kategori olarak, insan olmanın varoluş biçimlerinden biridir. Bugün, türümüzün etik ilkeler manzumesi olan insan haklarını etik bir sorumluluk bilinciyle yeniden düşünerek birikimini eyleme tercüme etme zamanı.
(MVB/RT)