"Felsefe sıla özlemidir.
İnsanın kendisini her yerde evinde hissetme isteğidir".
Novalis KEHRE
Çocukluğumdan beri, evimi sevdim. O evin içindeki duyguyu, kendi başıma kalış, demleniş halini, güvendiğim, büyük aşk duyduğum insanlarla baş başa kalmayı, birlikte yemek hazırlamayı, dünya ve bizim hakkımızda konuşmayı, benim için önemli olan anıları, nesneleri çıkarıp onlara bakmayı, sonra hazırlanmayı, bedenimi ve ruhumu bir sonraki güne hazırlamayı sevdim.
Ama bir yandan da bu evin sınırlarını bildim. Kapının içeriye ve dışarıya başka türlü açıldığını, bizi içeriye alan duvarların kimleri dışarıda bıraktığını da... Oraya hiç kapanmadım. Kendimi başka mekânlara, başka evlere, başka hayatlara, başka oluşlara alıştırdım.
Böyle olunca, arada bir biriktirdiklerimle ve çok sevdiklerimin biriktirdikleriyle beni bekleyen evime dönmek, orada yeniden demlenmek, anıları tazeleyerek bilinmeze açılmak, ne diyeyim, güçlendiriciydi.
Sonra başka şehirlerde, başka ülkelerde, başka mekânlarda, öğrencilik ya da arayışlar için küçük, geçici evler kurdum. Yavaş yavaş evimin sınırları genişledi, çok daha engin bir alanda gözü kapalı yürüyebilmeyi, emekle sınanmış dostluklarla yüzer gezer mekânlarda başka varoluş deneyimleri yaşamayı öğrendim.
Birbirine eklenen, dağılan, sonra yeniden kurulan çeşitli özneleşme süreçleri içinde pek de dar olmayan ama bana hep dar gelen mekânımın sınırlarını genişlettim. Tanıdık, benim izimi taşımayan mekânlarda kaybolmayı, ritmini öğrenmeyi, ayak uydurmayı sevdim.
Ama arada bir oturacağımı, kendime geleceğimi, Levinas'ın tabiriyle, bir mültecinin topraklarındaymış gibi, evime geri çekileceğimi bilerek.
Anılarımı biriktirdiğim evimin, sevdiklerimle birlikte beni beklediğinden emin, bir yandan gizli kahvehanelerini, özel mekânlarını, çıkmaz sokaklarını, sır köşelerini adım adım bildiğim İstanbul'da sisler olmadan kayboluyor, dalgaların üzerinden kayıp sahile atlıyor; bir yandan da dilini, reflekslerini tanıdığım, kendini ifade araçlarını, politik irade mekanizmalarını kullanabildiğim, söylediğim sözün ya da attığım adımın, tarihsellik içinde nereye oturduğunu, kimin nasıl algılayacağını az çok bildiğim bir ülkede politik varoluşumu sürdürüyordum.
Hayallerim peşimi bırakmıyordu ama. Evin, insana sunduğu rahatlık dışında, sınırlar çizmek demek olduğunu biliyordum çünkü.
Walter Benjamin'in, evi gizli ve güvenli bir alanda, bir kutuda yaşamak olarak değerlendirmesi kafamı karıştırıyordu. Deleuze'den esinlenerek 'yersiz yurtsuz' bir varoluş nasıl mümkün olur sorusunu hep soruyordum.
Evliliği, klasik aileyi, gündelik yaşamın zorunluluklarını, bir evcilleştirme mekanizması olarak evde varoluşu reddedişim bundandı.
Birbirine benzeyen eşyaların doldurduğu konutlarda oturmak, aynı televizyon programlarını seyredip parkta birlikte gezinen 'herkes' gibi olmak istemiyordum.
Bir dönem sokaklarda yaşamam, her gün başka yerlerde, evi olmayanlarla birlikte sabahlamam da bu felsefi arayışla pek ilgisiz değildi.
