“20 Şubat 1944. 15 günlük yolculuğa hazırlanın dediler. Nereye? Kimse bilmiyor. Gece. Yaşamını sürdürebilmek için bunları görmemeli bir insanın gözleri. Herkes kendilerini bekleyen sonun ne olduğunu hissetti. Ne İtalyan ne de Alman muhafızlar içeri girip bakmaya cesaret edemedi öleceklerini bilen bu insanların ne yaptığına. Herkes kendi yöntemince vedalaştı yaşamla, kimi dua etti, kimi her zamankinden daha fazla içti. Ama anneler özenle hazırladılar yollukları, yıkadılar çocuklarını, topladılar valizleri. Şafakta kampı çevreleyen dikenli teller kurumuş çocuk çamaşırlarıyla doluydu. Oyuncakları ve bezleri de unutmadılar elbette. Ve de onlarca ayrıntıyı. Siz olsaydınız böyle davranır mıydınız? Yarın sizi çocuğunuzla beraber öldüreceklerse bugün onlara yemek verme gayretine girer miydiniz? Bunun bir anlamı var mı?”
Bu satırlarla başlar Primo Levi’nin Auschwitz yolculuğu. Aslında ilkin antifaşist partizan hareket üyeliğinden 13 Aralık 1943’te tutuklanır. Hitler’in “ricasıyla” Mussolini İtalyasında oluşturulan dört toplama kampından biri olan Fossoli’ye gönderilir Levi 1944 Ocak sonunda. Yahudi asıllı bu İtalyan kimyacının buradaki “konukluğu” ise bir ay kadar sürer.
Tarih 21 Şubat 1944’ü gösterdiğinde diğer kamp sakinleriyle birlikte 15 günlük bir seyahate çıkmıştır artık. Nereye gidildiği hususunda ne onun ne de diğerlerinin bir fikri yoktur ama endişe ve korku hepsinde ziyadesiyle mevcuttur hani. Yolculuğun bilmem kaçıncı gününde büyük bir rahatlama hissiyle öğrenirler ki Aushwitz’e gitmektedirler. O zamanlar bu ismin onlar için hiçbir anlamı yoktur elbette, kesin olan bir şey vardır ki bu yer, bu dünya üzerinde bir yerdir.
Dondurucu soğuk, çırılçıplak, yalınayak
Auschwitz.Nazi Almanyası tarafından 1940 yılında Polonya’da kurulmuş Avrupa’nın en büyük zorunlu çalışma ve imha kampı. Çoğunluğu Yahudi olmak üzere Polonyalı, Sovyet esirleri, çingeneler ve diğer uluslara mensup 1 milyon 100 bin kişinin katledildiği kamp. İşte bu ölüm kampına günler süren yolculuğun ardından varan Primo Levi ve beraberindekileri ilkin yaşlarına ve hasta olup olmadıklarına göre iki gruba ayırırlar. 500’ün üzerinde olan hasta grubu iki günden fazla yaşamaz, 125 kişiden oluşan ikinci gruba ise kendilerine işaret edilen barakaların yolunu tutmak düşer. Cehennemin eşiğinden içeri adım attıklarında hınca hınç dolu büyük bir salonda ayakta bekleyen yüzlerce kişiden biridir artık onlar. Dört gündür su içmemişlerdir, musluktan akansa içme suyu değildir. Beklemek. Neyi beklediğini bilmeksizin saatlerce beklemek. İşte hayatında ilk kez bu salonda çıplak görür yaşlıları Primo Levi. Sonra dört berber gelir, bekleyenleri saç-sakal tıraşı yapar. Tıraşın ardından banyo.
“Madem banyo yapacağız o zaman bizi öldürmeyecekler, peki o zaman bize niçin su vermiyorlar? Neden elbiselerimiz, ayakkabılarımız yok, neden oturmamıza dahi izin vermiyorlar?” Levi dahil yüzlerce tutsağın kendine ve birbirlerine sorduğu yüzlerce sorudan birkaçı olur bunlar.
