Demokrasiye uygun kanun yapmak, bu yasa yapıcıları ve yazıcıları için olası mıdır?
Hak ihlallerinin önlenmesi konusunda yapılan değişiklikler içinde en önemli olan kilometre taşlarından birisi 3.10. 2001 kabul tarihli 4709 sayılı Kanunla değiştirilen Anayasa'nın 13. maddesidir. Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir (Madde 13). Hatta maddenin ikinci cümlesinde; bu sınırlamaların Anayasa'nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı kabul edilmiştir.
Evet, ama bu değişiklik, o yıllarda muhalefet, şimdi ise iktidar olanlara yetmedi…
İfade özgürlüğünün ihlaline ne bu madde ne de diğer anayasa maddeleri engel olabildi. AİHM’in Türkiye’nin ifade özgürlüğü ihlalleri hakkında verdiği son birkaç karara veya Anayasa Mahkemesi'nin Twitter ya da Youtube, Aydın/Çine kararlarına bakılarak devletin ihlalleri ortadan kaldırıcı önlemler alması gerekiyordu. Başta kendisinin bizatihi ifade özgürlüğünü ihlal etmemesi gerekirken, tersi oldu. Türkiye'nin benzer ihlalleri etkin bir biçimde önleme konusunda ders almaya hiç niyeti yok.
Aksine basına yapılan baskılar yüzünden gazetecilerin endişeleri artmıştır. Gazeteciler hakkında açılan soruşturmalar, tutuklamalar ve ceza davalarının çokluğu “büyük ölçüde otosansüre" neden olmuştur. Bu etki sürmektedir.
Gazeteciler ve insan hakları savunucuları, gazetecilik faaliyetleri veya görüşleri nedeniyle; üçüncü şahıslarca saldırıya uğramakta veya tehdit edilmektedirler. Artık ölümler yaşanmaktadır. Daha geçen hafta Özgür Gündem ve Azadiya Welat gazetelerini dağıtan gazete görevlisi Kadri Bağdu, silahlı saldırısı sonucu öldürüldü.
İleri “demokrasi” adına istenmeyen ve siyasal iktidarın işine gelmeyen gazetecilerin işten atılması yolu açıldı. Böylece gazetecilerin işinden edilmesi “normal” kabul edilerek bu durum içselleştirildi. Hatta ifade özgürlüğünün varlığı veya yokluğu “işten atılmalar” üzerinden yapılmaya başlandı. Uzun yıllardan beri “muhabirlerin” ve mutfaktaki gazetecilerin iş ve çalışma koşullarına aldıran yoktu zaten. Hatta onların işten atılması normal karşılanırken; köşe yazarlarının işten atılması “anormal” ve ifade özgürlüğünün ihlali sayıldığından; basın özgürlüğü de böyle bir çerçeveye indirgendi. Bir olasılık ama basın özgürlüğü tartışmalarının çizilen bu sınırlar içinde yapılması, zaten siyasal iktidarın işine geliyordu.
Evet, ama yetmedi…
AİHM, Sözleşmenin 11. maddesinde yer alan herkesin barışçıl nitelikli toplanma ve örgütlenme özgürlüğü hakkının “özerk bir rolü” ve özel bir uygulama alanına sahip olduğu görüşündedir. Böyle olmasına rağmen toplantı ve örgütlenme özgürlüğünün Sözleşmenin 10. maddesinde yer alan ifade özgürlüğü ışığında değerlendirilmesi gerektiğini de kararlarında hatırlatmaktadır.
Fikirlerin ve fikirleri ifadenin korunması, toplanma ve örgütlenme özgürlüğünün amaçlarından birisidir.
Evet, ama yetmedi.
Önce ifade özgürlüğü ve hemen ardından örgütlenme, toplanma ve gösteri yürüyüşü özgürlüğü hakkın sınırlandırılmasına sıra geldi. Demokratik toplum düzeni ve ilkelerine örnek olabilecek nitelikteki AİHM’ sinin 02.10.2001 29221/95 Stankov ve İlinden Birleşik Makedonlar Derneği-Bulgaristan kararından bir alıntı yapmakta yarar var (Doğru, Osman-Nalbant, Atilla. İHAS Açıklama ve Önemli Kararlar. 2. Cilt. S.493.)
“Toplanma özgürlüğü ve bu özgürlüğü kullanarak düşüncelerini ifade etme hakkı, demokratik bir toplumun en önemli değerleri arasında yer alır. Demokrasinin özü, açık tartışma yoluyla problemleri çözme kapasitesine sahip olmasıdır. Bazı görüşler ya da kullanılan sözcükler yetkililere ne kadar şoke edici ya da kabul edilemez gelirse gelsin veya talepler ne kadar gayri meşru olursa olsun, şiddetin tahrik edilmediği veya demokratik ilkelerin inkâr edilmediği durumlarda ifade ve toplanma özgürlüğünün kullanılmasını engellemek için önleyici türden genel yasaklar demokrasiye zarar verir ve demokrasinin varlığını tehlikeye sokar.
Hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik bir toplumda, kurulu düzene karşı çıkan ve gerçekleştirilmeleri barışçıl vasıtalarla savunulan siyasal fikirlere toplantı özgürlüğü ve diğer hukuki yollarla kendini ifade etme imkânı verilmelidir.”
Evet, ama yetmedi.
Yaşam hakkının korunması için herkesin yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğunu düzenleyen Anayasanın 17. maddesinin birinci fıkrasına 7 Mayıs 2004 kabul tarihli 5170 sayılı Kanunla bir ek fıkra eklendi. Denildi ki; “Meşru müdafaa hali, yakalama ve tutuklama kararlarının yerine getirilmesi, bir tutuklu veya hükümlünün kaçmasının önlenmesi, bir ayaklanma veya isyanın bastırılması, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde yetkili merciin verdiği emirlerin uygulanması sırasında silah kullanılmasına cevaz verdiği zorunlu durumlarda meydana gelen öldürme fiilleri, birinci fıkra hükmü dışındadır.” Ne zaman ve hangi hallerde kolluk güçlerinin “silah kullanma yetkisi” nedir tek tek Anayasada sayıldı.
Buna rağmen Gezi dayanışma/direnişinde hak ve özgürlük kullandıkları sırada ölen gençlerimiz…
Günümüzde Kobani nedeniyle yapılan toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde ölenler üzerinden ortaya çıkan politikada; barışçıl gösteri hakkına dokunulmayacağı(!) ama “kanun” değişiklikleri ve yeni kanunlar getirileceği ve yapılacak tüm kanuni düzenlemelerin demokrasiye uygun olacağı ifade ediliyor. Kısacası bal gibi açıkça “güvenlik” ve “devlet” tercih edildiğinden “özgürlüklerin kısıtlanmasına” sıra geliyor. Hem de “silah kullanma” yetkisi “meşru müdafaa gereği” diye diye getirilmek isteniyor… Hatta demokratik ülkelerde ne varsa deniyor… Haklarınız kısıtlanmayacak ama ya bu şiddet ne olacak diye diye!
Demokrasiye uygun kanun yapmak için demokratik hukuk devleti olmak gerekir.
Torbalarla kanun yaparak demokrat olunmaz. Evet, yapılanlar “kanun devleti” olmanıza bile yetmedi. Nerede kalmış hukuk devletine ve demokrasiye uygun olmak… (Fİ/HK)