Ama yersiz yurtsuzluğun da bir yeri vardı. Göçebelerin, geçtikleri yollara ayak izlerini, dallara bağladıkları küçük bezlerini bıraktıkları gibi, ben de mekânlar arası göç ederken, kendi ritmimi yaratıyor, hangi rüzgârları arkama alacağımı öğreniyor ve tekrar edeyim, gözüm kapalı salınıyordum.
Çok düşüyordum. Hep düşüyordum. Oram buram kanıyor, bazen kafa üstü çakılıp ölecek gibi oluyordum. Ama rüzgârlar tanıdıktı, dostlar yanımdaydı, hemen açıyordum yelkeni.
İstikrarlı olarak genişlettiğim sınırlar içinde çok da kapalı olmayan keşiflere, mucizelere, spontan buluşmalara ve eylemlere izin veren bir mekân yaratmıştım.
Yaratmıştım, diyorum. Tabii ki tek başına değil ama bu kolektif yaratış süreci içinde kendi seçimlerimle hangi sınırları ne kadar genişleteceğime kendim karar vermiştim. Kendi gücüme, güçsüzlüğüme ve hayallerime göre. Sonra birden koptum.
Birden kendimi, dilini bilmediğim, rüzgârlarına aşina olmadığım, reflekslerini tanımadığım bir mekân içinde buldum.
Evim, orda, uzaktaydı. Ama yasaktı.
Bana yasak olan, bir şeyler yarattığım, kendi izimi çıkardığım yer.
O izden ayrıldığımda, sadece evden değil, kendimden de uzaklaştım.
Dönemedim. Dönemiyorum.
Boşluk ve sınırsızlık
Mesele yaşanan mekânları fiziksel olarak bilmek değil sadece, kendi varlığını o mekândaki dinamiklere yabancı hissetmemek, ev hissi.
Ben İstanbul'da tüm dinamiklere hâkim miydim? Hayır. Tahakküm ilişkilerinin kuşatması arasında, her yer global bir işgal altında olduğu için, doğduğun mahalle ya da çalıştığın sokakta da seni çevreleyen dev organizmalara hakim olamıyorsun.
Ama bir fark var: En azından daha iyi tanıyorsun. Kiminle ne kadar hareket edeceğini, hangi tahtaya basacağını, hangi sokağın çıkmaz olduğunu daha iyi öğreniyorsun. Bu, direniş gücünü arttırıyor mutlaka.
Peki, aynı zamanda evcilleştiriyor mu?
Belki de ben rotamı buraya çevirecektim bir gün. Günü gelir, insan kendi ürettiklerinden, birikiminden, her şeyinden uzaklaşabilir. Ama zamanı kendi belirler, neyi nerede, nasıl bırakacağını, neyi tamamladığını, neyi tamamlamak istemediğine karar verdikten sonra, gidebilir ve kendi sınırlarının dışına kayabilir.
Bu kayışla, koparılma arasında ciddi bir fark var.
Çiçeklerim susuz kaldı, her sabah ekmek verdiğim kuşlar, gün aşırı yemek taşıdığım yaşlı arkadaşım, bahçeme ektiğim zeytin fidanı... Okumaya başladığım roman, yazdığım makale masamın üzerinde kaldı. Annemin fotoğrafları, eski dostların hediyeleri, sık sık açıp okuduğum mektuplar, yeni başlattığımız kampanya, eylemde yapacağım konuşma... Köşe başında bekleyen arkadaşlarım...
Benim evim onlardı. Evim yarım kaldı. Niye ki şimdi? Olabilir. Hayat bunlardan ibaret değil ki. Dar mekânlarda karşına çıkan olanaklar, aynı zamanda seni kuşatan zincirlere dönüşmüyor mu?
Sen evine, şehrine, ülkene doğmadın ki, dünyaya geldin. Yaşayacağın ve her an kaybedebileceğin şu küçücük hayatın tanımadığı mucizelerini, deneyimlerini, yüzlerini, kulvarlarını keşfetmek daha güzel değil mi? Zorunluluk olmasa, zor çevirirdin rotanı sen uzaklara. Zeytin fideleri, yemek götürecek arkadaş, yapılacak konuşma bitmezdi. Ve sen hep eksik kalırdın.