İtalyan yazarın Tanrıya olan inancını yitirmesine neden olan bir yıllık kamp yaşantısında ağır fiziki ve iklim koşullarının yanı sıra aşağılama, hor görme tekniklerinde de sınır tanınmaz elbette. Çalışma kamplarında üretimin devamı açısından hijyen önemlidir, öyleyse banyo da kaçınılmazdır.
“Yüzlerce insan 5 dakika süren duşun ardından ite kaka yan odaya alındık, elimize tahta bot ve elbiseler tutuşturuldu. Hoop! Ve dışarıdayız. Dondurucu, karlı sabahta yalınayak, elbiseler ellerimizde çırılçıplak 100 metre koşmalıyız. Çünkü ancak ikinci barakada giyinmek serbest bize” sözleriyle ifade eder insanı aşağılanmanın yöntemlerinden birini.
Ekonomik değer taşıyan Yahudi
Diğerleri gibi kıştan korunmak için elbisesinin altına açlıktan incelmiş bedenine saman, kağıt dahil ne bulduysa sarsa da Almanlar için ekonomik faydası olan Yahudiler kategorisine girdiğinden şanslı sayılabilecek Primo Levi, kamp yaşantısını konu edindiği “Bunlar da mı insan?” isimli kitabında maruz kaldıkları bir başka işkenceyi ise şöyle dile getirir:
“Ayağımdaki rahatsızlık sebebiyle günler süren mücadelenin ardından ulaşmayı başardığım revirde bekliyoruz. Geldiler, sayım yaptılar. Soyunmamızı emrettiler o soğukta. Botlarımızı aldılar ve tekrar saydılar bizi. Saçlarımızı kazıdılar, bıyık ve sakallarımızı kestiler bir daha saydılar. Duşa girmemiz emredildi, duştan sonra yine saydılar bizi ve tekrar emrettiler duş almamızı. Doktora görünmeye hazır olduğumuzu anladığım o esnada camdan dışarı baktığımda güneşin konumundan saatin öğlen 2’yi geçtiğini anladım. Bu, tüm besleyici değerlerden yoksun, bizleri yalnızca yaşamın kıyısında tutmaya yarayan öğle yemeğim çorbaya veda ettiğimiz anlamına geliyordu. Bunun dışında 10 saattir ayaktayım, 6 saatten beridir de çıplak.”
Yüksek şahsiyete veda Almancası
Kamp artık onlar için ceza değildir, önlerinde belirsiz bir süre vardır, zira kamp artık onlar için varoluş biçimidir, süresiz, belirsiz Alman toplum düzeninde yaşadıkları. Hayata gözlerini açtığı Torino şehrinde kimya eğitimi gören Primo Levi, kampta diğer tutsaklar gibi birçok angarya işte çalıştırılır, onun hayatta kalmasını sağlayan ise kamp içerisinde yaşama geçirilen kimya laboratuarıdır. Laboratuara sınavla 3 kişi alınacaktır, ancak Levi tüm yaşadıklarının ardından elinin halen kalem tutabileceğinden bile emin değildir.
“Önümde duran mavi gözlü, elleri bakımlı Alman subayına 1941 yılında doktora yaptığımı söylüyorum ve açıkça hissediyorum ki doğru söylediğime inanmıyor, zira ben kendim de inanmıyorum buna, bunun için yaralı ve kirli ellerime, çamura batmış pantolonuma bakmak yeterli. Sınavın sonunda sınav boyunca kendimi tuttuğum heyecan aniden koyveriyor, sersemlemiş bakıyorum Alman subayın anlamadığım işaretlerle benim kaderimi beyaz kağıda yazan açık derili ellerine. Bir an için veda etmek için uygun bir sözcük arıyorum ama nafile” sözleriyle anlatıyor Levi sınav esnasında ve sonrasında yaşadıklarını. Nafiledir, çünkü yalnızca yemek, çalışmak, ölmek, kalmak gibi birkaç kelime dışında Almancaya, hele hele yüksek bir şahsiyete veda Almancasına hiç ihtiyacı olmamıştır kampta.
