bianet'in 12 Eylül'de halkoylamasına sunulan anayasa değişikliği paketiyle ilgili, kimin, neden evet, hayır ya da boykot dediğini okuyabileceğiniz dizisindeki diğer yazıları görüntülemek için tıklayın.
12 Eylül'deki referandumun sonucunda ne olacağı hakkında uzadıkça uzayan tartışmalar ilerliyor. Ama pek az kimse, referandumun oluşundan önce arkasında bıraktığı yaraların farkında. Sonucu "Evet" ya da "Hayır" olsun, referandum süreci ülkede birçok kişinin fark edemediği bazı izler bıraktı, bazı izlerinse gören gözler için fark edilmesini kolaylaştırdı.
Abraham Maslow 1943'te bir insanın hayatta ihtiyaçlarının sıralandırılması ile uğraşırken, 5 basamaklı bir sistem ortaya koymuş: Bu basamaklar en altta "fiziksel ihtiyaçlar"dan, en üstte "kendini gerçekleştirmek" seviyesine kadar 5 maddeden oluşurken, 4. Maddeye "itibar" diye bir not almış. Bugün topluluk olarak nitelendirebileceğimiz her şeyin ayakta durmasının, işleyebilmesinin belki de en temel basamağı. Aynı zamanda en çok suiistimal edileni. Çünkü bir siyasi partinin, bir futbol takımının, bir sanatçının ayakta kalabilmesi, takdir görebilmesi, birileri tarafından el üstünde tutulabilmesini sağlayan davranışın sosyolojik tanımı bu. Peki Maslow bu maddeyi nasıl açıklamış? "Bütün insanlar saygı duymaya ve görmeye muhtaçtır. Diğer bir adıyla "aidiyet" olan bu ihtiyaç, insanların başkaları tarafından sevilmesi ve saygı görmesini içerir."
Bugün bir gencin kendi başına okuması yerine kitapla ilgili bir organizasyona katılması, bir başkasının siyaset bilimini tek başına incelerken ayaklarının onu parti gençlik kollarına yönlendirmesinin sosyolojik temelleri buna dayanır. Tabii bu iki taraflı bir ilişkidir, çünkü bu saygı iki taraflı işler. Üstelik 4. basamak ihtiyacı, zor doyurulan bir şeydir. Kişi takdiri, saygıyı görebilmek için çok daha ileriye gitmeye hazır bulunur. Tanıdık geldi mi? Biraz geçmişi, biraz üniversite hayatını, biraz da darbe öncesi günleri hatırlamak gerekebilir.
Referandum için oy toplamaya çalışan bütün partilerimiz, gerek iktidar gerek muhalefet, her gün gittikleri farklı bir şehirde, farklı insanlara, farklı meydanlarda farklı cümlelerle sesleniyorlar. Ama unuttukları bir şey var: İnsanların provokasyona ne kadar açık oldukları. Sosyal paylaşım sitelerini bir inceleyin. Çevrenizde "Evet" diyeni "Hayır" diyenden ayıran, birini diğerinden daha az "vatandaş" gören, bunlar için sataşıp birbirini tartaklayan insanlara gözlerinizi açın. Bir referandum, sonucunda bir referandumdur. Bir referandumun amacı bir toplumu bütün olarak, birlikte, her vatandaşını ayrı ayrı ama aynı zamanda toplum olarak daha huzurlu ve refah bir yaşam seviyesine götürecek değişiklikleri barındıran bir çeşit oylamadır. Bu oylamanın 2 seçeneği, bu 2 seçeneğin de birbirinden farklı 2 sonucu vardır. Ama önce bir topluluğa ait olmak için bir seçim yapıp, o seçimi yapmamış olanları ise dışlamak büyük bir tehlikedir. Çünkü unutmamalıyız ki, 13 Eylül pazartesi günü işe, okula, bakkala, alışveriş merkezine gittiğimizde o oy hakkını bizim gibi kullanmamış, yani bizim verdiğimiz kararı değil diğerini seçmiş onlarca insanla karşılaşacak, bu insanlarla vakit geçireceğiz.
Peki insanların göz ardı etmeyi seçtiği, dikkatini vermediği bu kırılma gerçekleşirken siyasi partilerin liderleri ne yapmaktaydı? Aslına bakarsanız Recep Tayyip Erdoğan'dan, Kemal Kılıçdaroğlu'na, ya da Devlet Bahçeli'ye bütün liderler kendi yollarında gitmeyenleri dışlamış, küçük görmüş, daha da ağır ithamlara maruz bırakmış durumda. Yine Maslow'un 4. İlkesine göre bu saygı çift taraflı işleyen bir sistemse, yani oy kullanacak vatandaş saygı görmek istediği için girdiği bir toplulukta, doğal olarak topluluğun liderine saygı da duyacaktır. Bu durumda da saygı duyduğu kişi o siyasi partinin liderinden başkası olmayacaktır.
Bir lidere hakaret etmek, liderin önderlik ettiği ideolojiye de hakareti yanında getirdiğinden (ne yazık ki ucuz siyaset bu tür davranış paketleri ile gelmekte) oy kullanacak vatandaşın saygı duyduğu şey lekeleniyor. Peki bu provokasyon sağlanırken, niye kimse buna "dur" demiyor? Ana haber bültenlerinde, tartışma programlarında, insanların hayatlarında toplumu genel olarak ilgilendiren konularda güzel bir "dolgu malzemesi" kullanılıyor çünkü. Referandumun varoluşu sebebiyle insanlar yazacak, televizyoncular çekecek, haber bültenleri dolduracak haber aramaktan vazgeçmiş durumdalar artık. Ama bu dolgu malzemesinin doldurduğundan daha fazla çatlak yarattığını, sonuç hangi tarafın lehine olursa olsun insanların birbirilerine uzun bir süre boyunca bu sebeple kin güdeceğini kimse hesaba katmıyor.
Geldik bunu referandumun çok sonrasına bile taşıyacak kilit düşünceye: Hangi parti liderini alırsanız alın, hepsi bu yapının bir parçası ise, hiçbiri de bunun hatasını gözler önüne sermek için bir çaba göstermiyorsa, "Evet" ile "Hayır" ın farkı nerede? Hangisi denirse densin, bir dahaki seçimde gerek koalisyon, gerek tek iktidar yapısı olsun, başa birileri geçtiğinde, aynı hareketin yapılmayacağının garantisini kim verecek? Kendi kazançları ya da anlık bir başarının sarhoşluğuna kapılmak adına, halk arasında olan dengeleri umursamaz bir şekilde bozmayacaklarına kim güvenebilir? Hem de elde bunu yapmaktan bir dakika bile çekinmediklerini gösteren bu kadar fazla kanıt varken...
Sorabilirsiniz tabii, "Bütün insanlar bu kadar provoke edilmiyor Sarp Bey, herkesi aynı kefeye koyamazsınız. O oyları kullanan arasında ne yaptığını bilen çok fazla kişi var" diye. Maslow 5 basamaklı bir sistem kurdu demiştim. 5. basamak da "Kendini var etme", yani öncelikle kendine karşı dürüst olup potansiyelini algılamak üstüne. Yani provokasyona kolayca kapılmayan, ayaklarının üstünde duruşunu algılayıp, ona göre seçimini etraflıca yapan kişiler işte bu basamaktlar. Sorunuzun cevabı, bu basamağın içinde kendini görebilenlerde saklı. (SK/TK)