Ama şimdi bak, aradan bir sene geçti. Daha önce tanımadığın hayatların içinde söz söylemeyi, eğlenmeyi, ağlamayı, sevişmeyi, bağ kurmayı öğrendin. Sarılıp hiç bırakmamak istediğin insanlarla karşılaştın. Hatta küçük de olsa, bir yelkenliye binip dümenini rüzgâra bıraktın da batmadın.
Batmadın da ne, kabul et, sevdin bu yollan. Hayal bile etmemiş olduğun karşılaşmaları. Eskiden çok uzak sandığın deneyimlerle buluşmayı. Dinlemeyi. Anlatmayı. Bu kadar uzak olanla bu kadar çok heyecanlanmayı. Bu dünyada, misafirmiş gibi değil, kendi evindeymiş gibi, sere-serpe yayılmayı.
Duydun mu, 12. yüzyılda Saksonya'da yaşamış olan keşiş St. Victor'lu Hugo ne demiş : "Memleketini güzel bulan insan daha yolun başındadır; her yeri kendi yurdu gibi gören insan güçlüdür; ama bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi gören insan mükemmeldir."
Yaa, evde değil ama oradan uzaklaşınca sürgün olduğunu anlıyorsun. Sürgün olduğunu anlamak, bambaşka bir varoluş hali değil mi?
Kendini güvende hissetme duygusunu kaybedince, sana şimdiye kadar güvenlik sağlayan sembollerden, bağlardan, kalıplardan, alışkanlıklardan da uzaklaşıyorsun. Ve bu uzaklık, seni boşlukta bırakıyor ama düşüncenin ufukları, görmenin sınırları da genişliyor.
Evde kalsaydın, bunu öğrenemeyecektin.
Benim evim nerede?
İlk geldiğimde hiç evim yoktu. Kocaman üç valizle dolaşıyordum o evden bu eve. O şehirden bu şehre. "Dünya benim evim," diyordum. Pek öyle değildi ama.
Bir Yahudi-Alman olan ve savaştan sonra ülkesine döndüğünde bir evinin olamayacağını anlayan Adorno'yu okuyordum inatla. Mülteci olarak uzun yıllarını geçirdiği otel ya da pansiyonlarda kendi ikametgâhına sahip olmanın sorumluluğunu taşımadan yaşayan ve "Evler geçmişte kaldı... Yanlış bir hayat doğru şekilde yaşanamaz," diyen Adorno'yu.
Sorular. Sorular. Artık modern hayatın tüm insanları, evinde ya da dışında, yersiz yurtsuz değil mi?
Yeni yaşam, köksüzlük, tarihsizlik, dünsüzlük üzerine kurulmuyor mu?
Herkesin ötekine yabancı olduğu, kimseyi evine kolay kolay almadığı, yollarda kimseyi tanımadığı, her şeyin çok yakın olduğu kadar çok uzakta olduğu bu hayatta evin sınırları da iyice küçülmüş, o küçücük sınırlarda, televizyon ve market malzemeleriyle ev, Taut'un deyimiyle bir 'yerleşim makinesi'ne dönmemiş midir?
O halde evden uzakta olmanın yeni anlamı nedir?
Hâlâ peşini bırakmadığın felsefi arayışlarımı anımsayarak "Yersiz yurtsuz varoluşun ufkunu genişletmesine izin ver, duvarlardan kurtuldun işte. Kollayacağın, döndüreceğin, kaplumbağa gibi seni yavaşlatan bir evin, sırtına yüklenen sorumlulukların yok işte! Her yer senin evin. Böyle yaşamayı öğrenirsen, istediğin zaman, istediğin yere gidebilecek olmanın rahatlığı içinde varlık durumun bambaşka bir hacim ve derinlik kazanır. Unutma, ütopya evden uzaktadır !" diyordum kendi kendime.