Özgür insanın kelimeleri: Kış, açlık, yorgunluk
Kampa geleli beş ay geçmiştir. Müttefiklerin Normandiya çıkarması, Kızıl Ordu’nun gittikçe artan üstünlüğü, Hitlere suikast girişimi… Tüm bunlar şiddetli tartışmalara, kısa süreli umut dalgasına da yol açsa aslında hepsinin hissettiği tek gerçeklik yaşama isteklerinin günden güne kaybolduğudur. Bedenler güç kaybına uğrar, hafızalar, zekalar körelir. Normandiya, Rusya çok uzaktır onlara, kış yakın, açlık ve umutsuzluk nettir. Bunlar dışında geri kalan her şeyse gerçek dışı.
“Kış gelmesin diye tüm gücümüzle savaştık, tüm sıcak anları yakaladık, gökte biraz daha tutmaya çalışsak da güneş her seferinde battı, beyhude. Dün akşam güneş saklandı kirli sisin, bacaların, tellerin arkasına ve bu sabah itibarıyla kış başlamıştır artık. Bunun ne anlama geldiğini biliyoruz, bu demek oluyor ki ekimden nisana kadar her 10 tutsaktan 7’si ölecek. Hayatta kalacaklar ise her gün, sabahtan akşama kadar bir sağ ayağının bir sol ayağının üzerinde duracak, ısınmak için elleriyle göğüs kafesini yumruklayacak, eldiven bulmak için ekmeklerini feda edecek. Bizlerin burada soğuğu hissediş biçimi özel bir ifadeyi gerektiriyor. Yorgunluk, açlık, korku, ağrı, kış. Bu kelimeler özgür insanların kullandığı kelimeler. Bu insanlar uzun süre kampta kalsalardı yeni, daha katı kelimelerden oluşan bir sözlük doğabilirdi. İşte ancak böyle bir dil anlatabilirdi ne demek olduğunu tüm gün boyunca açık havada, dondurucu soğukta üzerinde bir tişört, bir pijamayla, içinde zayıflığı, güçsüzlüğü ve açlığı hissederek çalışmayı. Şafak vakti işe gitmek için meydanda toplandığımız bir sabah ilk kar tanesinin düşüşüne tanıklık ettik. Eğer bir yıl önce kar yağarken birileri bize bu kampta bir yıl daha kalacaksınız deseydi hiç düşünmeden kendimizi yüksek gerilim hattına atabilirdik” satırlarıyla anlatır Levi kendilerine kan kusturan kara kışı.
Kafa dik, göğüs yukarıda, enerjik adımlarla…
Ve kamp yaşamının bir başka en trajik anı. Günlerden pazar, yani kampta çalışma günü, temizlik, genel kontrol, duş, tıraş… Çok geçmeden seçme yapılacağı haberi yayılır, gaz odalarına elbette. Poznań gettosundan büyük trenle gelenlere yer açmak gerekmektedir zira. Sağlıklılar kalacak hastalar seçilecek, yok, hayır, Alman Yahudileri ayrılacak, uzmanlar kalacak, küçük numaralar seçilecek büyük numaralar kalacak, sen seçileceksin ben kalacağım… İşte böyle insanı çıldırtıcı bir atmosferde geçer saatler. Sonrasındaysa orkestra eşliğinde yürüyüş, iki saat boyunca aralıksız sayım. Oysa her şey her günkü gibi görünmektedir, mutfağın bacası tütmektedir. Tam çorba dağıtımına başlandığında siren çalmaya başlar. Her gün şafakta çalan siren kalk borusu anlamına gelir, gün içinde çalan ise ‘barakalara kapan’ emridir. Gaz odasına seçilenleri giderken kimse görmesin diye.
“Barakaya girdik, her birimizin eline üzerinde ad, soyad, meslek, yaş ve milliyetlerimizin yazılı olduğu kağıt tutuşturuldu. Çırılçıplak, elimizde kartlarla bekledik seçim komisyonunu. Kampta 48 barakayız, hangisinden başlayacakları belli değil. Saatler süren bekleyişin ardından sıra bize geldi. Bizi bir başka odaya aldılar, girdiğimiz kapı kapandı, başka kapı açıldı, duşlara yönlendiren kapı bu. İşte burada, bu iki kapı arasında duruyor kaderimizin hakimi. Her birimiz elimizde kağıtlarla düzgün adımlarla, çırılçıplak geçerken soğuk ekim havasında SS subayının önünden, onun yüzlerimize birkaç saliselik bakışları karar veriyor bizlerin kaderine. Not aldığı kağıtları ölüm ya da yaşam anlamına gelen sağ ve sol tarafında duran yardımcılarına uzatıyor Nazi subayı. 3-4 dakika içerisinde 200 kişilik barakamız halloluverdi. Tüm kamp ise 12 bin kişi. Herkes gibi ben de enerjik ve elastik adımlarla, kafam yukarda, göğsüm önde, kaslarım gergin bir şekilde koştum SS’in önünden. Göz ucuyla gördüm, daha doğrusu bana öyle geldi ki benim kart sağa gitti. Barakalara döndük ancak kimse kaderini bilmiyor, sıra sağ ve sol tarafın ne anlama geldiği hususunda tahmin yürütmede. Diğer barakalarda seçmelerin sürdüğü esnada anlıyoruz ki uğursuz taraf sol. Renégüçlü, genç ama kartı sol tarafta. Belki gözlük taktığı içindir. İşte böyle bir anda Transilvanya köylüsü Satler ilişiyor gözüme. Tek kelime Almanca bilmiyor, hiçbir şey anlamıyor, öylece oturmuş köşede atletini dikiyor, ne söyleyebilirim ki ona? Sana artık atlet lazım değil?” şeklinde ifade eder Primo Levi insanlık tarihinin en kara, en dramatik sahnelerinden birini kitabında. Seçilenlere verilen iki porsiyon çorba ise Nazilerin insancıllığının(!) belirtisi midir bilinmez.
Yıkılmış insan: Nazi Almanya’sının zaferi
Takvimler 27 Ocak 1945’i gösterdiğinde ise Primo Levi özgürdür artık, yıkılmış da olsa özgür. “İnsanı yıkma gücü kolay değildir, yıkılmış bir insan yaratmak kolay değildir, öyle kısa da sürmez ama bunu başardınız Almanlar. Ne bir isyan belirtisi, ne bir ayaklanma çağrısı, ne de suçlayan bakışlar. Diz çöktük, boğun eğdik, çünkü biz kırıldık, yenildik” diyen de odur 1947 yılında yayınladığı, katliamın boyutlarını gözler önüne seren dünya çapındaki ilk çalışma denebilecek kitabında.
Auschwitz’den kurtulan 24 kişiden biri olan Primo Levi memleketi Torino’ya geri döner, evlenir. Kimyagerlikle eş zamanlı olarak yazarlığa devam eder. Ölümle yüzyüze bulunan insanların davranışlarının nedenleri, toplama kampındaki insanlık dışı uygulamalar üzerine olduğu kadar şiir, roman, öyküler de yazar. 1965 ve 1982 yıllarında Auschwitz Kampı’nı ziyaret eden İtalyan yazar, 11 Nisan 1987 yılında Torino’da hayata gözlerini yumar. Oturduğu binanın merdivenlerinden düşerek hayatını kaybeden Levi’nin intihar ettiği ileri sürülse de yakınları bu iddiaya karşı çıkar. Şöyle ki yazarın uzun vadeli planları vardır, ardından bir veda mektubu bile bırakmamıştır. Yazarın yakın arkadaşı Rita Levi-Montalcini, kimya mühendisi olan birinin intihar için garanti metotlar yerine, ölüm değil de sakatlanmayla sonuçlanacak bir yolu seçmesinin akılcı olmadığını belirtir.
Auschwitz ise 1947 yılında müzeye dönüştürülür, her yıl 1 milyonu aşkın kişinin ziyaret ettiği kamp 1979 yılında da türünün tek örneği olarak UNESCO Kültür Mirası Listesi’ne dahil edilir. (EO/EKN)