Öyle olmadı ama. Elimdeki koca üç valiz gitgide ağırlaştı. Gittiğim yerlerde eşyalarımı asacak dolaplar da olmadığından sürekli valiz boşaltıp valiz yerleştirirken buldum kendimi. İşte yersiz yurtsuzluk!
Hayır, tutunduğum teori bu değildi tabii. Savaşın, şiddetin yoksul bıraktığı milyonlarca mülteci... Yitirdikleri yaşamların, evlerin ardından kesintili bir hayata mahkûm olanlar, arkalarında yangın yeri bırakanlar, evleri başlarına yıkılınca bir kaç parça eşyayla kaçanlar, yoksulluğun pençesinden kurtulmak için sınır tellerini aşarak gittikleri ülkede kaçak yaşayanlar... Savaş ve yoksulluk sürgünleri, yersiz yurtsuzluğun olanaklarını değil, yoksulluğu, güvencesizliği, dilsizliği, çaresizliği ve bitmeyen hasreti yaşıyorlar.
Sürgün deneyimini oldukça ağır yaşayan halklardan biri Yahudiler. Berlin'de Yahudi müzesi var. Avlusunda bir anıt. Sürgün Anıtı. Çeşitli duvarlarla birbirinden ayrılmış, delhiz gibi birbirine çıkan yollar... İçine giriyorsun, başın dönüyor. Birkaç adım atıyorsun, beynin bulanıyor. Matematik hesabını öyle bir kurmuşlar ki, yer eğik, duvarlar eğik... Yürüyünce dengen kayboluyor. Ayağını bastığın zemini, çevrendeki yapıları hissedemiyorsun. Alışık olmamakla alakalı olabilir. Belki hep öyle yollarda yürüse insan, alışır. Ama bu küçücük baş dönme deneyimi bile sürgün psikolojisini çok iyi anlatıyor. Bastığın toprağa hâkim değilsin, eğikmiş gibi. Çevrendeki insanlarla, yapılarla, kurumlarla ne kadar ne yapacağını bilemiyorsun. Eğikmiş gibi.
Bu, kötü bir duygu. Baş döndürücü. Mide bulandırıcı. Sonunda hamilelik filan yok ama. Doğum yok, doğum olması için bu bulantıdan kurtulman lazım.
Sürgünün evi yol mu?
Ben de bu bulantıyı yaşadım. Şimdi azaldı ama hâlâ geçmedi. Yine de kendimi tam olarak sürgünde hissetmedim hiç. Sürgüne, eve, sılaya dair şiirler, şarkılar, eskiden olmadığı gibi gözlerimi ıslatıyor ama şimdiki varoluşumun tek tanımı sürgün değil. En azından tek boyutlu bir duyguya gömülmedim. Her yerin, evin ya da dışarısının olanakları, sınırları, dertleri başka. Ya altında kalıyorsun ya da rüzgârla oynaşıp buluyorsun bir yol.
Sınırları derinlemesine ya da enlemesine genişletmek, evinde, uzakta, her yerde mümkün. Heidegger'in dediği gibi, evimiz; yuvamız diyebileceğimiz bir yakınlıktır, bizim yeryüzüyle olan bağımız, dünyadaki köşemizdir. Bu köşe, yollarda oluşur. Yollarda yürümeyi öğrendikçe evini kazıyorsun aslında. Belki de tek bir ev kazılmayabilir.
Bir insanın pek çok evi, pek çok yuvası olabilir. Bana hâlâ sorarsanız, elimde dümenim var, rüzgârlarla yeniden oynaşmayı öğrendim filan ama dümenimi benim dediğim, özlediğim evime doğru kıramıyorum.
Ama belli olmaz, belki rüzgâr başka eser, sular durulur. Önemli olan denizde yelken açmak. Mekânın sonsuzluk olduğunu bilerek.
Herkesin yolu açık, rüzgârı bol olsun! (PS/BB)
* Pınar Selek'in yazısını Amargi Dergi'nin Güz 2010 sayısında yayınlandı.